30 Kasım 2007 Cuma

Enkaz Gören Var mı ?




ENKAZ GÖREN VAR MI ?


İki çocuk konuşuyormuş:
“Sen hiç enkaz gördün mü?“
“ Gördüm ya sen? “
“ Ben de gördüm.”

Yavrular görmeseniz şaşardım zaten. Çocuk yüreklerinde enkazın adını bile zor telaffuz ederken, gördüklerini söyledikleri enkazı bir de tarif edebilseler…

“ Ederiz tabii, enkaz kırılmış binalardır. Ben çok gördüm, televizyonda amcalar hep gösteriyor.”
“ Ben de çok gördüm. Bizim teyzemlerin mahallede enkaz vardı koştum gördüm. “

Haykıran, bağıran, kavga eden, birbirine sarılıp söylenen tüm insanların yanı başında ne olduğunu anlamaya çalışan küçük yürekler, elbetteki görüyor enkazı, ne olduğunu, sonrasını bilemeden…

Çocukların enkaz kaldırıldıktan sonra, yaşanan dramların getirdiklerini, götürdüklerini, aldıklarını, verdiklerini bilmeleri mümkün değil. Sadece yürekleri heyecan dolu olarak gördüklerini paylaştıkları için… Birbirlerine gördükleri anın heyacanını anlattıkları için, sonra gidip sokakta misket oynamaya devam edecekleri için. Burada her şey olması gerektiği gibi…

Ya büyükler! Enkaz anındaki koşturmalarının ardından, yüreklerindeki heyecanı birbirleriyle paylaşmaktan öte davranıyorlar mı?

Enkazın kaldırılmasının ardından koşarak evlerine gidip, günün öteki gelişmelerini izlemeye devam etmiyorlar mı? “Heyecan bitti yaşam devam ediyor düşüncesiyle…” Enkazın kaldırılmasının ardından yaşanan dramları yüreklerinden atabilmek için, büyüklerin verdikleri mücadele, çocukların misket oynamaya devam etmelerinden ne kadar farklı?

“Benden uzak olsun” düşüncesini taşıyan yürekler, enkazın kendilerine ne kadar uzak olduğunu gördüklerinde, hemen normal yaşam akışına girebilmek için günün diğer gelişmelerini alırken, enkazın yanı başında bekleşenlerin yüreklerini hiç düşündünüz mü ? Ya bu bekleşen yüreklerin sonra yaşayabileceklerini, yaşantılarındaki ani değişime nasıl tutunabileceklerini, geceleri nasıl uykuya dalabileceklerini….

“İnsana yakın olan herkese yakındır” Her an, her saniye, her gece, her yıl….yaşamda yaşanan her şey, görünen her şey, duyulan her şey, her enkaz, enkazın başındakiler kadar enkazdan kaçanlara da yakındır. Yaşamı yakından bilen, yaşamdan kaçmayanlar için önemli olan yüreklerin enkaz olmamasıdır.

Enkazsız bir yaşam dileklerimle

Sevgiyle kalın
Reyhan Gazel

Yangın Yeri




YANGIN YERİ

Gökyüzünde birbirine dolanırcasına hareket eden, yavaş ama kendinden emin bulutlar, adeta “güç bende” diyor. Evlerin, ovaların, vadilerin, patikaların, çatıların, binaların…. tam tepesini örtüyor. “ İstersem giderim istemezsem kalırım” dercesine.

Aşağıda kıpır kıpır bir o yana bir bu yana koşturan insanlar, gökyüzündeki bulutların kendinden emin duruşunu göremeyecek kadar darda. O kadar ki, başlarını kaldırmak bile zor geliyor tümüne.

Birbirlerine ihtiyacı olmasa da kenetli duran bulutlar, güç birliği içinde sarıyor tüm evreni. Sanki tüm evren bulundukları yerden ibaretmiş gibi. “Ötesi yok burasının” duruşuyla.

İnsanlar ne kadar aciz olduklarını koşturmanın içinde göremediklerinden, birbirlerine kenetlenerek kendi evrenlerindeki güçlerini doğaya karşı koyarcasına sergiliyorlar. Yine bulutların gücünü bilemeden. Kendilerini asıl kaplayan gücü göremeden…

Yeryüzüne arada bir bakıp, ağır hareketlerle kıpırdayan bulutlar, arada bir durup durum değerlendirmesi de yapmayı ihmal etmiyor. “Hadi biraz yukarı çıkalım”, “ Yok sağa devam edelim”… Birbirlerini kırmadan incitmeden, biraz yukarı, biraz sağ, biraz sol hareketlerle emin bir şekilde üstünde bulundukları evreni sarıyorlar yavaş yavaş.

Bir o yana bir bu yana koşturan insanlar, “dünyayı biz yarattık” söylemlerini birbirlerine söylemeseler de öyleymiş gibi davranmaya devam ediyorlar, el eleyken.

Bir anda gözü yukarda kendilerini kaplayan kenetli bulutları gören bir insan haykırıyor.” Koşmayın durun önce düşünelim. Koşarak değil insan olarak düşünerek hareket edelim.”

Düşünmeyi düşünen bir insan bulutların evrendeki yerini, kendisinin evrendeki yerini, doğanın evrendeki yerini, birlik içinde olmanın evrendeki yerini iyi biliyor olmalı. Her canlının, her var olanın evrendeki yerinin ve işlevinin farklı olduğunu bildiğinden…

Bulutlar ani bir hareketle duruyor, düşünen insanın varlığını hissedince. Bir bulut sözü alıyor tümüne anlatacakları olduğundan:

“Bulutlar, birbirine kenetli bulutlar, kendinden emin bulutlar, ağır hareket eden bulutlar düşünen insan, düşünülen evren var oldukça biz daha rahatız. Kimseyi kızdırmadan, incitmeden, işlevimizi bilerler olduğundan… Kendini bilenler olduğundan…Evreni görebilenler olduğundan. Yavaşlamayın, hızlanın, kara bulut kardeşler uzaklaşın buradan. Bizim burada yerimiz yok, olmayacak.“

Düşünebilen bir insan karşısında sadece bir insanın değil, doğanın bile duramayacağını bilenlere küçük armağan, gerisini, boşlukları doldurmak da okuyanların işi diyerek…

Sevgiyle kalın

Reyhan Gazel

28 Kasım 2007 Çarşamba

Özgürlük Düşüncede de Yaşanır



ÖZGÜRLÜK DÜŞÜNCEDE DE YAŞANIR

Gökyüzünde bir oraya bir buraya uçarken, özgürlüğün tadını çıkardıklarının farkına neden varmazlar? Belki de tadını daha iyi alabilmek içindir gökyüzündeki telaşın nedeni.Yiyecek bulabilmek niyetiyle yanımıza geldiklerinde bir an evvel kaçmak istemeleri de bundan mıdır acaba? Özgürlüğün tadı bir başka olmalı kuşlar için…Yaşantıları olduğundan belki de bilmezler gerçek tadı. Kim bilir? Bir gün öğreniriz umudundayım.

Ya yeryüzünde özgürlüğün tadını bilenler, kuşlara imrenmez mi? Her an bu tadı aldıkları için. Yeryüzünde özgürlüğün tadını alamayanlar ne düşünür? Bilmedikleri bir şeyi yaşamak istediklerinde…

Bilmedikleri ile ilgili düşünebilmek zor gelmemeli, düşünmenin ne olduğunu bilenler için…Her şeyin düşüncede var olduğunu bildiklerinden…Kendileri bilmeden, ellerinde olmadan yaşayamasalar bile, yaşayanları gördüklerinden…

Uçamasalar bile düşüncede uçabilmenin de bir tadı olmalı. Sadece yüreklerin gördüğü düşüncede uçmanın…Hatta rüyalarda bile keyiflidir uçabilmek. Gerçek farklı olsa bile.

Özgür olamayan, istediği yere gidemeyenlerin, uçanlara uzaktan bakabilenlerin, en azından düşüncede uçabildiğini bilmek de mutluluk verir yüreği sağlam olana. Yüreği sağlam olmayana zaten mutluluk çok uzak.

Yaşamın her an tadı hissedilmeli. Her yaşantıda mutlaka yolu bulunarak. Bulunuyor da. Düşüncede de olsa…Gerçeğin düşüncede başladığını bilenlere… Bilmeyenlere yaşam öğretiyor nasıl olsa engin yaşantılar aracılığıyla. Yine de öğreniliyor her özgürlük arayışında. ‘Her şeye rağmen mutluyum’ dercesine. Sabırla, sükutla…

Yaşama tekerlekli sandalyede tutunmaya çalışanlara

Reyhan Gazel

27 Kasım 2007 Salı

Başarı Kartalın Kanatlarında Değil


BAŞARI KARTALIN KANATLARINDA DEĞİL


Kendimi bildim bileli, yazılır, konuşulur, anlatılır….Hatta kişisel gelişim adı altında kitaplar kapış kapış satılır…Herkes başarıyı yakalayabilmek için vaktini, parasını, enerjisini hiç gocunmadan harcar. Başkalarının ‘başarı’ ya giden yollarını ya da başkalarından nasıl başarılı olacağımıza ilişkin olmazsa olmazları öğrenmek için bunca çabaya gerek var mı?

‘Başarı’ kendi başına ayrı bir düşünme konusuyken, herkesin başarı olarak düşündükleri farklı olabilirken ‘başarıyı’ yakalayabilmek için verilen telaşı hiç anlayamam, anlayamadım. Kendimizi tanımadan, kendimizi ‘kendimiz’ olarak var edemeden, ‘başarılı’ olabileceğimiz yolların sadece kendimize ait olabileceğini bilmeden….

Başarılı olmak ile başarılı bulunmak arasındaki küçük gibi görünen fark, dağ ile tepe arasında çıplak gözle bile görünen büyüklük farkı gibidir.

Başarının kendimizce uygun olan tanımını, şeklini, algısını yine ‘kendimiz’ olarak anlamakla işe başlamak başarının yarısıdır doğru düşünüldüğünde. Bir başkasının başarı olarak gördüklerini, kendi dünyamıza almak zorunda olmadığımızdan... Her insanın yaşamdan bekledikleri farklı olduğundan…

Kendimizin bildiği, istediği, aradığı her şey, yine kendimizce yol alabilir mantığıyla, bilmesek bile yol/ yollar açılır öncelikle kendi beynimizde sonra tüm evrende.

Sokrates yüzyıllar önce ne güzel söylemiş: KENDİNİ TANI

Bir insanın kendisini tanıması, başkasının vereceği ‘mucizevi’ başarı formüllerinden daha çok başarıyı getirmez mi? En azından kendimizi tanıma başarısını…Hangi şartlarda kendimizce üretebileceğimizi, kendimizi en az yorarak yine kendimizce sona ulaşabileceğimizi, nasıl mutlu olacağımızı….

Başarı insanın mutlu olması için aranıyorsa, ne ile mutlu olabileceğimizi, mutlu olabilmek için neleri yapmamız gerektiğini, mutluluk ve başarı arasındaki ince çizginin daha sıkı kurgulanması bu kadar zor olmamalı. Üstelik tüm bunları kendimiz ile yaparken…Yalnız, bir başımıza sadece kendimizle birlikte.

Bu yazılanlardan sonra yine de biraz daha ‘konuyla ilgili araştırma’ yapmak isteyenlere söyleyebilecek sözüm yok. Kendini tanımaktan uzak duranlara ise zaten söze gerek yok. Kendisi ile mutlu olanlara ise küçücük ama anlamlı bir merhaba.

Herkese başarılar diliyorum. Yolda olanlara da kolaylıklar …

Reyhan Gazel

26 Kasım 2007 Pazartesi

Mahallenin Kızları Uyumuyor!



MAHALLENİN KIZLARI UYUMUYOR!


Konuştu, konuştu, yoruldu diyenlere selamlar! En derin saygı ve sevgilerimizle. Yorulmadık, yorulmayacağız, yorulamayız…Mahalleliden kendimize ait olan değerlerimizi alana kadar uyku yok bize.

Gülelim mi dedik olmadı, gülmeyelim o zaman dedik o zaten olamazdı, kendimizi var edelim deyince kızdınız, “karışmayın bizlere” söylemlerimize çok içerlediniz, toplum bizim üzerimize kurulu cümlelerimize şapka çıkarttınız. “Daha söyleyecek sözünüz kalmadı. Hadi evinize gidin” dediğinizde söyleyecek birkaç lafımızın olmasını da anlayışla karşılayın bari.

Yine şaka gibi gelen ama bizler için şakası olmayan sözlerimiz kimseleri incitmesin. Yüreğimizi görebilenleri laflarımızın incitmesine önce bizlerin yüreği razı gelmez. Herkes birbirini tamamlar mantığıyla….

Yaşamın kadınların üzerine kurulu olduğu gerçeğinin öncelikle yüreği “insan” la dolanlara ulaşabildiğini görmek beni gerçekten mutlu etti itiraf edeyim ki. Kızanlara ise söyleyecek laflarımızın beynimizde kurulu olması kimseyi şaşırtmasın. Herkes kadar kendi küçük evrenimizle var olmaya çalıştığımız gerçeğinden kaçmanın, önce beyinlerde sonra yüreklerde yeri yoktur. Kendimizi istediğimiz görüntüde yaşayabilene kadar da, herkesin dinlemesinin önemini daha net vurgulayarak…

Tüm yaşam içinde kendisini kendisi ile yaşamaya çalışan tüm kadınların, uykuda gözleri yok. Yaşamı elinden alınmış ve her daim kendi yaşamını yaşamaya çalıştığı için konuşulmuş, tüm mahallenin kızları adına. Uykuda tükettiğimiz tüm zamanların yerine daha da kendimizi anlatabilene kadar… Kendi değerlerimizin varlığını tüm beyinlerde görebilene kadar da uyumak yok, gözlerimiz uyusa da…

Bizim yüreklerimiz dağlardan gelerek, kuşun kanatlarında savrularak yayılıyor, dalga dalga… Her eve, her mekana, her beyne… Savrulacak da. Kendimiz kendi ayaklarımızın varlığını yüreklere hapsedene kadar da…Mutluluk beklenen tüm yaşamlarda bir gül kadar narin ve huzur verici olabilene kadar….Kırmadan, incitmeden, yormadan, kızdırmadan…Önce kendimiz için, sonra tüm toplum için her kareye huzur saçabilene kadar…

Yolumuz sarp ve dikenli demeden, yorulmadan, uyumadan, dip diri, canlı…

Mahallenin tüm kızlarından herkese iyi uykular!

Reyhan Gazel

Güzelliğin On Para Etmez



GÜZELLİĞİN ON PARA ETMEZ


Aşık Veysel ne güzel söylemiş: “ Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa…” Görüntüyle yaşayanlara bir tokat atar gibi …Beden ve “güzellik” üzerine kurgulanan tüm aşklara cevap verir gibi… Güzelliğin karşı tarafa yansıdığı haliyle tüm beyinleri sardığını haykırır gibi… Neyi görmek istiyorsak onu gördüğümüzü vurgular gibi… Üstelik kendisi görmeden… Yüreğine sağlık Aşık Veysel.

Günlük yaşamda oldukça sık duyarız.” Ay ne güzel kız, Allah bağışlasın…”, “ O kadar güzel ki bakmaya kıyamıyorum”, “ Ayşe Hanımın bir kızı var bir görün… Aman o ne endam. Oysa ki, “güzellik” yüreğimizde, içimizde, beynimizde, aklımızda, bu da bir dile gelse…

Güzel görmek istediklerimizi yürekten gördüğümüzde herkes güzeldir, görebilene…Yaratılan herkes özel ve güzeldir bilene…Güzellikleri görebilen için en güzeli yürektir anlayabilene…

Beden üzerine bir kurgunun sonucu olsa gerek, bakarız ve yargılarız.; çok güzel ya da hiç güzel değil. Güzel olan ya da olmayan kendinden bir şey katıyormuş gibi…Görüntü sadece görünendir. Belki de en kolayı, uğraştırmayanı. Bakalım… konuşalım. Bu kadar kolay mı?

Gerçek insanı veren değerlendirmeler, bedeninden çok ötededir ama görmek için bedenin dışında “ insanı” görebilmek gereklidir. İnsanı sevebilmek için de…Bedene ait olan tüm değerlendirmeler görüntüden öteyi görebilmek için yeterli değildir. Üstelik görüntüyle “insanı” değerlendirdiğimizde sadece güzel görebildiklerimizi değil bedeni aksayanları kötü görmeye de başlarız bir anda. Onun da yüreği var demeden üstelik…Kırıldığını, “güzel görünmeyi” herkes kadar istediğini düşünmeden hem de….Yüreğinin kendisi olduğunu kanıtlayana kadar da ne kadar tükendiğini anlatamadan, yıkılır koca bedenlerdeki ince ruhlar…

Yürek yok sayılarak yapılan tüm yargılamalar sadece görünene çıkar. Gördüğün ise insana uzak, gerçeğe karşı, yaşama ait olmayan, “insanı” yorandır.

Güzel olan uyumludur, sevilendir, istenendir, var olduğu kanıtlanmış olandır, her daim beklenendir…

Tüm güzellikler sizinle olsun, görebildiğinizde…

Reyhan Gazel

Türkiye Gündeminin "İnsan" ı



TÜRKİYE GÜNDEMİNİN “İNSAN” I

“Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında, üç yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasına vurduğunu görmüş.

Hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu hemen hastaneye götürmüş. Doktor, çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden bir şey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmış. Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığında, bandajlı ellerini fark etmiş ve gayet masum bir ifadeyle, “Babacığım, kamyonuna zarar verdiğim için çok üzgünüm.” demiş ve sonra babasına şu soruyu sormuş: “Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak?” Babası eve dönmüş ve hayatına son vermiş...” Bir çok yerde yürekten okuduğum bu küçük öykü neler anlatmıyor ki!

“İnsan”. Yaşı, konumu, cinsiyeti, bedeninin durumu ne olursa olsun kendini ayakta tutmaya, kendince değerlerini yaşamaya çalışan, toplumsal yaşama kendi istediği şekilde katılmayı, var olmayı düşleyen gerçek bir varlıktır. Değerlerini, bildiklerini yaşayabilmek uğruna birilerinin canını da acıtabilir istemeden. Bir ileri iki geri, iki ileri bir geri….Yaşanır yaşanması gerekenlerin tümü. “insan”a “insan” ca bakılmadığında yaşanmaması istenen tüm durumları, olayları da yaşantısına alacağını bilemeden….

Aylardır Türkiye gündemi olarak konuşulanların tümü “insan” yaklaşımından uzak bir anlayışla sorgulanıyor, düşünülüyor, yazılıyor…”İnsanca” değerlerin basit ifadelerle geçiştirilmesi, toplumsal çözülmelerin “insan” dan uzak denklemlerle kurgulanması ve küçük bir evren olan “insan” ın git gide beyinlerden uzaklaştırılması harman sonunu bekleyenleri ürkütüyor.

“İnsan”a değerleri olan bir varlık olarak bakılmadığında, farkında olarak ya da olmayarak yapılan tüm Ülkemiz gündemine ait konuşmalar, öncelikle “insan”a sonrasında da toplumsal çözülmeye katkı yapmaktan öte bir durum içermiyor. Özellikle kadınlara yönelik konuşmalar, yazılar kendi küçük evrenlerinde yaşamaya, kendileri var etmeye çalışan tüm kadınlarımıza büyük zarar veriyor. Sadece kıyafetleriyle sorgulanan, kıyafetinin ötesinde “insan” olarak düşünülmeyen kadınlar yürekleri ellerinde sessizce çığlık atmaya devam ediyor. Bir çok kadın, kendi değerlerini yansıttığı kıyafetlerinden dolayı üstelik kadınlar tarafından da “insan/kadın” yaklaşımından uzak şekilde tüm toplumun gözü önünde eleştiriliyor.Ülkemizin aydınları da, bir taraftan “kadın” yaklaşımının toplumdaki kırılma noktalarını çözmek isterken, bir taraftan da kadınlara sahip oldukları değerlerle ilgili “insan” yaklaşımından çok uzak söylemlerde bulunuyorlar. Bunu anlayabilmek mümkün değil.

Gördüklerimizle yaşamak yani “yaşamı yaşayamamak”, yaşamın çıkış noktalarını kavrayamamak bir eğitim sorunu. “İnsan” eğitimi sorunu. Görüntünün ötesine geçebilmek için biraz daha “insan” ı öğrenmek gerekiyor. Önce “insanın” yine “insan olarak kendisinden” başlaması şartıyla.

Toplumsal çözülmelerin önce toplumu var eden “insan” dan başladığını unutmamak gerek. Öyle ki unutulan “insan” değerleriyle toplumsal yaşantıya katılmadığında toplumsal çözülmenin de başladığının kabulünü öncelikle kendi içinde yaşar sonrasında tüm topluma yaşatır. Yazık olur çok yazık…


Küçücük bir çocuğun ilk defa eline aldığı, ne olduğunu bile bilmediği bir çekiçle değişen yaşantısında, hem babasını hem parmaklarını kaybetmesinin ardından “ insan” vurgusunun tüm yüreklerdeki önemi daha fazla hissedilmiş olmalı. Ya da benim yüreğim küçücük bir kuşun kanatlarında uçup dağlara, tepelere, evlere hatta evlerin içine ulaştığı gün gözlerimi kapatabilirim. Kuşlar kadar özgür, dağlar kadar dimdik, ırmaklar kadar değişken, denizler kadar engin... Ya insanlar…. “İnsan” kadar derin… yüreğim ancak kuşun kanatlarında savrulabilir tüm yaşama…

25 Kasım 2007 Pazar

El Ele, Beyin Beyine




EL ELE, BEYİN BEYİNE


“Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” cümlesi ne kadar net kurulmuş. Netliği tüm beyinlerde yer alıyor olsa gerek kimse bu sözün gerçek anlamını, anlamsızlığını düşünmüyor.

Sanki herkes kendisi ile aynı insanla arkadaşlık yapıyormuş gibi, herkes birbirinin aynısıymış gibi, herkesin aynı olduğu birileri varmış- olabiliyormuş- gibi, herkes kendisi ile aynı kişiyle arkadaş olmak zorundaymış gibi….İnsanın kendisinin, kendisine özel olduğu hiç düşünülmüyormuş gibi…

Yaşamın tüm paylaşımlarında birbirini tamamlayan, tamamlamak durumunda olan insanlar el ele, beyin beyine yaşarken kendimiz ile aynı olanı aramanın bile anlamsızlığını söylemek yanlış olmaz sanırım. “Ne güzel kendimle aynı bir insan buldum. Artık arkadaşım belli yani ben…” demek çocuk yaşlarda bile gülünçken, herkesin ağzında bu sözlerin dolaşmasının gülünçlüğünü takdirlerinize sunuyorum.

Paylaştıkça artan tüm dostluklardaki paylaşımın, ancak beyinlerdeki paylaşım olduğunu bilebilmek için, yaşama biraz daha derinlerden bakmak yeterlidir aslında. Görüntüyle ya da tek sözle doğrudan kabul görmeyen yaşama ilişkin tüm söylenenleri de anlamlandırarak. Ne dendiğini biraz daha düşünerek… Neden dendiğini düşünmeye gerek var mı? Bence yok. “İyi arkadaşın olsun ki adın çıkmasın kötüye “ Gerçekten komik…

Ortak akıl bu kadar gündemdeyken “bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” cümlesinin ortak akıldan öte tek akıl üzerine kurgulandığını görememek ayrı bir yazı, anlatım konusu. Yine de inatla kullanılıyor, söyleniyor, isteniyor olması da ayrı bir düşünce konusu, anlatımla birlikte. Dili düşünerek kullanmaya çalışanlara göre, dili bilerek yazmaya çalışanlara göre de anlaşılmazlık….

Günümüz insanının kendi aklının yetersizleştiği, karmaşık tüm ilişkilerde kendini var etmeye çalışanlar için ortak akıl ya da beyin beyine düşünmenin önemi yadsınamaz. Dostlukta da, arkadaşlıkta da, evlilikte de, iş arkadaşlığında da…Tüm ilişkilerde farklılıklarla sorun çözebilmek, yaşama farklı gözlerle bakabilmek, yaşamı düşünemediğimiz açılardan da yakalayabilmek olmazsa olmazdır.

Arkadaşlıkları pekiştiren, sürdüren, var eden farklılıklardır, aynılık değil. Aynılık diye bir şeyin var olmadığını bilenlere tabii….

Dostça, arkadaşça kalın
Reyhan Gazel

Denizleri Aşta Gel !




DENİZLERİ AŞTA GEL


Yıllar yıllar önce bir şarkı vardı; denizleri aşta gel kurbanın olam…Kurtar beni buralardan….20’li yaşların başlarında ve aşık bir genç kız olarak aşkımı böyle çağırırdım. Çünkü uzaktaydım… Beni sadece onun zorluklara rağmen bulunduğum yerden kurtarabileceğine inanarak, sanki duaymış gibi bu şarkıyı söyler dururdum. Cahillik işte…

40’lı yaşlara doğru ise diyorum ki; denizlerdeki dalgalar birbirinin içinden çıkıyor. Biri diğerini kendi içinde var ediyor, biri bir dalganın içinden çıkarken, diğeri farklı boyutta ve şekilde aynı anda var oluyor, tıpkı yaşamın tümü gibi… Dalgalarla mücadele zor…Dalgaları takip edebilmek, kontrol altına alabilmek, her birini gözlemleyip ortaya çıktığı anı yakalayabilmek, tüm dalgaları bir arada görebilmek….

Gökyüzünün altında her şey eski olsa da, her yaşta yaşamın içeriği farklı algılanabiliyor. Her yaşantıda yaşam farklı algılanabiliyor, yaşamda nelerin beynimizde nasıl yansıyacağı değişebiliyor….Yine de her insan kendi evreninde olan bitenleri kendi gördüğü, bildiği şekilde yaşayabiliyor…Sanki tüm dünyadaki insanlar aynı gözle yaşama bakıyormuş gibi…

Gerçek yaşamını görebildiği durumlarda sadece insanı yanıltmayan kendisidir. Her şartta, her durumda, her yaşta farklı görebildiği güzellikleri bildiğinden olsa gerek.

Yaşamın tüm değişen durumlarını kendi değişimi gibi algılama eğiliminde olan insan, hatta değişimi kendisinin gerçekleştirdiğine inanıyor. Haksız da değildir böyle düşünenler. “Değişmeyen tek şey değişimdir” diyen Herakleitos’a buradan selam etmek gerek. Yaşama ilişkin bu kavramayı yüzyıllar önce görebildiğinden…Değişimi beyninde yaşayanları ve tüm evreni değişime açık olarak anlayabildiğinden…

Zamanın bile her an değiştiğini bilip de yaşamın önce insanda sonra tüm evrende olmadığını söylemek şaşkınlıktır. Şaşkınca yaşamı izlemektir, müdahelesiz, katılımsız, sessizce…İnsana uygun olmayan bir biçimde…Değişimi ‘öncelikle’ yaşayan bir varlık olan insan olarak hem de…

Değişiyorum, değişiyorsun, değişiyoruz…Her an, her gün, her hafta, her yıl….Ölene kadar, hatta öldükten sonra bile…Bir anda toprağa karışmadığımıza göre…Yok olmadığımıza göre…Her şartta önce kendi beynimizdeki değişime, sonra yaşamın tüm değişimlerine ayak uydurabilmemiz dileklerimle…

Kolaylıklar dilerim
Reyhan Gazel

24 Kasım 2007 Cumartesi

3. Özürlüler Şurası' nın Ardından


3. ÖZÜRLÜLER ŞURASI'NIN ARDINDAN


Yürekten yüreğe konan dillerin buluşmasıdır şuralar. Ortak akılla masaya yatırılanların yine ortak akılla masadan sağ salim kaldırılmasıdır. En azından niyetler böyledir. Masaya yatırılan engelliler olunca masadan sağ kaldırmak da takdirlerinizle oldukça zordur. Yıllardır biriken tüm sorunların, beklentilerin 5 günde ortak akılla bile çözülebilmesini beklemek, istemek akılcı bir yaklaşım olmaz.

Elbette ki sorunların, beklentilerin çözümüne küçücük de olsa adım atabilmenin huzuru tüm katılımcıları sarar derinlerden. 3. Özürlüler Şurası da böyle geçti. Tüm katılımcıların, üyelerin yüreklerinin birbirlerini sardığı sıcacık bir ortamda. Gecelere kadar başka hiçbir konunun gündeme gelmemesi de bundandı.

Geçmişleri, yaşantıları, eğitim seviyeleri ne olursa olsun çözümü kucaklama gayretinde olanların tümü, bekleyen, gözleyen tüm yürekleri rahatlatabilmek için didindi durdu. Ne de iyi oldu. Emeği geçenlere sonsuz teşekkürler.

Engellilerle ilgili tüm toplantılarda öncelikle başlayan bir diyalog vardır. Engelli mi diyelim, özürlü mü, sakat mı….Başlangıçta yine bu konu gündeme gelecek diye tedirgin oldum itiraf edeyim ki. Ama ne güzel kimse bu sorundan uzak söylemi, soruyu gündemine taşımadı. Rahatladım. Konu çok özel bir konuydu. “ BAKIM HİZMETLERİ” Muhtaç durumda olan, yoksullukla da mücadele etmek durumunda kalan engellilerimiz için toplandığımızın baştan kabulü rahatlattı.

“Bakım Hizmet Türleri”, “Eğitici ve Bakım Personelinin Eğitimi”, “Bakım ve Rehabilite Edici Destek Teknolojileri” ve “Bakım Güvence Sistemleri ve Finansmanı" başlıklarında katılımcılar bilgilerini, paylaşımları, çözümlerini herkesle paylaştı. Küçük küçük tartışmalar yaşanmadı değil tabii. Doğaldır. Ama çözüme kavuşturulacak o kadar sıkıntının ve tüm çalışmaların yanında yaşananların yüreklerdeki yeri büyük olmadı.

Prof. Dr. Ali Seyyar hocamız şuraya damgasını vurgu beklendiği gibi. Yıllarını “bakım” ve “bakıma muhtaç” lara adamış bir bilim adamı olduğundan bazen söylemleri sertleşti bazen herkesi rahatlattı. Kolay değil, evinde yaşamış ve bilim adamı olarak bu işleri kendine dert edinmiş ve Türkiye’de pek de yerini dolduracak olmadığından, herkes onun sözlerini dinledi. Hocamızın son döneme damgasını vuran “ Manevi Bakım” düşüncesinin önümüzdeki dönemlerde daha çok tartışılmaya açılmasını ve dile gelmesini bekliyoruz.

Şurayla ilgili ayrıntılı bilgileri vermeye devam edeceğim bundan sonra da. Oradaki dostluklar, paylaşımların büyüklüğü, birbirini tanımaya çalışanlar…Böylesine anlamlı bir konuyu gündeme taşıyan Özürlüler İdaresi’ne içten teşekkürlerini sunuyorum. Başkanımız Abdullah Güven’e ve tüm çalışma arkadaşlarına…

Yüreği bizlerin yanında olan tüm engellilerimize ve ailelerine de temiz duaları için teşekkür etmek de boynumun borcu.

“Bir insan kendisinden daha az şanslı olanlara nasıl davrandığı ile değerlendirilir” sözünü de hatırlatarak izninizle…

Reyhan Gazel

17 Kasım 2007 Cumartesi

Engelimle Sev Beni


ENGELİMLE SEV BENİ


Sev beni. Küçük bir kuşu ellerinin arasında sevdiğin kadar…Yeni açan bir çiçeği koklamaya çalışır gibi… İnceden yağan yağmura dokunmaya çalışırken döktüğün gözyaşına dokunurcasına…Hiç bitmeyecek bir senfoniyi dinlerken aldığın hazzı yaşamaya devam eder gibi…Yaşamı yaşamın içinde kucaklarken düşündüğün mutluluklar kadar büyük….

“Ben de insanım” sözlerinin bile anlamını yitirdiği günümüz insan gündemine bir çalım atar gibi…İnsanın, “insan” olduğunu, insanlara hatırlatmasından daha acı veren bir şey olabilir mi? Cümlesinin bile anlamsızlaştığı durumlardaki sukutumuz kadar anlamlı birkaç söz…

Kapıların ardında yaşanan tüm dramlara “dur” denmesi bu kadar mı zor beyinlerde? Önce çözümlerin beyinlerde başlaması gerektiğini bilenlere… Bilmeyenlere ise tek söz yok…

“Sev beni seveyim seni” söylemleri anlamını yitiriyor, bilene… İnsanı bilene, insanlığı bilene…Sevgiyi bilene… Bilmeyene yine tek söz yok…

İnsan kendini insanda bulur, insana yakın olan bana uzak olmaz…İnsansa, insana ait tüm yaşananlar, yaşanmışlar bir gün gelir yaşamımızın orta yerine konar. O zaman yine başlanır söylenmeye “ Ben de insanım” …İnsan olduğunu bildirme… Kime, niye…

Sevgiyle yüreklerin buluştuğu tüm insanlar için, yazılanların gücü büyük olsa gerek. Yazının becerebildiği kadar … Yazılanları yaşamına yerleştirebilenlerin ise hiç söze ihtiyacı olur mu?

Bedenlerin gerçek insanın ötesine geçtiği durumların “ insan” açısından anlamsızlığını yaşadığımdan, insana insan olarak bakışın öneminin önce beyinlerde kabul görebilmesini umduğumdan yazıyorum. Tüm okuyanların da yanımda olduğunu düşünerek…

Sevginin engeli yok, olmaz, olamaz da… Sevgi tüm yüreklerde aynı. Aynı lezzette, aynı büyüklükte, aynı güzellikte… Aynı duygunun engeli olmadığı gibi…

Yürekten kalın
Reyhan Gazel

Okur İstekleri!


OKUR İSTEKLERİ!

Bekliyorum, kapının ardında. Ya şimdi ya hiç derken …Gelmedin ey zalim. Bıraktın beni halden bilmezlerin yanına. Kara gözlü, güneş yüzlü, ay parçası duruşun sanki yanı başımda. Bekliyorum, bekleme diyenlere inat, yürüyorum yürü demeyenlere inat…

Fikrimin ince gülüyken kalın oldun büyük zalim. Zalimin ne olduğunu bile bilmezken… Ya şimdi ya hiç dedim ya. Diyorum da hala bekleyerek…

Yaz dediniz yazıyorum. Anlat deseydiniz anlatırdım. Ne olduğunu, nasıl olduğunu, niçin olmadığını… Ama yaz dediniz, yazıyorum. Anlat deseydiniz ya…

Galiba yazdıklarım tüketiliyor yavaş yavaş. Artık yazdıklarımı okuyanların beyaz kağıda istekleri yazılmaya başladı. Ne de iyi oldu. “Biz sana yazacak konu verelim sen onu yaz, istediğimizi” diyen okuyanlar, şimdi de terk edilmeyi yaz dedi.

e-postamla veya başka yolla bana gelen istekleri zaman içinde yazmaya çalışırım elbette. Ancak şu ana kadar “yaz” denenlerin daha çok hüzün, terk edilme, ayrılık ve umutsuz aşk üzerine olması da beni şaşırtmadı değil. Benim tüm yazılarım umut, sevgi, neşe gibi yaşama iyi katkıları olan temalarken, benden yazmam istenen konular için epeyce zorlanacağımı şimdiden söyleyeyim.

Galiba yazılanlara rağmen yaşamın olumsuzlukları içinde kavrulmaya devam edeceğiz. Gerek yokken üstelik. Yine de yazarım ilk iki paragrafta yazmaya çalıştığım gibi, hüznü, acıyı, terk edilmeyi….

Acı insana haz vermeyendir, hüzün insana ait ama insanca olmayandır, aşk yaşama renk katar zamanındaysa, terk edilme yokluğu getirir yeni yaşama yelken açmayla …

İllaki yazmam gerekiyorsa bu kadar acı, hüzün, ayrılık yeter. Gerisi tüm okuyanların yaşamında… Hiç olmaması niyetimi de vurgulayarak.

Reyhan Gazel

Yürekten Yüreğe...




YÜREKTEN YÜREĞE…


“Benim yüreğim ancak küçücük bir kuşun kanatlarında savrulabilir yaşama “ derken, yüreğimin tüm yaşama , yaşamın içindeki tüm insanlara, bildiğimiz/ bilmediğimiz tüm evlerin içine yani yine insanlara, yaşama yani yaşamı oluşturan tüm insanlara ulaşmasını/ ulaşabilmesini düşünmüştüm. Kuşların özgürce, tüm yaşamın üstünde savrulup bir o yana bir bu yana kısaca her yana ulaşabildiğini bildiğimden…

“Benim yüreğimin” sahip olduğu sevgisinin büyüklüğünün rahatlığıyla, sevgiyle yapılan her işte, her ilişkide, her rolde, her kızgınlıkta, her evde olmasını görmeyi yine yüreğimden isteyerek…

Yürekten yapılan tüm konuşmaların istenen tüm sonuçlara ulaşabildiğini bildiğimden, “başı boş gezen, nerede, ne aradığı belli olmayan, gittiği yerde kendini anlatamayan yüreklerin yaşamdaki sıkıntılarını gözlerimle gördüğümden…

“Benim yüreğim ancak küçücük bir kuşun kanatlarında savrulabilir tüm yaşama” söylemlerimle, yaşamda herkesin mutlu olmasını istememden doğal bir durum olamaz. Yürekten baktığımda sevgiyle yaklaşmış olduğumu düşündüğümden…

Yürek ve sevginin bir arada olmadığı tüm durumlarda, insanların yaşamlarını hep olumsuzluk üzerine kurduklarını gördüğümden, olumlu bir yaşamın çıkış noktasının yürek ve sevgi kavramlarının birlikteliği olduğunu görebildiğimden…

Sevginin taşmasının insanı huzursuz ettiğini yaşadığımdan, sevginin yüreğin kontrolünde ve beynin yanı başında olması gerektiğini vurgulamanın önemini ifade edebildiğimden…

Yine de sevgi ve yürek birlikteliğini “kuşun kanatlarında” daha çabuk ve işler halde tüm insanların önce beyinlerine kondurmak istediğimden, yazabildiğimden…

Mutluyum…mutlusun…mutlular diyeceğim günlerin herkes için anlamını iyi biliyorum. Yürekten yüreğe kondurulmuş sevgilerin “kuşlarla” yaşama katılabildiğini yaşamamdan…

Sevin, sevilin, anlatın, dinleyin diyen dillerin ne anlamları taşıdığını gördüğümden…

Yürekten yüreğe bir yazı yazmayı istedim. Anlayana, düşünene, okuyana, sevgiyi herkesin gözlerinde görebilene…

Reyhan Gazel

15 Kasım 2007 Perşembe

Yaşam Sözlerim 3




YAŞAM SÖZLERİM 3

- Bilsen de bazen bilme, yalandan tabii
- Gülünce gözlerini de güldür
- Yüreğinizi besleyin ki gözleriniz de gülsün
- Oku, çalış, üret, her şeye rağmen
- İnsanı sev Yaratandan ötürü
- Bilmiyorsan, bileni dinle
- Gülü sev, gül olduğu için
- İnsanı sev, insan olduğu için
- Başına gelen kötü şeylere de gülebilmeli insan
- Eleştiriye eleştiri ile karşılık vermek yaralar
- Anlatabileni dinlemeyi bil
- Herkesi dinle kararını kendin ver
- Herkese duygunu ver, alabilende kalıcı ol
- Herkes insan, amirleriniz de
- Yaşamdaki hocaları keşfet ve dinle, yapmasan da
- En doğru kararları kendimiz verebiliriz, kendimiz için tabii
- Saygısız sevgi olmaz
- İşin ne olursa olsun en iyisini yap
- Aklın yerinde dursun, durmuyorsa yaşama ara ver
- Gül, gül, gül…yaşama, doğaya, kendine
- Herkese selam kendine cefa olmaz
- Her yemeğin tadını al ki aklında kalmasın
- Arkadaşlarını iyi seç, mümkünse gülebilenlerle
- Dostun az olsun yoksa düşmanın artar, içten hem de
- Yaşama durak yap, sevgiyle, dingin…
- Seveni sevmesini bil
- En kötü çiçek kokusu, düşmanlıktan daha rahatlatır
- Yeni güzellikler bul, yoksa elindekilerin kıymeti azalır.

Hocam...Hocam...Hocam





HOCAM…HOCAM…HOCAM


Yıllarca bu kelimeyi o kadar duydum ki. Ardımdan koşanlar” hocam, hocam, hocam….” Efendim “ Şey hocam, şey hocam… Şu notumuz belli mi hocam, hocam çok merak ediyorum hocam, hocam ne olur geçirin bizi hocam…” Bir Dakka sakin olun, durun…Bu ne telaş? “ Ama hocam, hocam, durun gitmeyin hocam, söyleyin notumu hocam, arkadaşlar diyor ki hocam…” “…………………..” Düzgün cümle kurana kadar cevap yok.

Hocam, hocam, hocam… Hala kulaklarımda. O kadar duydum ki. Saysam sayılmaz, anlatsam anlatılmaz. Yine de denemek gerek.

Bazen gece uykumda sayıklarmışım o yıllarda. Hocam, hocam, hocam… Hocalığın ne olduğunu da gerçekten beynimde kurarak. Gün içinde o kadar hocalık yapıp da, günün geri kalan zamanlarında hocalıktan uzak durmak olur mu? Olmaz tabii. Mahalleliye hocalık, akrabaya hocalık, eşe hocalık, çoluk çocuğa hocalık, sokakta yürürken hocalık, telefonda konuşurken hocalık… Hocam, hocam, hocam…Hemen yaşantınıza alıyorsunuz istemeden. Sonra “ bizi öğrencin mi sandın “ söylemleri geliyor arka arkaya. Haklılar.

Denge bulunuyor zaman içinde. Nerde hocasın, nerde değil? “Hoca” olduğunuz zamanları ayırıyorsunuz gün içinde. Yaşamı okulun içine hapsederek. Hocalığınızı okula hapsederek. Yaşamda “hoca” olmadığınızı bilerek. EEE. Ne yani hoca mıyım değil miyim?

“Hocalık” zor iş bilenler için. Tüm yaşamın içinde “hoca” kalabilmek en zoru yine bilenler için. Bunu bilmeyenlerin tavrıdır “Hoca mıyım, değil miyim“ tavrı. Gerçek “hoca” olarak görülenler her zaman hocadır, öğretendir, bilenler, anlatandır, dinlenendir, yol veren, gösterendir… Yaşamın devamında da size kılavuzluk yapabilendir. Yani okuldaki “hoca” ile farklı olanlardır.

Keşke hep “hoca” kalabilse insan. Yaşamın her anında bilen olsa, gören, ilk önce sezen, yol veren, gösterebilen…Kılavuzluk yapabilecek olan. Ölmüş olsa bile canlı kalabilen. Uzakta olsa bile yakın durabilen. Verdikleri her daim ayakta, yaşamınızın içinde olabilen. Yıllar geçse bile dipdiri anılarla beyninizde kalabilen.

“Hocam, hocam, hocam…” Buyur evladım.” Şey hocam, notum hocam…” diyen diller ne hocalık ne öğrenciliktir yaşamın içinde. “Hoca” notu olmayandır. Notu sorulmayandır. Sorgulanmayandır. Geri dönüşlerin yaşamda olduğunu bildiğinden. Karşılığın, öğrenilenlerin, yaşantıda bulunacağından en iyisini öğretmek, en iyisinden yol verebilmek derdinde olanlardır.

Anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna bile az. Ben anladım, yazdım, yaşıyorum, yaşayacağım. “Hoca” olabilene kadar. Bana yol veren “hocalarıma” emeklerinin karşılığını gösterebilene kadar. Bana yazabilmenin tadını öğreten, anlatan Canım ”Bilge Hocama” rahat, huzur dolu ebedi uyku tattırana kadar…

Hocam, hocam, hocam… “ “Efendim” “ Hocam yazdıklarıma bakabilir misiniz?”
“ooo yine bir şeyler karalamışsın, hemen bakalım birlikte…”

Bakalım “hocam”.

Tepe Bakışı





TEPE BAKIŞI
Yazılarımı tüketmeye çalışanlar sözün ötesini görebilenlerdir. Her şeyin sözle anlatılamayacağını, sözün ötesinin de olduğunu bilenlerdir. Kelimelerin o andaki tek başlarına anlamlarının, yazdıklarımı anlatmaya yetmeyeceğini düşünenlerdir, her kelimenin bir başka kelimeyle ahengi ve tümünün konfigürasyonunu anlayabilenlerdir. Becerebildiğim kadar…

Yazı yazmak hem keyif hem zorluk veren bir anlatımdır, konuşmaktan çok daha zordur. Konuşurken kullandığımız mimikler, beden dili aslında derdimizi anlatmada en büyük destektir. Ya yazarken! Kim görüyor bedenimizi, yaptığımız mimik vurgusunu…Zor olan budur, ne anlatacaksak sözün gücüyle yazabilmek…Bildiğimiz kadar, dile hakim olduğumuz kadar… Güçlük burada, biraz da ne anlatacağımızı bilmemizde, neyi anlatmak istediğimizde, nasıl anlatacağımızda, ne ile destekleyeceğimizde, kullandığımız kelimelerin uyumunda… bu liste böyle uzar gider…

Herkes yazabilir. Buna destek de olmak gerek. Yazmaya teşvik de gerek. Yaza yaza daha iyi aşabiliriz tüm zorluklarımızı. Ama sorun şu ki, yazdıklarımızı geliştirebilmek, değiştirebilmek… Zorlukları görebilmek, aşabilmek… bu liste de böyle uzar…

Yazı yazmaya başlayalı yaklaşık 30 yıl oldu desem ne dersiniz? 30 yıldır yazıyorum. 5 yaşından beri yani. Hep yazdım, daha iyi yazmayı hep istedim, hep kendimle yarıştım…Hocalarımı çok iyi dinledim kendimi geliştirebilmek için. Yaza yaza ellerim ağrıdı çok geceler yine de yazdım. Daha iyi konfigürasyon yapabilmek için, kendim gibi yazabilmek için. Edebiyat dersinden aldığım 100’ lerin kıymeti çok olmadı gözümde. Herkes alabiliyordu çünkü. Daha iyi, kendimin daha iyisi olana kadar da devam…

“Yazmak keyiftir, yazabilene” derim hep. Yazamayan için işkence olduğunu bildiğimden. Bazen yazamadığımdan. Belki konuyu bilmediğimden belki de o an için aklımın başka yerlerde olduğundan bilemem… Ama her an, her şeyi yazabilmek zordur bunu iyi bilirim. Yazının gücünü yaşamın tümüne uygulayabilmenin ne kadar zor olduğunu bildiğimden belki de…

Felsefe okumak önemli yazabilmek için. Dili daha derinlerden anlatabilmek için. Felsefe bilmeden olur mu? derseniz cevabım basit aslında. “Olur ama okuyan da felsefe bilmiyorsa“ Çünkü, yaşamın derinlerdeki tadını iyi bilen felsefe okurları için, düşündüğünü yazabilenlerin yeri büyüktür. Anlamlarını da bildiklerinden kıymet verirler yazdıklarınıza, size.

Yine de yazmak keyiftir, yazabilene…Tepeden bakabilene, yaşamı yaşamın içinden görebilenlere…

Göz Ağlar Yürek Ağlayamaz


GÖZ AĞLAR YÜREK AĞLAYAMAZ

Onca sıkıntının içinde bir o yana bir bu yana koştururken ne gözlerimizi görürüz ne yüreklerimizi. Bir an gelir ellerimizi attığımızda ne yürek ne gözlerimiz eski halindedir. Gözler ağlamaktan kıpkırmızı açsam mı açmasam mı diye kendini zorlarken, yürek açılmanın ne olduğunu bile unutmuştur.

Her insan kendi içinde küçük evrenini yaşarken, tüm dünyanın kendi bildiği dünya olduğu tezini hemen kabullenir. Kendi yaşantısında olanlar tüm dünyada olanlardır, yaşadıkları tüm olaylar dünyanın tüm olaylarını anlatır, yaşantılarında var olanlar tüm dünyanın insanlarıdır…Bu liste böyle uzar gider. Kendi küçük evrenini dünyanın kocaman akıl almaz evreniyle bir tutanlar, gözleriyle ağlayarak yazık ederler küçük evrenlerinde yaşanılası güzelliklere. Yazık ederler sevenlerine, kendilerine.

Gözlerdeki yaşlarla dünyanın tüm güzelliklerine engel koyanlardır kızdıklarım, etrafımda var olmalarına izin vermediklerim…Gözlerdeki yaşları düşüne düşüne göremeyen, evreni kendi evreni ile bir tutanlardır kızdıklarım.Gözlerle yaşayanlardır etrafımdan uzak tuttuklarım…Gözlerin ötesini veren her şeyden, yürekten uzak duranlardır kızdıklarım.

Yaşlar süzüldükçe dünyanın da süzüldüğüne inanmak, kendi evrenini unutup gerçek evreni küçülterek haksızlık etmek gözlere de yüreklere de yazık etmek, insanda insana ulaşamamak yaşama haksızlık, yaşanılanlara aykırılıktır. Yaşamı kendine hapsetmektir. Yaşamı küçültmektir. Oysa her şey o kadar geniş ki, görebilene. Doğru yerindeyken tümü.

Yürek tüm evrendir yürekten görene. Yürek aldatmaz, anlayabilene, kandırmaz bir an bile…Yürek ağlamaz, evrenin tümünü bildiğinden. “Ağlama” der usulca gözlere,
”ağlama daha görecek güzellikler var bulalım birlikte “ Ama gözlere anlatamaz derinlerden akıttığı tüm güzellikleri. Yürek göremez diyenlere inat, yürek en uzağı görendir, bunu böyle bilene… Gördüğüne ağlayan gözlere anlatamadıkça yürek çekilir insanın küçük evreninden. Çekilirken de kapanır kendine öncelikle. Bir daha hiç açılmamacasına.

“Ağla gözlerim ağla, gel beraber daha da ağlayalım. Ağlaya ağlaya güzel günler görelim.” Hani ağlayınca güzel günlerin gelmesi gerekir ya. Bekle o zaman ağlayarak, güzel günlere hasret gözlerle. Yürekler unutulmuş, evren unutulmuş, yaşam unutulmuş…Bir unutulmayan gözler kalmış gibi. Gözlerle ağlamakla sıkıntılar çözülürmüş gibi. Yüreklerle göremedikçe de gözlerle ağlamaya devam edileceğini bilmiyormuş gibi.

Oysa ki yüreklere ulaşanlar kolay kolay ağlayamaz. Sıkıntılarının, ağlatanların yürekten olmadığını bildiklerinden…Yürekle bakanın ağlatmayacağını görebildiklerinden…Yürekle baktıkça da yüreklerin ağlatmayacağını yaşadıklarından…

Yürekler ağlayamaz, gözler ağladıkça. Kapanır kendine koca evren, koca yürek…Açılmamacasına. Gözler, yürekle beraber yaşamadıkça gülemez de, yürek gülmek istese de. Böyle bir devinime gerek var mı? Benim yaşamımda olmadı, olmayacak da.

“Yürek” lilere yürekten yüreğe…

Reyhan Gazel

14 Kasım 2007 Çarşamba

Yaşam Sözlerim 1




YAŞAM SÖZLERİM 1




- Sen gül ki yaşam da sana gülsün.
- Yüzün gülsün beynin asla.
- Ya eğlen ya çalış gerisini boş ver
- Yaşamı ayırarak yaşa, her şey doğru yerde
- Gökyüzünün altında her şey eski
- Kendini bil
- Hızlı düşün yavaş yol al
- Gün 24 saattir
- Geliş ki yaşamın genişlesin
- Neyi bilip neyi bilmediğini iyi bil
- Herkes üretebilir yeter ki üretmeyi bilsin
- Üretmeyene üzülme, ürettirmeye çalış
- Kendin ol, göründüğün gibi, olduğun gibi
- Daha az şanslı olanlara şans ver ki yaşam da sana versin
- İlahi adalete hep güven
- Yaşamak çok güzel, yaşayabilene
- Sev sevmeseler de inatla
- Kızdığına gül uzat, rahatla
- Başarı kolay, yolunu bilene
- Çok uyuma, yaşam çok uzun değil
- İnatla mutlu ol, mutsuzluk isteyenlere inat
- Herkesi çıldırtana kadar mutlu ol, ama gerçekten
- Herkese gül, kızsalar da
- Herkes insandır, gör
- İnsana eksikleriyle değil, kendisi olarak yaklaş
- Kimse mutsuzluğu hak etmiyor, mutluluğun yolunu herkese göster
- Düşünmeyle geçen zaman boş zamandır, yap
- Yapabilmek zordur, yapan bilmeyebilir,bilen yapmayabilir,hem bil hem yap
- Öğren, öğrenmenin yaşı olmaz
- Herkesin herkese öğretecekleri vardır
- Önce evinde mutlu ol, gerisi gelir
- Kendini tamamlayacak biri mutlaka olsun
- Sinirlenme, nefes al, sinirlenirsen söyle nedenini
- Doğru sözle tüm istekler gerçekleşir, doğru sözleri bul
- Yılma, üşenme, farklı yolları bul umutsuzluktan arın
- Değerini hissettir, anlamayanlara
- Etkili insanlarla birlikte ol, gör, dinle
- Kimseyi sırtına alma, inmiyorsa indir
- Strese gerek yok, sakin ol
- Doğayı keşfet
- İnsanların gözlerinin içini gör
- Zor günlerden güçlü çık, öğrenerek
- Hata yapana dikkatli ol, bir daha yapar
- Küçücük sevgi kıpırtısı görsen şans ver, gerisi gelir
- Duygunun yaşı, cinsiyeti, engeli yok
- Yüreğiniz kendi ellerinizde olsun

Yaşam Sözlerim 2


YAŞAM SÖZLERİM 2




- Kinden uzak dur, sana kin duyandan da
- Yüreğini kimselere kaptırma, sağlamda yanında olsun
- Başarıyı tadın ki başarı da sizi tatsın
- Yaşamın ayrıntılarını iyi seç, gerekliyi gereksizden ayır
- Kendine güvenene herkes güvenir
- Bildiğini söylemekten, bilmediğinde susmaktan imtina etme
- Hak önemlidir, ama sizin hakkınız olanın ne olduğunu iyi düşünün.
- Yaşamda payına düşenlere isyan etme ya da yerinme, bir gün tümü değişebilir.
- Önemli olan her daim ayakta kalmaktır
- Beden dili önemli ama, beyin dili hep geçerli
- Bedenden önce beynine sahip çık
- Dil yalan söyleyebilir, yürek asla
- Yürek gözlerdedir, görebilene
- Aşka kapalı olma, aşk sadece insana olmaz, doğaya…
- Sevgiyle bakılan tüm işler başarıya götürür
- Hedefini netleştir, yolları zaman içinde değiştirebilirsin
- Değişime kapalı olma, yaşam dışı kalırsın, her şey değişir
- Kalıplar delinebilir, yeter ki yürekler yorulmasın
- Yüreğin, beynin havada gezersen mutlaka çarpar geçerler
- Üzüldüğünde önce yüreğini tut, sonra çözümü gör
- Üzüldüğünü belli etmek gerçek insan tavrıdır, zafiyet gösterisi değil
- Empati önemlidir, yeter ki sempatiye dönüşmesin
- Kontrolünüz dışında gelen başarıya dikkat!
- Üretemiyorsan, yereceğine üretene gözlem yap
- Kıskançlık insana özeldir ama beynin kontrolü gerekir

13 Kasım 2007 Salı

Gülü Bir Gün Seni Her Gün





GÜLÜ BİR GÜN SENİ HER GÜN



Bir gülü sevdim bir seni sevdim…diye başlayan bir şarkı vardı çocukluğumda. Ama inanın melodisini hafifçe mırıldanabildiğim bu şarkının diğer sözleri hakkında hiç fikrim yok. Ama gülü bir gün seni her gün diye başlayan ve devamını nasıl söylediklerini bilmediğim bir tır arkası söz aklıma geliyor bu şarkıyı mırıldandığımda. Sanırım karşıtlıkların birbirinin ardından gelmesi durumu söz konusu burada. Şarkıda gülle aşık olduğu kişinin bir olduğunu söyleyen bir insan, tır arkası sözde gülle insanı aynı kefeye koymak şöyle dursun, karşılaştırmıyor bile. Niyeyse ?

Gül. Güzellikleri çağrıştıran, sevdiğimize verince ya da alınca bizi mutlu eden bir çiçek. Niyeyse ? Yüklenen anlam bu da ondan belki de. Gül güzelliklerin tümünü çağrıştıracak, tüm sevdiklerimize verilecek, sevenlerimizden beklenecek, getirilmezse kapris yapılacak, paramız yoksa bahçeden çalınacak yine de sevdiğimize verilecek….Ne pahasına olursa olsun hep istenecek. Unutmayın ey sevenler… Birileri emretti, yükledi anlamı gerisi sizin işiniz, ne yapın edin bulun ve verin. Ne yapıp edin de aldırın zorla. Bir de mümkünse kırmızı olsun en çok göze batanından. Kıpkırmızı alın ki daha çok sevsin sevdiğiniz.

Derdim gülle değil anlamayanlara. Derdim zorla güzellik veren ya da almaya çalışanlara. Güzellik, sevgi bir çiçeğe yüklenemeyecek kadar derin olmalı, bir çiçeğe göre değişmemeli. “Kırmızısı az bu gülün sen beni çok sevmiyorsun demek ki, niye gül almadın bana beni sevmiyor musun?” Diyen dillere kızgınlığım. Yürekleri çiçeğe sığdırmaya çalışanlara kızgınlığım. Sevdiğinize bir ot bile anlamlıdır yürekten verildikçe. Aldığınız bir gül yaprağı bile değerlidir sevgiyle sunulduğunda. Verdiğiniz bir kırmızı gül mü sizi değerli kılan ya da çok değerli kılan? Gül solduğunda ne olacak? Özür dilerim defter arasında kurutulup saklandığını unutmuşum. Yıllar geçse de sevildiğini hatırlamak için arada bir bakmak gerek defter arasına. “Beni seven biri vardı ne çok severdi en iyisinden kırmızı gül almıştı. Şimdi nerede acaba? “ “ Birine gül almıştım saklıyor mu ki defterin arasında, adı neydi ki ? “

Daha vahimi var bu sözlerin. “ Eşim beni ne çok severdi eskiden. Bak göstereyim sana kanıtlamak için. Bana şu şimdilerde solan gülü almıştı sene bilmem kaçta. Şimdi artık almıyor. Ama olsun aldı ya. Beni sevdiğini gösterdi.” “ Şimdi…” “ Şimdi almaz eskiden çok aldı. Çok pahalı zaten ne yapacağım ki gülü?” “Umurunda değil de niye sararmış güle bakıp bakıp ağlıyorsun?“ “Ben ağlamayım da kim ağlasın kardeş?” Ağla ağla…Belki biri gül verir de bırakırsın ağlamayı.

Kocaman yüreklere sığmayan sevgilerin küçücük aciz bir güle sığdırılması solduruyor gülü belki de zamandan öte. Bilemem hiç soldurmadığım için defter arasında. Hiç de soldurmayacağımı biliyorum. Gülü koklamak, yaşamı yaşamın içinde yaşamak, tüm güzellikleri yerinde yaşamak isteği yaptırıyor bunu bana. Sevgi yürekte yaşar, gülde değil. Ya da gülde yaşar yürekte değil. Gül kendinde yaşar, kendi için, kendisi için tüm sevgileri. İnsanın sevgisini taşıması önce gülün güzelliğine haksızlık olmaz mı? Taşıyamayacağı yükü yüklemek gülün kendisini yok etmez mi? Yüreklere sığmayanı güle sığdırmak belki de en büyük haksızlık. “insana” haksızlık, sevene, sevilene, sevmesi beklenene, sevildiğini düşünene, sevgiyi gerçekten bilene…

Bu yazımdan sonra da yine gül güldür, getirene, verdiğime…

Şiir Tadında Yaşamak





ŞİİR TADINDA YAŞAMAK


Bir gün kardelen, çimen, çam ağacı, fil, papatya, deve dikeni, karınca, aslan, gül, kaplan, deve, menekşe, geyik ve kunduz konuşuyorlarmış. “Ne olacak bu memleketin hali? “
Fil kimseye söz hakkı vermek istemiyormuş. Ağır ağır, oturaklı ama akıcı konuşmasıyla “ Düzelir düzelir, neler gördük bugüne kadar, Her şey güzel olacak, sakin olun….” Karınca sürekli araya girerek “ Ben de konuşabilir miyim? “ diyormuş. Ama karınca bu eti ne budu ne kimselerin umurunda değil. Gül hep gülümseyerek dinliyormuş konuşulanları. Geyik bir sözü alsa… Ah alabilse…Sabaha kadar artık Allah ne verdiyse…

Çam ağacı hep ayakta dimdik dinliyormuş memleketin halini. Nasılsa düzelir bakışıyla. Deve dikeni dertli mi dertli… Sanki dünyanın yükü onun sırtında. Tamam deve dikenisin ama deve dikeni olmasan ne yazar, diken dikendir. Can acıtır. Kunguz oradan oraya hiperaktif davranışları cümlelerin arasına kıpırtı serpiştirip, ortalıkta ne üdüğü belirsiz şekilde dolaşıyormuş. “Aman bana ne ben işime bakarım” tavırlarıyla. Karınca kardeş hadi sıra sende
“ Ne ben mi konuşacağım. Durun konuşuyorum. Bir dakka, bir dakka ya durun neydi konuşma konusu ha ekmek kavgası, benim ekmekle sorunum yok zaten hep var, hep de var olacak…” Çimen kıpır kıpır rüzgara kaptırmış kendisini keyfinde. Aman kimse bozmasın keyfini.

Aslan kükremiş “ Ben varken kime kalır memleketin sorununu çözmek. Çözülecek sorunları getirin ben hepsini çözerim. Oturduğum yerde, gerekirse savaşırım da sizler için. Var mı bana cevap verebilecek? “ Rüzgar titretirken çimen birden dönmüş yüzünü aslana
“Var” Nasıl yani? “ Var cevabım size sayın aslan” “ Söyle bakalım” “ Şey bırakın bu işleri bakın rüzgar ensemizde masaj yapıyor dinleyin güzel sesi. Dinleyin bakın gördünüz mü yaşamak ne kadar güzel, bırakın memleketi önce kendinizi kurtarın” Papatya desteklemiş çimeni. “Bence de” Yaşamak güzel diyerek çimenle birlikte gözlerini kapatıp dinlemeye başlamış rüzgarın sesini. Kaplan da katılmış onlara,çam ağacı,fil, deve dikeni,gül,deve, geyik, menekşe,karınca,kunduz bile.

Kardelen… Güzel kardelen. Karları delecek kadar kendine güvenen. Karların ortasında açacak kadar güçlü, kışın ortasında doğayı mutlu edecek kadar sevgiye aşık, memleketi içten mutlu edecek kadar akıllı, güzeller güzeli kardelen…. “ Karakışta gösterir kendini tüm yaşama direnenler, karakışta gösterir kendini tüm yüreği yanıklar, karakışta gösterir kendini tüm sevgiler, karakışta gösterir kendini tüm yürekler, mutluluğa hasret kalanların umududur tüm savaşlar… Oysa ki mutluluk içinizde, güven, sevgi, güç kendinizde… Memleket kendi ellerinizde, yüreğinizde. Bırakın konuşmayı, delin karları…”

Haklısın kardelen doğru söze bizden de bir şapka merasimi, sana hediye. Yaşa yaşayabildiğin kadar, yüreğin yettiği kadar, umudu tüm canlılara verene kadar….

Tüm karları delenlere, kardelen de benden hediye…şiir tadında…

Benim Hakkım Var ya Senin?




BENİM HAKKIM VAR YA SENİN?



Türkiye gündeminin hiç tüketilememiş, tükenmeyecek söylemi: Kadın hakları. O kadar ki sonunda konuşa konuşa kadınlarımızı bile nerdeyse inandıracağız haklarında sorun olduğuna. Verilmemiş haklarını ancak büyük mücadelelerle alabileceğine.Verilmesi gereken hakları da almak için sürekli konuşmaya… Konuşalım, konuşalım belki konuşa konuşa alırız bu hakları. Hani konuşana hemen ne istiyorsa verilir ya.… Ondan…

Toplumsal yapının iki cinsiyetinden birisi olan kadınların bedenen güçsüzlüklerinin sanki beyinlerindeki güçsüzlük gibi algılanıp, korunmaya ihtiyaç duyulduğunun söylenmesi zaten baştan kabulüdür beyinlerdeki “insan” vurgusundaki sıkıntının. Baştan korunmaya ihtiyaç duyulduğu düşünülen bazı kadınlar ise kendine ait değerlerinin olmadığını düşünüp katılır tüm bu söylemlere. “Evet, bana haklarımı verin” Verelim. Ne istersiniz? Orta mı olsun, açık mı? Bazıları “kadınlara ait hak mı olurmuş haklar her canlı içindir” söylemleriyle gezinirken.

“İnsan” önce kendisini insanda bulmalı sözünü düşünmeden yuvarlanır ağzımızdan kadın hakları. Baştan ikinci sınıf bir cinsiyet olduğu tezine dayanılarak. Bakışlardaki kadın yaklaşımında görülen istenmeyen tüm durumlar, kendisini hak arama şeklinde göstererek. Oysa ki ortada ne ikinci sınıf cinsiyet ne de birinci sınıf cinsiyet vardır. Topu topu, toplam, hepsi, bütünü iki cinsiyettir yaşanması gereken, birlikte yaşaması gereken.

Verilmesi istenen haklarının kimin tarafından gaspedildiğini ise tüm kadınlar çok iyi bilir ezberden. Sanki başka cinsiyet ve insan şekli kalıyormuş gibi: Suçlu erkekler. Erkekler hemen savunmaya geçer, eni topu iki cinsiyet olduğu için kendileri kötü hissederek.!”Biz tüm kadınların mutlu olmasını istiyoruz“ Çok iyi, herkes oyunu kuralına göre oynuyor. Ancak erkekler de suçlanan taraf olarak bir kaç çeşit davranış gösterirler aralarında. “ Kadının hakkı mı olurmuş”, “ O ne ? “, “ Kadınlar mı onlar zaten evimin gülü.”, “ Kadınıma dokunanı yakarım.”,” Elbette kadınlara hak ettikleri haklar verilsin”….Tüm bu istenmeyen, baştan kadının eksikliğini kabul eden yaklaşımlar bir tarafa, kadınlar toplumsal yaşamın zaten ortasında bulunduklarından içten içten şaşkınlık yaşarlar. Ama bedenlerindeki zariflik beyinlerine de geçtiğinden belli etmezler tüm gerçeği bildiklerini. Diğer cinsiyet haklıymış gibi davranmak işlerine gelir: “Daha fazla ne alabilirim? “

Toplumsal yaşantılarda beyinlerden giderek uzaklaşan “insan” vurgusu, engelli, çocuk, hasta, yaşlı, kadın, erkek….tüm insanlara ait olması gereken bir vurgudur. Beyinlerin öncelikle algılaması gereken vurgu. Bir insana baktığımız anda beyinlerin yüreklerdeki yansıması şeklinde yaşanılan bir vurgu. İnsanları bölmeden, ayırmadan, kategorize etmeden gözlerin ötesinde yaşanılan bir vurgu. Tüm insanların birbirlerine bakarken yüreklerinde yaşamaları gereken vurgu. Kadınlar ya da başka ayrılarak düşünülen insanlara ait olan tüm hak vurgularının kurgusu baştan “insan” anlayışına uygun olmayan bir bakışın sonucudur.

Kadın, erkek, genç, yaşlı, engelli, bebek….ne fark eder ki. Doğduğunda “ınga” diyenlerin tümü mutlu olsun. Birlikte mutlu olsun. Ayrı gayrı düşünülmeden…Kendimizin yarattığı sıkıntılı cinsiyet vurgusuna yine kendimizce “hak çözümleri” getirmeye çalışmadan yaşayabilmek yürekleri hafifletir. Yüreğiniz ağırsa bir de bu deneyin… Deneyin hafiflediğinizi göreceksiniz. Gözlerinizdeki perdeyi de indirin denerken tabii. Yargı perdesini, kendinizce yarattığınız perdeyi.

11 Kasım 2007 Pazar

Şafak Atana Kadar


ŞAFAK ATANA KADAR


Bilge Karasu Hocam “ Gece nerede başlar?” diye sorardı. Ben de “ Nerede biter? “ derdim. Gülerdi, içten içten. Şimdi beni göklerden izliyordur eminim, yine gülerek içten içten…

“Hala arıyorsun değil mi gecenin nerde bittiğini“ dediğini de duyar gibiyim. Gül hocam oralardan bizlere gül. Gülmek sana çok yakışıyor. Senin için artık bir önemi kalmadı değil mi gecenin nerde bittiğinin ya da nerde başladığının…Biz hala uğraşıyoruz, sen rahatça uyurken.

Her yazı yazmaya oturduğumda Bilge Hocamı düşünürüm. Onun sıcacık gülümsemesi gözlerimin önüne gelince, ben de kendime gelirim başlarım döktürmeye. Becerebildiğim kadar. Seni yine andım Bilge Hocam, ömrüm oldukça anacağımı iyi biliyorsun değil mi ?

“Gece nerede başlar” ya da “nerede biter”. Başlangıç ve bitiş aramak adettendir arayalım bakalım. Aramazsak kimse düşünmeyecek düşüncesiyle… Gecenin başlangıcını güneşin başka diyarlara gitmesi şeklinde düşünebiliriz ama gidenin gerçekten güneş mi olduğunu bilemeden. Günün bitmesi diye de düşünebiliriz. Gün gerçekten biter mi? demeden. En kötüsü herkesin evlerine çekilmesi söylemleridir, ne demekse onu da bilemeden. Eve çekilince yaşamdan çekiliyor gibi düşünüp. Bu hiç istenmeyen kurgudur böyle düşünen için. Yaşam her andır tezine karşı.

“Gece nerede başlar” dendiğinde hemen güneşin batışını düşünüp, büyük bir bilgi bulmuş gibi kendimizce gülümsemek, geceye hakarettir. Gecede güneşin olmadığını bilmek sadece görüntüyle yaşamaktır belki de böyle düşünen için. Güneş gözümüzün önünde değilse yoktur anlayışı öteleri göremeyenler için ciddi buluştur. Daha neler? Gözümüzün önünde olmayan yoktur, ya yürekler… Yüreklerdeki güneşi nerde görürsünüz diye sormak gerek böylelerine…

“Gece nerede biter?” Başlayan bir şeyin bitmesi gerek tabii. Gece vardır bu durumda her var olanın biteceği gibi onun da bitmesi şarttır. Bu durumda bu sorunun cevabı doğrudan gece nerede başlar?” sorusuna verilen cevapta gizli. Merak etmeyin dedektif olmaya gerek yok bu bir yazı, okuyan bulur.

Şimdilerde daha iyi anlıyorum Bilge Hocamın bana neden gülümsediğini. Sorduğum sorunun cevabını kendi sorusunda bulacağımı iyi biliyordu. Her sorunun karşı tezini bulmak, cevaba cevapla karşılık vermek gibidir çünkü. Gecenin yüreklerde bulunmasının önemini de bulacağımı düşünmüş olmalı. Onun yorumlarına verdiğim başlangıç sorularının cevaplarını kendimce yorumlayacağımı da beyninden geçirerek…

Şafak atana kadar gece devam eder illaki cevap bekleyenlere yazayım kendimce. Ama yürekten bu cevabı vermediğimi de bilerek…. Gece kapanması gerekeni ifade eder, belki de yüreklerde, örtünmesi gerekeni…Yürekler açık oldukça ne başlar ne de biter… Ben bir taş attım yüreklere, gerisi okuyanların işi.

Reyhan Gazel

9 Kasım 2007 Cuma

Keriman



HARMAN SONU KADINI: KERİMAN


Ah nerde eski günler! Koşan delikanlılar, konuşmak için kovalanan tüm zamanlar…
Geçti, bitti geriye kalan hoş bir sada. Yıllar ne çabuk geçti, umutlar da. Şimdilerde zaman tüketmekten geriye ne kaldı? Beklemek, neyin beklendiği bilinmeden üstelik… Arayan soran da azaldı. Arada cılız sesler etrafta. Kaybedilen yitip giden koca bir ömür. Babamın koca malikanesinden ne kaldı ki. Esamesi bile yok şimdilerde. Duvarlar anlamsız, boş, gözler arıyor geçmişi bugünde ama bir anda gelen dış ses bozuyor aranan geçmişi. Yine boşluk, hiçlik bugüne özel.

Aynalar yalan olmalı bu görünen olmamalıyım. Baktıkça bakılası gelinen kadın nerede ki? Nereye kayboldu ? Aynanın arkasında mı ? Bakalım arkaya. Yok. Aynanın arkasında da bulamadım. Çok gerilerde olmalı, görünmeyen bir yerlerde. Dünyanın en güzellerinden biriydim, şimdi aranmayan oldum.

Ama yine de mutlu olmalıyım eskisi gibi. Herkese gülmeliyim, tüm cebimdeki parayı dağıtmalıyım çocuklar mutlu olsun diye. Nasılsa beni aç bırakmaz çocuklarım. ‘Gelin yavrular, alın paramın tümünü gidip kendinize bir şeyler alın.’ Ne de mutlu oldular bana da yaşam kaynağı… Çok param olsa da daha çok versem şu garip yavrulara.

Yine yalnızım. Herkes bir iş peşinde. Olsun yeter ki çocuklarım rahat olsun, aramasalar da…Biliyorum ya iyi olduklarını o da yeter…

Ne mutluydum eskilerde… Babamın göz bebeği, evin güzel, nazlı kızı… Kıyamazlardı bana hiç ... Bedenimin güzelliğini yüreğimden aldığım için belki de herkes severdi. Ben de herkesi. Dadılarla geçen, özenilerek geçen tüm çocukluğum şimdi birer anı. Hepsi yok oldu depremle, bitti tüm güzellikler. Yıkıldık evimizle birlikte, umutlarımızla birlikte. Hemen evlendirilmem tesadüf değildi, aç kalmayayım diye.

Evlenmek bile mutlu edemedi, hep boşluk eskiye özlem… Kocam iyiydi beni hep nazlandırdı herkese inat. Çocuklarım da. Ama yetmedi ki. Küçük prensesi mutlu edemedi yaşananlar….

Şimdi o da yok. Beni herkese inat nazlandıran kocam da gitti, çocuklarım da hep meşgul arayanım yok. Sadece hayaller, özlem, anılar…Ve mutlu edince mutlu olduğum küçük yavrular…İyi ki siz varsınız. Yine de yaşamak güzel. Gülmek güzel. Özlemlerin canlı olması daha da güzel.

Güzeller güzeli, bana gülmeyi öğreten anannem için…. İyi ki varsın.

Reyhan Gazel

4 Kasım 2007 Pazar

Görüntünün Ötesi



GÖRÜNTÜNÜN ÖTESİ


Benim yüreğim küçücük bir kuşun kanatlarında uçup dağlara, tepelere, evlere hatta evlerin içine ulaştığı gün gözlerimi kapatabilirim. Kuşlar kadar özgür, dağlar kadar dimdik, ırmaklar kadar değişken, denizler kadar engin... Ya insanlar…. “İnsan” kadar derin… yüreğim ancak kuşun kanatlarında savrulabilir tüm yaşama.

“ Eğer tohumlar kadar ortadaysan kuşlar yer” cümlesi bile ne tohumun ne kuşların yaşamdaki doğru yerini tam karşılayamıyor. Yaşamı var eden tohumların açıkta olmaması/ olması kuşların devamı için gereklidir tezi bile tam anlatamıyor devinimi. Belki daha iyi anlayabilmek için yaşamın derinlerinde, görüntünün ötesinde bir yerlerde gezinmek gerekiyor. Bir böceğin kanat çırpışı, bir insanın başkaları için giyinmesi, evlerin bir çırpıda yıkılabilmesi, dalgaların insan boyunu aşması, bir mağdurun yardım beklemesi, yumruk yumruğa kavgalar… nerde başlar nerde biter? Devinim burada yazılanlar mıdır? Gökyüzünün altında her şeyin eski olması devinime karşı bir tez oluşturmaz mı ? Ama gökyüzünün altında her şey eski değil mi? O zaman devinim içinde olan ne ki?

İnsanın beyninin çok küçük bir bölümü ile yaşadığını bilimden çok uzak yaşayanlar bile biliyorken, bilincin dışında kalan ve gerçek yaşamın saklı olduğu bilinç dışı/ altı neden hala gizleniyor bizlerde? Ya da neden gizliyoruz kendi ellerimizle? Asıl yaşam enerjimizi veren kullanamadığımız beynin alt!! tarafı ne zaman işe yarayacak yaşamı daha iyi okuyabilmek için?

“ Nedensiz bir davranış olmaz” kabülü tüm psikoloji tarihinin temel kabulüyken nedeni bilinmeyen tüm davranışlarımızın gerçek nedenlerini neden aramayız gizli kalmış bölgelerde? “Bir bulsam neden mutsuz olduğumu, aslında mutsuz olmam için neden yok ki “ diyen diller hala neden farkına varamaz mutluluğun geldiği yerin insanın tohumlarının atıldığı bilinç dışı/ altı olduğunu. Öğretmezler desek öğretiyor yaşam aslında. O zaman başa dönelim; benim yüreğim küçücük bir kuşun kanatlarında uçup dağlara, tepelere, evlere hatta evlerin içine ulaştığı gün gözlerimi kapatabilirim. Kuşlar kadar özgür….denizler kadar engin…. Burada bile devinim olması ilginç.

Gördüklerimizle yaşamak yani yaşamı yaşayamamak, yaşamın çıkış noktalarını kavrayamamak belki de bir eğitim sorunu. “İnsan” eğitimi sorunu. Oğlumun kullanamadığı elini taklit ederek , başka öğrencilere kötü örnek oluyor diye okuldan atan müdürün temel sorunu. Yaşamın tohumlarını görememek öncelikle “insan” eğitenlerin temel sorunu. Burada bile devinim karşımızda. Böyle gelmiş böyle gider… Gider mi dersiniz?Yine başa dönelim; benim yüreğim küçücük bir kuşun kanatlarında uçup dağlara, tepelere, evlere hatta evlerin içine ulaştığı gün gözlerimi kapatabilirim. Yani biten yok, gözlerimi hala kapatmadığıma göre… Bir insanın sadece kıyafetleriyle “ kaliteli” olmasının ise oğlumun müdürü tarafından algılanış durumundan farkı yok aslında. Görüntünün ötesine geçebilmek için biraz daha “insan” ı öğrenmek gerekiyor. Önce “ insanın” yine “insan olarak kendisinden” başlaması şartıyla.

Yürekler yanılmaz, gördüklerimizin yanıltıcılığına karşı. Yüreklerimizle, bilinç dışı/ altımızla görüyorsak yanılmanın kelimesi bile okunmaz yargılarımızda. Yargılama hakkımız varmış gibi davrandığımızda elbette. Bu hakkın kullanımını sorgulamak ise ayrı bir yazı konusu takdirlerinizle. Onu da yazarım, düşündüğüm gibi… Yaşadığım gibi…Yürekten kalın.

Beşiktaş'lı Olmak Ayrıcalıktır


Bir futbolcu kızı ve centilmen bir futbolseverin eşi olunca futboldan uzak duramıyorsunuz. Hele ki çocukluğunuz yeşil sahalarda babanızın gol atabilmesi için akıttığı tere yürekten dualarla geçiyorsa…Maç öncesi takıma moral verebilmek için küçük ayaklarınızla yeşil sahada bir orada bir burada koşturup, gülücükler atmışsanız yani yeşil sahanın tozunu yutmuşsanız o tozu bir daha bir daha yutmak istiyorsunuz.

Beşiktaş’lı olmanın gururunu hep yaşamışımdır ama nedenini hiç sorgulamadan. Belki tanıdığım tüm Beşiktaş taraftarlarının kibar olması, Beşiktaş’ da oynayan futbolcuların çoğunluğunun daleverelerden uzak durmaları, sadece işlerini yapmaya çalışan teknik ekipleri….Tüm bunların yanında büyük hayranlık duyduğum ÇARŞI. 7 den 70’ e kadın/ erkek herkesin kibarca, centilmence futbol sohbetlerini yaptığı, kavgadan gürültüden uzak, sadece sporun keyfinin yaşandığı bir ortam ÇARŞI. Hayran olmamak mümkün değil. Küçücük daha yaşını doldurmamış bebekleriyle siyah beyaz giyinip ÇARŞI ya gelmiş yüzlerce insan. Hepsi birbiri ile kenetli. Beşiktaş’ ın özelinde sporun konuşulduğu, herkesin herkese gülümsediği, gençlerin nezakette hata yapmadığı sımsıkı birbirine bağlı, kardeşlik bilinci içinde oluşturulmuş bir ortamı takım tutsun tutmasın herkesin görmesi gerekir.

Hele ki ÇARŞI ‘dan binlerce insanla birlikte çıkarak yollarda marşlarla yürüyerek İnönü Stadyumuna gidilmesi ise ayrı bir keyif. Ankara’dan aralarına katılmamıza ve tanımamalarına rağmen sanki yılların arkadaşıymışız gibi bizleri sahiplenmeleri ise gerçek bir ayrıcalık Beşiktaş’lılar adına. Maç anında gerçek bir koro izledik. 35 Bin kişi bir ağızdan marşlar, şarkılar, sloganlar…ÇARŞI grubu yine yaptı yapacağını, stad oldu bir gösteri merkezi. Ama insanı kızdıracak en küçük bir küfür, tatsızlık, kavga olmadan. Bu nedenle de İnönü Stadı’nın en az yarısı kadın ve çocuklardı. Rahatça tek başlarına gelebilecek kadar da güvenli. Gerçek bir şölen yaşandı 2 saat boyunca. Beşiktaş aslında iyi oynamadı, çokça hatalar yaptı futbolcularımız ama taraftar o kadar sahiplendi ki … İnsanlığın, sporun centilmenliğinin ve ekip ruhunun geldiği önemli bir noktaydı tüm taraftarlar, gerçek sporseverler için…

İnsan, sporun güzelliklerinin hırsların önüne geçmediği bir ortamda Beşiktaş taraftarı ile gurur duyuyor izninizle. Ama son hafta takımımız için yaşanılarlar ise aynı oranda üzerek…Hiçbir Beşiktaş’lının hak etmediği bir yenilgi yüreklere sığmıyor. Bu yenilginin bir başkasının eliyle gerçekleştirildiğini bilmek, görmek ise ayrı bir sıkıntı veriyor. Tamam takımımızda bizlerin de gördüğü büyük hatalar yapıldı kabul ediyoruz. Genç oyuncumuz Batuhan benim de eğitimci olarak yabancısı olmadığım 16 yaşının getirdiği hırsla meşin yuvarlağı kimseyle paylaşmadı.Bencil olmanın zararını fazlasıyla yüreğinde gördü. Ömür boyu unutamayacağı dersini eminim kendisi çıkartmıştır. Biz onu da affederiz ama kendi eliyle Beşiktaş’ı bilerek, isteyerek yerlere çalan dışarıdaki kişiyi asla. Bunu yapmaya kimsenin hakkı olmamalı diye düşünüyorum. Futbolu sahada oynayan 22 kişi var, diğerleri sadece işlerini yapıp maçın daha doğru oynanmasını sağlamalılar. Dışarıdan müdahale olumlu da olsa olumsuz da bu öncelikle spora zarar verir. Yılların emeğini bir çırpıda yok etmeye kimsenin gücü yetmemeli.

Yine de mutluyum, gururluyum. Beşiktaş’lı olmanın haklı gururunu ömrüm oldukça da yaşayacağımı bilerek.

2 Kasım 2007 Cuma

Aşkın Tarifini Yapabilir misiniz?



Peşinen söyleyeyim; ben yapamam. Ama “Yaşam” konulu bir site yapmaya çalışınca, yaşamın içinde ciddi yeri olan aşk konusuna da girmek gerekir diye düşünüyorum. Becerebildiğim kadar tabii.

Dinliyoruz, duyuyoruz, yaşıyoruz ama ne olduğunu tam da tarif edemiyoruz aşkın. Aslında bir önceki cümlede gizli, tarif edemememizin cevabı. Yaşıyoruz. Yine de bir gariplik olmalı. Yaşanan onca şeyin tarifi yapılırken aşkın tarifinin yapılamaması, yapılan tariflerin tam da karşılığını bulamaması ilginç geliyor insana. Onca işimizin arasında fırsat bulup düşündüğümüzde tabii. Sanki işimiz gücümüz varken aşkın olmaması mümkünmüş gibi.

Yüzyıllardır herkes konuşuyor, yazıyor.

- aşk; insanın içinde yaşattığı en güzel duygudur...
- aşk; kendini kaybetmektir
- aşk; önüne geçemediğimiz bir felakettir…
- aşk; tehlikedir…
- aşkı bulduğun anda onu kaybetme korkusudur…
- aşkı yaşarken yaşadıklarından ve yaptıklarından mantık aramamaktır.
- aşka inanan biri için vazgeçilmezliktir…

Daha ne tanımlar yapılmış. Okudukça insana sıkıntı basıyor, rahatlamayla birlikte. Yani hem sıkıntı hem rahatlık veren bir şey olsa gerek aradığımız tanım. Ama okudukça kafamız daha da karışıyor. En iyisi kendi beynimizin, yüreğimizin söyledikleri belki de.

Çok sık kullandığım bir cümle var. “ Gökyüzünün altında her şey eski” diye. Aşkı okudukça insanın bu cümleye daha sıkı bağlanası geliyor. Yüzyıllardır çözülemediğine ve her insanda aynı hisleri yarattığına göre “genel” olsa gerek. Oysa biz aşkın kişiye özel olduğunu hep düşündük. Okuduklarımız, duyduklarımız aşkın sadece bize özel olmadığını göstermiyor mu ? O zaman herkesin yaşadığı aşkı neden herkes hala anlamaya çalışıyor? Birileri geçmişte bulup çıkarmalıydı ne olduğunu. Öğretmeliydi tüm insanlığa. Ama o da yok. Herkes kendi anladığını yazıyor, konuşuyor, yaşıyor…Hem özel hem genel bir durum olsa gerek.

Bu satırları okuyanlar benim ne kadar duygusuz olduğu düşünebilir. “Aşkın anlatımı, tarifi ancak bu kadar duygusuz olur” diye de kızabilir. İlk defa duygu kelimesini kullandığımın farkındayım bu arada. Bu da iyi bir şey yazının devamı için…

İnsan duygusu olmadan ayakta kalamaz. Gözlerinin içindeki fer sönmüş bir insan de hep ürkütür. Tüm kırgınlıklar, hüzünler, sıkıntılar, uyumsuzluklar, savaşlar… gözlerinin feri sönmüşlerin işi değil mi ? Duyguyla yaşamı birleştirenlerde farklı bir tat vardır, tanımasak bile bize yakın duran, kavgayı bilmeyen…Gülerek konuşan, hep yaşamın ortalarında kendince güçlü kalan, kimselerle görülecek hesabı olmayan….Duygudur tüm bu güzellikleri yaptıran insana. Duyguyla yaşayanlardır bu insanlar. Bu duygu aşk mıdır bilinmez ama aşkın getirdiği tüm iyi hisleri verirler karşı tarafa farkında olmadan, sessizce…

Gözler yalansızdır, yürekler de. Beden yalan söyleyemez, dil söylese de. Belki “ gözler kalbin aynasıdır” şarkısı bunun için söylenmiş, yazılmıştır. Kim bilir? Belki aşkın tanımı da gözlerde gizlidir, bulabilene…

Kadınlar Her Yaşta, Her Şartta Okumalı!





KADINLAR HER YAŞTA, HER ŞARTTA OKUMALI


Kadınlar…yürekleri ağlasa da yüzleri gülen, inadına ayakta kalanlar…Yaşamın olanca yükünü sırtlandıklarında bile yaşamı canlı tutan, yıkılmayanlar… Geleceğin görünmeyen mimarları… Sessizce toplumu, toplumun içinden, kimselere belli etmeden kuranlar… Tüm güzellikleri bedenlerinde ve yüreklerinde tutanlar… Dışarıya açılmalarını engelleyenlere rağmen her buldukları fırsatta okumayı, öğrenmeyi bekleyenler…

Geleceğin görünmeyen mimarları yine iş başında. Onca işlerinin arasında birkaç satır dünyadan haber alabilmek için didinmişler okumayı öğrenmişler. Ne de iyi yapmışlar. Her yaşta öğrenmek insanı yaşama daha anlamlı katıyor, bunun hazzını almışlar. “Ömür boyu öğrenmeyi” Onlar beyinlerinde görmüşler önce. Okumanın önemini, yazabilmeyi, güzellikleri kendi elleriyle gösterebilmeyi….

Çocuklarının önünde mahcup duruma düşmeyecekler artık. “ Anne sen bunları bilmiyorsun” söylemleri artık onlardan çok uzak. Çünkü onlar da biliyor, daha da bilecekler. Eşlerine telefon açtırmak zorunda da değiller anneleriyle görüşmek için. Belki çocuklarının ödevlerine de yardımcı olabilmenin mutluluğu her şeye değecek. Kim bilir?

Ne mutlu size, ne mutlu ki bana yaşamımın en güzel Kadınlar Gününü yaşattınız, kendinizi yine kendiniz kıldınız, mutluluğunuzu sizin gibi yıllar sonra okumayı öğrenen arkadaşlarınızla paylaştınız. Daha anlamlı yaşam için rahat bir nefes aldınız. Siz mutlu oldukça bizler de buralardan bu güzel kahkahaları duyacağız emin olun. Yetiştirdiğiniz çocuklarınızla Ülkemiz adına daha yaşanılır günleri görebilecek olmanın huzurunu verdiniz herkese.

Eli öpülesi güzel kadınlar, yürekleri güzel, kendileri güzel, hayalleri gerçeğe dönüşen kadınlar… Örnek oldunuz bizlere, her şarta rağmen üretemeyenlere…

Tüm güzellikler sizlerle olsun.

Mutluyum...Mutlusun...Mutlular

Mutluyum… Mutlusun… Mutlular


Bir çocuğun gözlerinde mutluluğu yakalamak, bir gökkuşağında, bir göl kıyısında, deniz kenarında, ev işlerinde, zamanında yapılan ödevlerde, başarılı ameliyatta…… ne önemi var ki kaçıyor mu ki yakalayalım? Mutluluk kaçar mı ? Kimden, neden, nelerden….

Bizden kaçan mutluluk, mutluluk mudur ? Değildir elbette dediğinizi duyar gibiyim. Kaçmayan şeyler mutluluk mudur ? Ne güzel kaçmadı yanı başımızda diyelim mi ? Yanı başımızda olan mutluluk mudur ? Yine başa dönelim; mutluluğu yakalayalım…. Nerede ? Bir çocuğun gözlerinde mutluluğu yakalamak, bir gökkuşağında…..

Yeni yüzyılımızın yalnızlaşan insanlarının temel sorunudur mutluluğu yakalayamamak. Bence de ciddi bir alay konusu. Alay konusu çünkü, mutluluğu yakalamak diye bir şey olmaz ki. Mutluluk beynimizde, yüreğimizde, dilimizde…. Yani içimizde. dışarıda aramak bile kendi başına ayrı bir alay konusu. İsteyen yine dışarıda kaçan mutluluğu arasın dursun diyecek sözüm yok elbette herkes kendi yaşamını yaşar. Arayın bakalım bulursanız bana da yerini söyleyin. Bulamazsınız, bulamayacaksınız da. Yok öyle bir şey. Her acı gibi mutluluk da insanın kendisi ile ilgilidir çünkü. Kendisi ne kadar büyük görürse o kadardır. İçinde bulamayanlar dışarıda arar durur, sanki bulduğu mutluluk sandığı şey eline geçince , yakalanınca her şey bitiyormuş gibi. “Evet artık mutluyum ne güzel istediğim arabayı aldım “ “Artık mutlusunuzdur bayım. “ “ Çok “ bir süre sonra arabanın modeli eskiyince ne olacak bayım ?” “Yeni mutluluk ararım kendime.” “ EEEEE sonra ya sonra yenisi gelsin sonu yoktur bu arayışların. Oysa ki içimizdeki mutluluk bizi her daim mutlu kılar. Bir yakalayabilsek içimizde. O zaman çözülür tüm düşmanlıklar, kavgalar….

Hiç düşünmeyiz ne istediğimizi. İsteriz sadece. İçimize sormadan hem de büyük bir fütursuzlukla. İsteriz, isteriz, dinlemeyiz içimizi. Aslında içimiz bir şeyler söylemek ister arada bir ama içimize güvenimiz yoktur dışarıdaki daha iyi bilir. Komşum daha iyi bilir, arkadaşım, çocuğum…. Onların bizim neyle mutlu olacağımıza dair hep düşünceleri olmuştur. Dinleriz ama gerçek “ İçimize “ sormayız yine de.

Öğrendiklerimizle yaşadığımız sürece de sormak durumunda hissetmeyiz kendimize. Öğrendik ya yeter sanki. Gördüğümüzle yaşamak daha kolay gelir çünkü. Görürüz birilerinin mutluluğunu araba alınca biz de isteriz mutlu olmayı. Üstelik yine içimize sormadan. İçimiz görünmez çünkü uğraşmak gerek. Gelemeyiz uğraşlara. Yorar zaten yorgun dünyamızı iyice. Dışımız bizi yeterince yorarken üstelik. Ne gerek var ? Meditasyon, yoga vs da devre dışıdır kendimizi dinlememek istediğimiz için, kendimize güvenmediğimiz için. Başkaları daha iyi bilir her şeyi. Amerikayı yeniden keşfetmek işimize gelmez. Gömeriz tüm isteklerimizi alt beynimize yaşarız üst beyinle. Yeter mi ? Yetmez. Yıllarını bu işe veren Nusret Kaya Hocamız diyor onun yalancısıyım.

Her şeyin bizde olduğunu gördüğümüzde ise saçarımıza ak düşmüştür bir kere geriye dönüş başka dünyada… İş işten geçince.

Bana sorarsanız çoktan aramayı bıraktım. Aramıyorum aramam da. İçimdeki sesi gerçekten duyduğumda ise zaten mutluluğu yakalamışımdır. Mutluyum… mutlusun…mutlular

Mutluluğu arayanlar adına öylesine bir yazı

Şerife Hanım


ŞERİFE HANIM


Gözlerindeki hüzün bir çırpıda okunuyor. Açıp kapatırken bile o kadar ağır ki göz kapakları… Zorlanıyor. Damarlarının atışı bile büzük ellerinde görünecek kadar darda. Kıyafetlerini evden çıkarkan son anda giymiş belli ki. Özensiz, sadece bedenini sardırmış. Üzerindeki kıyafetlerini gözlerini kapatıp sorsak bilemeyecek. Yine de yaşamın içinde. Bekliyor, güzel günler yaşayacağını düşünerek. Bekle Şerife Hanım, bekle belki bir ‘gören’ olur seni…

Bir insan karşınızda hüzünlü, yorgun durunca anlamaya çalışıyorsunuz. Gözlerini açıp kapatmak bile bu kadar yoruyor diye…

‘İnsanın yaşamda kaldırabileceği azami yük ne kadardır’ şeklinde saçma bir soru sormayacağım elbette. İnsan yaşadıkça payına düşenleri alır sırtına. Taşıyabildiği kadar… Taşıyamadığını düşündüğü anda sığınır Allaha, yardım edebilecek insanlara, kurumlara… Yine de taşır. Bir yolunu bulur. Belki öyle bir anda karşılaştım Şerife Hanımla.

Bekliyordu yavrusunu, eğitim saati bitince eve sırtında götürmek için. Çünkü yavrusu yürüyemiyordu. Belki hiç yürüyemeyecekti ama yine de aksatmıyordu tedavisini, eğitimini. Gücü yettiği kadar da devam edecekti yavrusu için. Tüm engelli çocuk anneleri gibi… Bir yavrusunun daha olduğunu öğrendik. O da yıllarca gördüğü tedavilerden sonra kendi başına yürüyebilmişti. Başarmıştı Şerife Hanım. Bir yavrusunu yürütebilmenin gururu ile diğer yavrusu için neden mücadele etmesin ? Ayaktaydı her şeye rağmen…

Ya eşi? O iş biraz karışık. İlk eşini kaybetmiş bir kazada. Tek başına başka bir yavrusunu büyütmeye çalışırken kucağına ölen eşinin kardeşini vermişler. Hasta kardeşini. Bunu büyüteceksin oğlun gibi demiş büyükleri. Ölen eşinin hasta küçük kardeşiyle yıllar sonra evleneceğini bilemeden onu da oğlu gibi büyütmüş. Kendi büyüttüğü hasta kocasından 2 engelli çocuk doğuracağını da hiç düşünemeden…

Küçücük bir ‘seni anlıyorum’ cümlesi bile Şerife Hanım için pırlanta değerinde. Gözlerinin biraz daha kuvvetli açılıp kapandığını görebilmek de insan olan için en büyük nimet. Bir insanı, gerçekten ihtiyaç duyduğu anda sevindirmek, anlayabilmek yürekleri daha bir olgunlaştırıyor. Yaşamı yaşamın içinde daha iyi öğretiyor.

O kadar çok ki Şerife Hanımlar… Görebilene, anlayabilene… Görmek, görebilmek yetisine sahip yürekler yorulmasın, ‘yaşam herkese gülsün’ ilkesiyle yaşamın daha da içinde, ortasında…


Reyhan Gazel

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...