25 Haziran 2017 Pazar

KUMA ÜFLEMEYE DEVAM…



 
Tuhaf zamansızlıkta kuma üflemeye devam eden yüreğim, düşümde ancak görebildiğim melankolik limanlarda gezinirken ne çok içindeydi hayatın… Küçük bir üflemeyle bile gerçeklikten çıkartamayan hayat melodisini itse de gitmez niyetinde yaşarken üstelik… Tam o anda belki de sadece bana gelen ironik bir çağrı seslendi: “ Komşu derdin ne be ya” Dedim ya hayatın içinde bir yerlerdeyim diye… İşte ondan böyle yazışım. Aslında yazamayışım. Ne de olsa feylozof kılıklı geziniyoruz tümümüz. Aforizmalar havada uçuyor. Az benimki de uçsun. Kim küser?  
 


Kimse kimseye küsmez; herkes kendine küskün olduğundan… Sahi “kendine küsmeyen” var mı? Meğer ne çok küskün gezinirmiş sokaklarda. Kum bulsalar aslında ne çok üfürük denizi olur ortada. Neyse ki sokaklar kum değil toz bulutu. Biraz kurtarmamız ondan vaziyeti.
 
Hayatın en gerçek halini bile ironik yaklaşımla sokakların değimiyle “gırgıra vururken” gösteri toplumundan geriye sadece “göster” kalmasın da ne etsin? Haydi, herkes göstersin “kendini” her nerede yaşıyorsak oradan… Nasıl olsa küsen yok başkasına, dedim ya herkes kendine…
 
 
Sokakları parmaklarımın ucumda gezinirken bazen klavye de yetmez olur. Anlatılamaz nice üflenmiş tuhaflıklar içinde kaybolur o anda. Parmaklarım ve klavyemin tuşları… Devrik cümle de pek güzel durur zaten devrik olan tüm üflenenlere inat, üstelik kuma…
 
Kelimelerle dans etmek belki de yüreğimin en güzel ve kolay yaptığı iş. “Olduğu kadar” der geçerim konuyu. Anlayan zaten ordadır. Orası her neresiyse… Umarsamam. Kim kimi umursuyor ki…
 
Kuma üfleyen umursamazlardan mı olduk ne… Bilmiyorum, çünkü bilmeyi bile umursamayan nicelerini gördükçe, göremez olduk der konuyu yine tek geçerim.  Geçmeyip naspın bu tuhaf?
 
“Herkesin tuhafı kendine hoş gelir” der hürmetler sunarım J
 
 

YA ÖYLE DEĞİL BÖYLEYSE…


 

 

Düşündüğümüz, yaptığımız her şeyin tutsağı olmak… Bazen aptalca seçimlerimizin mutsuzluk ya da korku tuzağına düşmek… Kendi tarihimizin mahkûmu olmak… Değişmeye gerek kalmadan değişmeye çalışmak… Yitirmeden değişme çabası…

 



İnsana büyülü gibi gelen tüm değişim süreçlerinin, görünmeyen sessiz iletilerini hayatımızın orta yerine koyarken seslendirdiklerimizin dışında var olan gerçekliği yok saymamızdan az önce gelen bir vurgu sözlerin tümü. Tam da bu anda bilinçsizce “bölünme” çığlıkları, yüreğin derininden ansızın çıkagelen… Tahammül edemediğimiz duygularımızdan kaçarken, hemen ertesinde seslenen bir savunma mekanizması ne çok şey anlatır hayata. “YA ÖYLE DEĞİL BÖYLEYSE “

 

Kendi öykümüze sıkı sıkıya bağlı bir hayatın en rutininde kararlılığımızı koruruz. Ta ki “Her çağ kendi tinsellik tasarısını kendisi için yeniden bulmalıdır” cümlesinin ağırlığını tepemizde hissedene kadar… İşte tam da o anda bir şey iter sessizce vurarak: En etkin metaforunu bul! Zamanın ruhunun yeniden ele alınışının biraz karmaşık gelen ifadesi en somutundan “ Her yaşın ayrı güzelliği var” cümlesindeki “güzellik” metaforunun sadece kadın cinsini kastetmediği gibi…  “Güzel yaşamak” her ne demekse …  

 

Aslında bir kişinin tümüyle insan olabilmesi sadece kendi kararlarına ve bu kararlarına bağlanışına dayanır. Yıllar yılı değer, onur gibi kendi anlamında yaşadığı erdemlerini, cesaret olmaksızın salt bağımlılıkla soldurmayacağı aşikârdır.  Evet cesaret! Günden güne verdiği karar yığının içinden çıkıp gelen tetikleyici… Varoluşu olanaklı kılan cesaret, önemli bir kavram pek içeriklendirilmeden kullanılan…

 

Moral cesareti daha da vurgulayarak iki kelam daha edelim; anlayanlara… Başı boş şiddetin içinden çıkmayan görünmeyen varoluş çakmağı olan en dolusundan enerji…

 

“Kendimi, kendi değerlerimle, değerlerimin içinden çıkan moral cesaretimle, zamanın ruhunda beni iten tinsellik anlayışımla var olmayı seçiyorum… “ EEE güzel o zaman…

 



 

 

TUTUNAMAYANLAR



 
Bir savrul da yüzünü göreyim akıp giden zamanda. Tutamadığım zamanın elimde kalan son hamlesi mi yazdıran bilemeden…
 
“Kim neyi tutabildi ki?”  Diyorum tutamadıklarım hafifliyor. Bu rahatlıkla diğer cümleleri sıralıyorum huzurla… Yalnız değilim sonuçta…


 
Acıyı, aşkı, hüznü, kederi… Her neyi tutmaya çalıştıysak biraz daha batmadık mı elimiz boşta… Ya zamanı… Tutamadık, kaydı ellerimizden, gece-gündüz derken, belki anları sayarken belki de saymayı hiç düşünmezken… Elimizde kalan tutamadığımız bir nefes değil mi, havaya savrulan…
 
Lüle lüle akan saçlarımızı bile tutamadık, gitti geçmişin bir anında, bir de süpürdüler tümü çöpe atılsın diye… Sadece bakakaldık, sonra da fotoğraflardan… Anları sabitleyen sararan fotoğrafları bile tutamadık renkleri canlıyken…
 
Çocukluğumuzu tutamadık, yüreğimizi tutamadık, elimizde kalan hüznü bile tutamadık…
 
Kendimizi kandırdık çoğu zaman. Elimizdekileri var sanarak… Elimizde tutamadığımız havadan başka bir şey olmadığını düşünmeden…
 
Yine de bildik ki hayat bu işte! Tutamayacağımızı bile bile tutuyormuş gibi yapıp kendimizi var sayma… “Ben de yaşıyorum” dercesine kandırılan yüreklerimizle tutamadıklarımızın ardını bekleyerek…
 
Hiç yolcusuyuz vesselam

İşte Öyle…



 
Hani bir kitabın kapağını kaldırdığınızda sizi çağıran siyah dokunuşların yan yana dizilmesi gibi bir gökyüzü hayali beklersiniz ya işte öyle bir anda yazıldı sözler…
 
Bilirsiniz. Gökyüzü, siyah dokunuşlardaki gibi “biçimli” dizilmiş bir hayatın bütününü vermez, alırsınız alabildiğiniz dizgeleri… Aldıklarınızı anlamlı sıralamak yüreğin dokunuşuna kalmıştır o dakka. Dizersiniz bildiğiniz kadar. İşte öyle bir şey gökyüzü hamurunda yoğrulmuş yürek.


 
Bir vişne ağacı düşlersin bazen. Kışın ödülü gibidir, ılık havanın sertliğini yansıtan yüreğe… Işıklar göğe ulaştığında tam da tepende dolaşan ışıklar içinde… Dökersin ansızın neyin varsa, dallarından yere vurur gibi…  
 
Kendimizi bildik bileli, neyi bildiğimizi bile anlayamazken tepemize vuran ışıkla dökülen vişneler gibiyiz bazen hayatın içinde… Aldırışsızlığın da ötesinde umarsızlıkla bakan nice hayatları ürkütücü bulduğumuzda gök/ yerin buluşması gibi vurucu…  Ansızın kafamıza düşen vişnelerin derdini anlatır gibiyiz belki de…  
 
Bir iç ses konuşur ansızın: Ne tuhaf bir şey bu hayat… Her ayrılışta yabancı, her başlangıçta yabancı, her an kendine de her şeye de yabancı… Bir umudu taşır her yürek, kendi ürettiği umuda yapışır, kendinden bir haber… Kendinden kaçabilmeyi başardığı anda da vurur dallarını yeryüzüne…
 
Yapıştığı umudun kendinden çıktığını anladığında, işte o andır iç sesi bitiren... Dünya yeniden başlasa derken bile kendinden çıkamadığını gördüğünde yine vişneleri düşünür. Vişne, ışığın tam da tepemize vurduğu anda dökülmez mi? O halde belki de umut bizim dışımızdan sesleri haykırır gökyüzünden… Yeter ki iste! En iyiyi, en kötüsüzü… Al kendinden çıkarak gökyüzünü…
 
Bir an gelir sözcüklerin büyüsünden çıkarsın, karşındadır tuhaf bulduğun hayat… Öylesine yalın, öylesine sade ve anlamsız… Anlamı veren kendinden öte çıkmışlık… Nesneleşmek belki de…
 
Görebildiğin hayatını, kenarı ince işlenmiş oyalı bir örtü gibi çerçevelersin, narin ve dingin… İşleme becerimiz kadardır… Ne kadar inceysek o kadar narindir çerçevelediğimiz hayatımız. Arasıra belirsizleşen ince oyalı narin hayatımız vişnenin ansızın yeryüzüyle buluşması gibi inceden bir giriş yapar gökyüzünden bir nefesle… İşte bu aşktır. İnsanı insan yapan varoluşla… Belki de tek eksiğimiz tutkulu yalın hayat… İnce işlenmiş bir yürek yeryüzüne zarafetle inerken... İşte öyle!
 

İÇLİ ŞARKI



 
 
İnsan bazen sadece yazmak istiyor. Bazen koşa koşa bilgisayarın karşısına oturup döküyorsun kimselerin duymadığını… Kimselerin anlayamadığını… Kendi gürültüsünden yüreğe ulaşabilen insan azlığı…
 
İnsana büyülü gibi gelen tüm değişim süreçlerinin, görünmeyen sessiz iletilerini hayatımızın orta yerine koyarken seslendirdiklerimizin dışında var olan gerçekliği yok saymamızdan az önce gelen bir vurgu sözlerin tümü. Tam da bu anda bilinçsizce “bölünme” çığlıkları… Sığlıkların ortasından seslenen bir ileti gibi sanki her şey…
 
Her şey çok sığ… Yüzeyde yaşanan insan kıpırtıları… Tümü çok komik. Gülümseyen yüreğin derininden akan onca sözler verir tüm yaşantı iletisini… Yaşarken “bakarız”. Yüreklerin bilebildiği kadarını yaşadığı onca komik durumlar söyletir gider umarsızca izleyen yürekleri… Gitsin bakalım, insanız işte!
 

Kendi öykümüze sıkı sıkıya bağlı bir hayatın en rutininde kararlılığımızı koruruz. Ta ki “Her çağ kendi tinsellik tasarısını kendisi için yeniden bulmalıdır” cümlesinin ağırlığını tepemizde hissedene kadar… İşte tam da o anda bir şey iter sessizce vurarak: En etkin metaforunu bul! Bulamadın mı? Arama o dakka… Düşünmeyen bulamaz da…
 
Aslında bir kişinin tümüyle insan olabilmesi sadece kendi kararlarına ve bu kararlarına bağlanışına dayanır. Yıllar yılı değer, onur gibi kendi anlamında yaşadığı erdemlerini, cesaret olmaksızın salt bağımlılıkla soldurmayacağı aşikârdır.  Evet cesaret! Günden güne verdiği karar yığının içinden çıkıp gelen tetikleyici… Varoluşu olanaklı kılan cesaret, önemli bir kavram pek içeriklendirilmeden kullanılan…
 
Moral cesareti daha da vurgulayarak iki kelam daha edelim; anlayanlara… Başı boş görünmeyen varoluş çakmağı olan en dolusundan enerji…
 
“Kendimi, kendi değerlerimle, değerlerimin içinden çıkan moral cesaretimle, zamanın ruhunda beni iten tinsellik anlayışımla var olmayı seçiyorum…”
 
Ötesi! Ötesi yok. Taze bitti sözler…
 
Kelimelerle dans etmek belki de yüreğimin en güzel ve kolay yaptığı iş. “Olduğu kadar” der geçerim konuyu. Anlayan zaten ordadır. Orası her neresiyse…
 
Umarsamam

ISSIZ




 

Kelimeler ne kadar renkliydi o fotoğrafta… Sanki dans ediyordu her biri. Bir yandan nokta bir yandan virgülle salsa pek de anlamlı durmuyordu horondan sonra. Yine de denemeye değerdi. Deniyordu da.

Bir anda halay başladı. Sürekli hızlanıyordu…  Hızlandıkça virgül yerini üç noktaya bırakarak sırasını bekliyordu. Bu sırada ünlem de halayın hızına yetişebilmek için yeni bir duyguyu anlatan nokta ile yan yana gelemiyordu.  Nasıl gelsin ki! Ünlem, patlayan fotoğraf karesinin en can alıcı durağı olarak noktaya yetişemezdi; biliyordu. Nokta kızgınlığı bitirirdi; gerekmiyordu çoğu anda.



 

Biliyordu gözleri, yüreğini verdiği sözleri. Seçiyordu. Derinliğin içinden seçilenler öyle inceydi ki… Sıkıca yapışılmış anların yansıması öyle kolay mı seçilirdi?

Sanki belirsiz kelimeler yokluyordu görüntüyü... Ve tutundu ansızın görüntünün ötesindeki yüreğine… Savaşa girer gibiydi gözleri; görebilene… Kimse görmüyordu, biliyordu, umursamıyordu. 

Binlerce yıl öteden gelen görüntü mü kelimelere ses verecek, yoksa kelimeler mi seslendirecek; bilemedi gitti.

Kelimeler sonsuzluktan koşarak gelmemiş miydi? Oysa kelimelerin ruhu da yok; bilirdi. Yansıdığını anlatırdı sözler. Yankı gibi… Nere yönelirse oydu anlattığı… Bildi, yürüdü gitti.

Yürüdüğü yolda her bir taş parçası daha da renklendirdi sözlerini. Baktı ve gördü. Gördüğünü yazdı, söylemeden çoğu zaman… Gören okurdu zaten.

 

Gördüğü kendi gözleri miydi, gözleriyle mi gördü “kendince” olanları… Bunu bildiğinde renkli cümleler daha da renklendi. Gözleri görüyordu baktığında kelimelere yansıyan ışığa inat bir bakışla. Ki o bakış bir bakıştan öte baktığıydı her an aynı dansla; insanı hareketlendiren. “Kendi” gördüğü görülmese de söylüyordu kelimeler anlayana. Bu yetmiyordu, yetemezdi ki… Vermeliydi yüreğinden yansıyan sözleri tüm yüreklere… O yürek ki nice taşların ardındakini, altındakini bilen bir yürek taşıyordu hissettirmeden. Hissettirmeden inatla bir veriş şeklini kabullendiğinde her şey için çok geçti. Çünkü her şey geçti. Yeniye koştu kelimelerini alıp.

 

Başladı anlatmaya o dakka. Belki anlattığını anlarlardı lakin o da olmadı. Umutsuzluk sardığında ise yine kelimelere sığındı. Yedirdi yüreğini kelimelere. Yedirdiği yüreğinde birbirine uzanmış iki melek görülüyordu; görebilene… Meleklerden birinin elinde kupa, ötekinin elinde de dal bulunuyordu. Tıpkı çocukluğunda gezinip kelimelere dökmeye çalıştığı kaledeydi dökerken kelimelerini… Saçılanları alabilenlerin azlığı yorsa da yüreğini, gözleri yine bazı anlarda umutluydu. Gözlerine yüreği söz geçiremiyordu. Yüreğinin umutsuzluğuna inat gözleri bazen “kendinden” ötedeydi. Bu nasıl oluyor bile diyemeden düştü yeniden yollara… Düşerken yola, elinde dans eden kelimelerinin seçilmişleri vardı…

 

ORTAYA KARIŞIK




 

Hani sorgusuzca meşhur olmuş bir eylemimiz vardır, masaya oturur oturmaz gelen garsona, etrafın yiyecek kokularını duyarak bir karar veremeyip “ortaya karışık”  deriz. Masa etrafında aç bekleyen, yemek yemek için algıları açık her sandalye üstündeki kişi, istediğini istediği kadar yesin diye… Kısıtlamadan, bol seçenekli, her bir zerreden tadabilen sandalye üstündekiler, bu ifade ile daha bir mutlu olur. İste hayat da böyledir.

 


Bazen “ortaya karışık” iki cümle kurarsın, bazen söz söylersin… Alabilen istediğini alır, rahatlar. Seçenekli özgürlük dediklerini pek severim tam da bu nedenle. Ben yazarım, yazmayı sevenlerden yani. Okuyan olursa istediğini istediği kadar alsın diye. Okuyanlar özgür olsun diye… Sanırım bundandır, başka nolsun ki! Her yazar kendine benzer okura akıtır tüm kelimeleri… “ Ortaya karışık” üç kelime yüzlerce çıkarım, anlam, yorumlama… Konfigürasyon yazarın işi gibi görünse de aslında daha çok okuyanın işidir böyle yazılarda.

 

 

Hayatın her anının bilgisi farklı tümümüz için. Değişen yaşlarımızın, çizgilerimizin iz düşümleri yüreklerimizde daha bir derinlik açtıkça, girdap şekline dönüşmüş algılarımız kendisine gelen tüm uyarıcıları farklı doğrulayabilir tam da bu nedenle. Zamanın ruhu dedikleri budur. Her zaman kendi doğrularını doğurur.

 

Yıllar önce felsefe öğrencisi olarak üzerinde bolca çalıştığım kavramlardan birisi de “maiotik” kavramıydı. O yaşın ruhu ile bolca düşünmem ödev verilirdi. “Şekil almamış düşüncelerin sorgulama tekniği ile ortaya çıkartılması… “ Sanki “ortaya karışık” ifadesini, kendimizce an içinde kalarak yeniden, her adımda yenilenerek çıkartılmasıydı Sokrates’in kastettiği. Sorgula, düşün, bul… Her adımda yeni bir “şey” bul… Herakleitos’un dediği “değişim” tam da bunun özeti gibi değil mi?

 

Zamanın ruhunda gelişme de varsa ooo yeme de yanında yat dedikleri durum sarar dört bir yanımızı.  “Tabii ya neden daha önce düşünmedim”, “ O zamanlar küçüktüm top oynuyordum filan falan” “ Şimdilerde küçük değilim, kitap okuyorum, sinema yazıyorum filan falan” Filan falan ne güzel bir kurtarıcı değil mi?

 

Hayat aslında hep üç nokta… Hep bir şeyler yarım. Tamamlamak, zamanın ruhunda mevcut algıların gelişime gösterdiği/göstermediği tepki ile doğru orantılı değişiyor sanki. Yaşlanmak kelimesini hiç sevmem bu nedenle. Değişmek ve eğer becerebiliyorsak gelişmek derim. Geçmişte böyle demezdim. İnsanım işte!

 

Düşünürüm hep: Acaba tam tekemmül etmiş bir hayat var mıdır ki? Sanmıyorum. Belki yarın “sanarım” ama şu an sanmıyorum.

 

Soruları çok cevapları karışık hayata bir selam verelim yazıyı bitirmeden önce. Hayat da selam verdi diyenlere bol soslu “maiotik” dilerim… 

 

 

Bu günlük bu kadar, haydin rastgele işler hooooop kaçtımJ

 

KANDIRDILAR BİZİ



 
 
Düşündüklerimizin tutsağı bir hayatın ironik yönünü düşünüp durdum. Aptalca seçimlerimiz tarafından köşeye sıkıştırılmış, kaygı ile umut arasında bi yerlerde kalmış, korku tuzağına düşmüş bir ilerleyememe hissinin daralttığı nefes eşliğinde yitip giden zamanı düşündüm… İşim bu değil mi zaten; düşünmek…
 
Yitirmeden değişim olmaz derler büyükler, biz küçüklere dediklerini yapalım yaptıklarını yapmayalım diye de tembihlerler. “Büyük ve Küçük” kavramlarının metaforlaştığı bir yazıyla devam mı etsem bilemeden ilerliyorum kelimelerin gücüyle. Buradan yürüyelim…


 
YÜRÜDÜK
 
Yaşamın içinde insanları ayıran şey aynı zamanda bağlantının kendisidir. Tıpkı birbirimizi dinlerken satır arası boşlukları doldurup anlam çıkartmak gibi bir şey söylemeye çalıştığım. Kelimeler arası boşlukların başka şeyler söylemesi gibi bir şey belki de söylemeye çalıştığım. Siz anlayın işte!
 
Her şeyi açık yazmayı hiç sevmedim. Malum az buçuk düşünce ve davranış eğitimi almışlığım vardır. Okuyanın işi ne? Acının dönüştürmediği insana ulaşmayan cinsten satır arası sözler bunlar. Sözün gücü yaşanmışlığındandır dediklerinden…
 
Büyülü bir süreç değildir sözlerin gerisi, berisi, ötesi… Tam da o anda akla gelen güçlü başlangıçların kendisi. Yokluğun varlığa açıldığı anları hissetmek gibi her şey.
 
YÜRÜDÜĞÜMÜZ YOL BİTTİ AŞKA GEÇELİM
 
 Eski moda romantiklerden biri olarak yürüdüğümüz yolun aşka çıkageldiğini bilmeden duygusal sınırlarımızın aşırı kuruntulu, saplantılı bir şekle dönüşmüş variyetinin acısını pek bilmem. Bilmek de istemem. Deli miyim? Lakin bilmemem olmadığının anlatısı olmaz. Duygusal sınırların arzu nesnesi ile nasıl daha da kalınlaştığını sınırların ne denli tuhaflaştığını görmüşlüğüm çoktur. Şiddetli fiziksel özlemin verdiği acıyı aşkla karıştıranlara eski moda romantiklerden olarak pek anlam veremem. Belki de özlenen anne kucağında geçirilen sıkıntılı zamanlardır, gergin bir annenin çocuğu olarak hooop karasevda olayına girenler bilir, ben bilmem. Tüm mesele çocuklukta… Bu yüzden de kayıp ve umutsuzlukla mücadele ederken kendilerini yalıtılmış bir risk altında hissederler. Bunların hiç biri aşk değildir desem yeridir… İtirazı olan başka yazıya…
 
Gerçek aşk sıkıcı da olabilen huzurla doludur. Ha bunu iyi bilirim. Olmuşluğum vardır. Geçmişliği de vardır. Karasevdaya kapılanlar hayallerini gerçek karşısında test edemeyenlerdir. Sevmem böylelerini. Gerçekle yüzleşmeyi erteleyenlerin hep huzursuz olması bundandır.
 
EEE NE DİYORSUN REYHAN ÖZET GEÇ
 
Tamam geçeyim.
 
Gökyüzünün altında her şey eski. Eğer acı dönüştürmemişse ya kaçıyorduruz ya da yaşadığımız acı gerçek acı değildir. Yetsin gayriJ

SİNEMAM


Üretken her insanın yaratıcılık bağlamında çok da anlamadığım bir ifade ile “sıra dışılık” tanımı mı yine klavye başına oturtan şu “küçük” yazarı… Yani beni. Her neyi üretiyorsak ordan var olmamızın kaçınılmaz gerçekliği ile kimsenin çok da umurunda olmadığını çok iyi bildiğim satırlarımda, iki üç kelamımın kalıcı olduğu iki üç okuyan olursa daha ne isterim der diğer satırlara geçerim.
 
Senaryo yazarken hedefimi düşündüm gün boyu. Ya da kendimce karaladığım satırları yazarken… Aslında sadece yazarken... Ne fark eder. Yazarken var olduğumu düşündüğümden, neyi yazdığımdan çok bugünkü düşünsel mesaim “kime” yazdığımdı. Ey okurum sen kimsin, ya da senin “kim” olduğunu düşünmek istiyorum. Kimin için yazıyorum. Konuyu genişletmeden sinema ve senaryo paydası üzerinde yazsam daha iyi olacak.


 
 BENİM SEYİRCİM AZ BİRAZ AKIL OLMALI
 
Ortaya karışık aşk filmlerinin giriş kısmında senarist olarak adımın yazmasını asla ve asla istemediğime göre belki ortaya karışıktan daha derinde olan aşkın satırlarımda olacağı aşikâr. Yani az biraz akıl isteyen yürekli bir duruşu hak eden “sıra dışılık” gündemimde. Görünmeyen ateşleyici aklın verdiği hayat derinliği ile yola çıkan seyirci, kendisini elbette kuşku yumağında bulmalı çoğu satırlarda. Başarır mıyım? En azından denerim. Denemeden ne bilinir ki… Zaten denedim de. Hep denerim. İnsanı, kendimi, yazdıklarımı… Okuyanı…
 
Yazın alanına geri döndüğüm pek iyi oldu laf aramızda. Her okuyana mektup yazar gibi özel satırların içinde olduysanız ayrıcalıklı az biraz akıllı ha bir de tuhafsınız vesselam. Ben gibi.
 
Hayatın bütününde ilgiyle övgüyle ya da eleştiriyle esir alınamayacak kadar kendince duruşu net olan bir senarist elbette seyirciden de bu duruşu bekler. Sallanıp duran bir hayatın içinden çok da anlaşılamayacak bir bütünlük senaryolarımı sararken, her adımda “yav ne diyor yine “ düşünsel mesaisi pek şıktır. Bayılırım böyle ifade kullananlara yazılarımı okuyunca. Saçmalamış diyenlere de ayrıca bir saygım var elbette. Anlaşılmamak özgürlüktür sonuçta. Laf aramızda kalsın anlaşılmak niyetinde yaşasaydım hiç düşünmez doğrudan teori ezberler onu yazardım. Lakin hiç yok maalesef. Beklentisi teori olanlar, pratik duruşlu ve duruma göre kelimeleri doğrultan az biraz akıllı satırlardan uzaklaşsın.
 
Benim ürettiğim karakterler aslında çok bilindik lakin görünmedik. Araya kaynayıp sokaklarda öylesine yürüyen ama zamanın bir anında ortaya çıkıp her şeyin bir notası olduğu gibi hayatın da notasını değiştiren tipler. Bu karakterler yaşanmış, yaşanacak, yaşanan karakterler. Olay örgüsü tanıdık lakin anlatım bilinmedik olan senaryolarımda oyuncular pek zorlanacak der burayı da yönetmenin akışına bırakırım.
 
Ismarlama yazmam. Ismarlama üretim yaratıcılık barındırmadığından “ısmarlayan kendi yazsın bir zahmet” der burayı da geçerim.
 
Hayatı iyi okuyan ayrıntıları kuşkuyla gören az biraz akıllı insanların sayısı o kadar da çok değil. Öfke dolu bir insanın öfkesinin ardını görebilmek mühim. Gören yazar, yazılan izlenir… Öfke anlıksa anlık öfke patlamasını ardından öte düşünemeceğimizden bence anlamlı bir şey yazdım burada. Davranış bilimi okumak elbette önemli. Ben de okudum binlerce insan gibi. Mesele tam da burada, okuduğunu yaşama transfer… Hayatın bütününe mi öfkeli belli bir noktasına mı… Bu örnekte tam da 12 den vuruş bu cümle oldu…
 
Öfke ve aşk gibi duyguları bir kenara bırakıp ( zaten duygu yazmayı ve yaşamayı pek beceremeyen ve beceremediği için de sevmeyen acayip bir terazi burcu kadını olarak) düşünsel mesaime devam edesim geldi yine. Kelimelerle dans ettikçe mutluluğum tavandan zıplayan tabana yapışan cinsten nasıl olsa… Ah kafam…
 
Birkaç yıldır yapımcı görüşmelerimden anladığım şu ki asla ve asla dönem senaristi olamam. Zamanın ruhunu yakalamaktan öte zamanı kendimde durdurmak belki de tek derdim. Kendi bildiğim gibi zamanı durduran bir acayip kişi… Aman ne mutlu bana. En azından bunu başarabiliyorum.  
 
Yazdığım kadın filmi pek eğlenceli… Hemen kıs kıs gülmeyen kadınları oynatmıyorum, âşık ettirip salakça sokaklarda da gezdirmiyorum… Koca peşinde hiç koşturmuyorum. Senaristin içinden parça alan karakterlerim oldukça sarsılmaz tipler.  Duruşu olan kadınlar. Yazdıkça coşmuştum iki yıl önce. Hey gibi günler. Sarsılsa bile belli etmeden güçlü kadınlar bu kadınlar… İnşallah önümüzdeki yıl vizyonda olur diye umudum var. Hep umutluyum ki… Umut benim göbek adım gibi oldu yazdıkça. İzlemeyen, çekmeyen otursun kendi yazsın. Kadılar birbirini dürterek gidecek filmime. Şimdiden görebiliyorum. Çıkınca filmden şöyle bir kafa dikleşecek ve “ ben de yapabilirim” duruşu saracak yüreklerini… Severim böyle kadınları… Erkekler mi… Biraz kızabilirler şimdiden diyim. Lakin umurumda değil. Erkekleri ayırdığımdan değil, işlerine gelmediğini bildiğimden böyle yazdım kızmayın…
 
Nevrozdan psikoza adım adım giden bir karakterimin annesi ve karısı iki kadın olarak yanlışlarını oynarken izleyenler kendilerine “ yok canım ben böyle anne ya da eş değilim” diyecekler. Ama yürekleri başka konuşacak. Biliyorum çünkü insanı tanımak için yıllarım geçti. Gözlerim herkesi… Oynatırım gözlerim, hüzünletirim gözlerim, ağlarım gözlerim… Ben hep gözlerim… Görmüyormuş gibi bakarak gözlerim… Napıyım böyleyim…
 
Nietzsche'nin dediği gibi, insan akıllı olduğu kadar akıl dışı bir varlıktır. Akıl dışılık az biraz akıllı olmayı “ sıra dışılık” tanımıyla var olmayı çağırır der şimdilik hürmetler sunarım…

Tabula Rasa Ne Tatlı Şeysin




 

En dingin halinde anlık gelen iç seslerin iletisini görselle döktürmek çok tatlı gelir insana. Sanki önceki tüm anlar silinmiştir, tertemiz bir durulukla akarsın yeryüzüne doğru… Kelimeler aklına indikçe, geçmişin ansızlığı bir boşluk gibi ılık rüzgâr estirirken, yanında iki kediyle yazarsın. Olmazsa olmaz itekleyicidir kediler böyle anlarda. Sürtünür geçer koluna, patim sende der gibi. Bir de kokladı mı o iş tamam… Tüm evren seni dinliyor gibi döktürürsün. Dinleyen milyonlarca insanın sanki gözleri üzerindedir, “hadi yaz yaz yazzzz” Az bir gülümsemeyle geçelim bu ironiyi…

 

Az gülümsedik ciddiyetle devam etmeli tam da bu anda.



 

Yazabilmek aslında her insanın bildiğini düzenleyebilmek yetisiyle hareket ettiren bir güçtür. Karnın tok, sırtın da pekse geriye sadece çoğuna lüks gelen romantik bir eylemle bilgisayarın başına kurulursun. Evet, yazmak romantik bir eylemdir. Duygunu, düşünce harmanından geçirip, aklın yettiği hissedişle, sayıca tahmin edilemeyen kelime yığınlarının arasından seçilmiş bir konfigürasyonla tuş tıklatma eylemi… Bu günümüz için fazla romantik, biliyorum. Eski romantiklerden olarak, yaşımla paralel bir miktar yaşam anları yazdırtıyor işte. 

 

Tabular asa hali, anları, yaşımı, huyumu, suyumu, halimi, okuduklarımı… ötelese de silinmiş nefes alışların derin vurgusu söyletiyor… Zarifçe… Sanki “ Ben buradayım ama şu an seninle değilim” der gibi bir an; tabular rasa halinde yazabildiğim an.

 

Hep bir yanı geçmişin bir anında tutuklu kalmış yürekler şu garip yazarı bulduğundan, payıma düşen en boş zihinle sadece döktürmek… Bomboş bembeyaz bir word sayfasını siyah lekelerle harekete geçinip anlamlı bütünler oluşturmak…

 

Anlayamam. Tabular asa halinde yaşamaya alıştığımdan mı ne? Sanki kelebek gibi her gün yeniden doğmak, her gün yeniden ölmek… Sanki kelebekler arasında geçiş yapmış gibi tüm ruhlar… Her kelebek kendini “tek” zannederken yaşadığı o biriciklik hissi gibi…

 

Her biricik, kocaman bir evreni oluşturduğundan, tabula rasa halindeki zihinle her an yeniden, ilk kez nefes alıyormuş hissi ne tatlıdır bilir misiniz? Vallahi çok nefis bir duygu. Mis gibi bir duygu, halden hale geçişin köprüsü romantik zihin ancak bunu bu kadar net yazabilirdi. Hadi bugün okuyan milyarlarca insana kocaman bir kıyak. En somutundan bir ironi ile bu cümleyi gırgıra vurup diğer oturaklı cümlelere geçeyim. 

 

“Elleri hep üşüdüğünden hiç çıkarmazdı ellerini cebinden” Sahi el cepte, cep nerde? Cebi ısıtan el, eli ısıtan cep… İç içe geçmiş iki kavram gibi. Bir metaforu kendi iç dengesiyle bütünleştirmeyi seven bu küçük yazarı kırmayın. Bir elin nesi var iki elin ısısı var. Dahasını ben bilmem. Yok yok bugün tabula rasa halim bana böyle yazdırtıyor. Kurtulmam gerek bundan. Geçmişin izlerini taşımak daha mı kolay ne?

 

Romantik yazar gülümseyen yazardır. İçi gülmeden yüzü gülümseyen… Sahi Abuzer Efendi sen hiç şair gördün mü?

“ Yok abla vallah görmedim”

 

İyi. Normal. Böyle kal. Yerin güzel Abuzer Efendi.

 

Şiişşt ilişmeyin. Ben gördüm. Bir şair gördüm. Tanıdım. Loş ışıklı odasında oturup sadece yazıyordu. Yaşamadığını, duygularını üstelik… Ne tuhaf değil mi? Yaşasaydı yüzyılın çapkını olurdu bu şair. Yaşamadı, yüzyılın şairi oldu. Kaldı büzülü kenarda duyguları. Arada okuyan iki cilveli kız az bir gözyaşı döktü yazdıklarına oysa ki içini dolduran duygunun kendilerinde olduğunu bilmiyorlardı.

 

Nasıl bilsinler ki…?

 

Abuzer Efendi, iki cilveli kız ve yüzyılın şairi arasında köprü görevi elbette ki bir aforizma satırlarında vücut bulabilirdi. Öyle de oldu. Bu tuhaf üçlü sokakların değişmez sakini olarak kalabilirdi, kalmadı. Çünkü iki tıklamayla kaldı büzülü kenarlarda bir yerlerde.

 

Hayata ironik bakabilenlerle tabula rasa halinde yaşayanların müthiş hissel mücadelesinden koca sayfalar çıkabilirdi. Çıkmadı. Nolsun başka?

 

Oooo Abuzer Efendi çok oldu sizi görmeyeli. Gözlerim yolların orta yerinde kaldıydı az biraz önce. Sahi “sen hiç şair gördün mü”

 

“ Yok abla vallah görmedim”

 

İyi. Normal. Ben gördüm.

 

Hayat böyle bir şey ey okurlar. Döngü… Kısırından üstelik. Hani hep dediğim gibi  “Gökyüzünün altında her şey eski” Kelebek gibi geçişken ruhların döngüsü…

 

Siz siz olun hayatı fazla abartmayın.

 

Sahi size küçük bir sır verip kaçayım: Hepimiz öleceğiz…

 

 

HOOOPPPPP KAÇTIMJ

 

 

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...