28 Aralık 2010 Salı

YAŞAYACAKSIN YAVRUM

Serçev Yönetim Kurulu Üyesi olan ve aynı zamanda benimde tanıdığım Mehmet GÜRKAN'ın 'Engelli Çocuk Sahibi Özel Babalardan Özel Çocuklarına Mektuplar ANLAT BABA' isimli kitapta da yer alan Yaşayacaksın Yavrum isimli hikayesini sizlerle paylaşıyorum.

YAŞAYACAKSIN YAVRUM


Özel Hastanede, özel imkânlar içinde yapılan doğum uzadıkça uzamış içime bir hüzün çökmüştü. Apar topar çağırdıklarında sen başka renkler içindeydin. Kucağıma verip acilen çocuk hastanesine yetiştirmemi istediler. Anlayamadım. Bir Hastane neden başka bir Hastaneye gönderiyordu. Bir taraftan da senin sağlıklı doğduğuna dair evrak imzalatmaya çalışıyorlardı. Çocuk Hastanesine vardığımızda, doktorlar sakin olmam gerektiğini, yaşama şansının %50 olduğunu ve yaşarsan da engelli olarak hayatına devam edeceğini söylediler. Yaşama şansın %50 imiş. Bense seni yaşatmak istiyordum. Duvarlar değişmeye başlamıştı, bazen mahkeme, bazen hapishane duvarı. Ben dolaşıyorum. Peşimden apartman komşularımız hep birlikte dolaşıyoruz. Annen diğer hastanede kaldı.

Yavaş yavaş değişimler geçirmeye başladık. En yakınlarımız gitti. Başka yakınlarımız oldu. En iyi aile dostlarımız, doktorlar oldu. Tuğrul Amcan, Sinan amcan, Şükrü amcan. Zaman zaman soruyorlar. Entel arkadaşlarımız soruyor. Hiç yardım aldın mı? Bu hiç psikiyatra gittin mi demenin kibarcası. Biz de diyemiyoruz yardım almanın seansı 400 ytl. Hayatımız hastanelerde geçerken, bazıları da sormaz mı, hiç doktora götürdünüz mü? Biliyor musun engelini hiç yadırgamadık. Yıllardır annenle ortopedik engellilerle, koruma altındaki çocuklarla tiyatro çalışıyor, görme engelliler için ‘’Konuşan Kitaplar Bölümünü’’ kuruyorduk. Hatta çalıştığımız engelliler senin de engelli doğduğunu duyunca şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi.

İzmir’de, tedavinin yeterli olamayacağına inanarak evimizi kiraya verip, Ankara’ya geldik. Yeni bir çevre- uyum, Rehabilitasyon Merkezleri araştırmaları, iş yerimize alışma, kendimizi yeniden kabul ettirebilme.

Serebral Palsili Çocukların tedavisi çok pahalı ve ömür boyu sürüyor. Terapinin dakikası 1 liraydı. Devlet, bizim maaşımıza %10 zam yaparken, Rehabilitasyon Merkezi senin aylık tedavi ücretine %70 zam yaptığında, Cumhurbaşkanlığı Konutuna doğru ağlayarak yürüdüğümü hatırlıyorum. Güçlü olmamız gerekiyordu. O gücü sen verdin yavrum bize.

Annen, bütün mesleki kariyerini bırakıp, ‘’ben hayatı donduruyorum, eksik bıraktıklarımı sonra yaşayacağım’’, diyerek bütün hayatını sana adadı.

Kimi anneler hayatı dondururken, kimi babalar yaşamayı seçti. Bilmiyorum Avrupa’da da böyle mi? Nedense bütün zorlukları annelerimiz çekiyor. Babalar ‘’Bunalımdayım’’, deyip genç bir anneyle yaşamını sürdürürken, bütün cefayı annelerimiz çekiyor yavrum. Elleri öpülesi o anneleri hep sev olur mu? Veysel’in annesi o kadar yoruldu ki; aramızdan melek olup uçtu gitti. Belki kendi kararı, belki sorunlarıyla. Engeller maddi-manevi destek isterler, fedakârlıklar isterler. Annenle ikimiz 10 yıl ayrı yataklarda yattık. Senin annene ihtiyacın vardı. Sinem Teyzen yaşamını sizlere adarken, Seher Teyzen mesleğini bile yapamıyor. Umut’umuzun annesi aishley tedavisinde ısrarlı. Kürşat’ın annesi, Kaan’ın annesi, Alpay’ın annesi, Tolga’nın annesi, binlerce annelerden birkaç tanesi. Biz senin engelini de sevdik yavrum.

Spastik kelimesi ile ülkemizi tanıştıran, akraba evliliğine karşı kibarca tavrını koyan sizler için büyük yatırımlar yapan Sabancı Amcanı hiç unutma olur mu? Engeli nedeniyle, çocuğunu bırakıp kaçanlar, alkol gibi sorunlarda çözüm arayanlar, engeli kabul edemeyenler, engelli çocuklarını başka ülkelere kaçıranlar, evlere kapatanlar yalnız köylerde değil yavrum, şehirlerde iş adamları, sanatçılar, bilim adamları da aynı şeyi yapıyorlar. Suç onların değil hepimizin yavrum. Engellilerle ilgili çok güzel yasalar çıktı. Ama her şey yasa ile olmuyor. Hep birlikte düzelteceğiz yavrum.

Seni bir kere bile aramayan doktorun ve hastane yetkililerini affet olur mu?

Kaan’ın babası çocuğunun engeli ortadan kalkacak diye arabasını sattı, arsasını sattı. Paralar bitti, tedaviler bitmedi. Murat engelli hali ile geceleri kâğıt toplamaya devam ediyor. Konuşamayan, yürüyemeyen Yüzüncü Yıl Pazarında akülü arabasıyla eşyalar taşıyan bizim çocuğumuz. Eylül tedavi için geldiği Ankara’da babasından uzak 10 yıl geçirdi. Eylül belki de babasından uzak kalmanın normal olduğunu sanıyordur. Furkan özürsüz olarak okula gelmediği için okuldan kendisine mektup gönderildi. Okullar da Kaynaştırma Eğitimini sağlayamadık. Bireysel Eğitim Programı, Destek Eğitim Programlarını hayata geçiremedik. Yetkililer onur duyarak anlatıyorlar. Bu yıl öğretmenlerimiz 10 gün- 20 gün engelliler konusunda eğitim gördü diye. Biz yıllardır içindeyiz çözemedik de, öğretmenlerimiz 10 günde 20 günde mi çözecek? Sınıflarımız kalabalık. Destek Öğretmen veya ikinci bir öğretmen yardımı olmadan engelli bir öğrencinin eğitimi zor. Servis araçları, merdivenler, tuvaletler bile eğitiminize destek olmuyor. İnanıyorum. Sizden kaçan öğretmenleriniz de, sizleri okula almamak için direnen müdürler de bir gün geriye dönecekler. Hatırlar mısın? Kaç okul gezmiştik seni okula yazdırabilmek için? UNICEF ülkemizde ‘’Haydi Kızlar Okula’’ Kampanyasını başlatırken kendilerine ‘’Haydi Engelliler Okula’’ Kampanyası da yapalım dediğimde bana şöyle demişlerdi. ‘’Türkiye de engellilerin sorunu mu var? Eskiye göre engellilerimiz altın çağını yaşıyor ama yetmiyor. Hangi hizmetleri alabilecekleri, haklarının neler olduğunu bilmiyorlar. Biz senin engelinle, 24 saatimizi seninle geçirirken bile çok uzun yollar alamadığımız zamanlar oldu. Kimsesiz engellilerimiz ne yapmaktadırlar? Gökhan 14. ameliyatına girerken annesi hep onun peşinde ilaçlarını verebilmek için. Gökhan’a ilaçlarını içirdiğinde kanser tedavisi gören kendi bedenini bile unutuyor. Yeter ki Gökhan ilaçlarını içsin. Gökhan kendi Serebral Palsiliği yetmiyormuş gibi başkasının böbreği ile hayatını devam ettiriyor. Esin henüz 11. ameliyatında. Engelli çocuklarından gelir kazanmak isteyen de, onlardan pirim yapmak isteyenler de bizim insanımız. Birilerinin hobi bahçeleri olmamanız için nefesim olduğu sürece mücadele edeceğim. Akülü sandalye vermek istediğimiz bir çocuğumuzun babası sandalyeyi kabul etmediğini paraya ihtiyacı olduğunu söylemişti. Yetenekleriniz ölçüsünde sizleri işe yerleştirdiğimizde çok mutlu olacağız.

Tatilde, yabancı bir çocuk dilini ve engelini bilemediği için seni dövmeye kalkmış, sen de ne olduğunu anlamadan hiç karşılık bile vermemiştin. Sen dövüşmeyi bilmiyordun. Hiç bilme olur mu? Hep öyle kal.

Engellilerin eğitim ve tedavi sorununu çözemedik yavrum. Hatırlar mısın? Bir merkez giyinmeyi öğreteceğim diye soğuk ve karlı havada seni çırılçıplak soymuş bağırmaların sonucu yetişip seni ellerinden almıştım. Birkaç iyi niyetli bürokratımızla, politikacımızla devam ediyoruz. Hep birlikte, top yekin eğitime ihtiyacımız var. Sizlerin eğitiminde sanatın, müziğin, sosyal faaliyetlerin çok önemli olduğunu anlatamadık. Bu yazdıklarımı anlayabilir misin? Bilmiyorum. Bir görme engelli seni görmeyebilir. Unutma ki o görme engelli, babanın ve annenin uzun çalışmalar sonucu katkılar verdiği ‘’Konuşan kitaplar’’, şimdiki adı ile Sesli Kitaplarla destek eğitimi almışlardır. Bütün anne babalar olarak kaygımız, biz öldükten sonra sizlerin ne olacağı. Hani söylemişlerdi yavrum %50 yaşar diye. Seni ve engellileri yaşatacağız yavrum. O sevgi bizde var, toplumumuzda var. Yeter ki ortaya çıkarabilelim. İyi ki varsın yavrum. İyi ki varsınız…


Yazan: Mehmet GÜRKAN

25 Aralık 2010 Cumartesi

SADECE YÜREĞİ GÖRENLER

Sadece yüreği görenlere acırız, acımasına da neden acıdığımızı hiç düşünmeden… Bir insan başka bir insana neden acır? Diye düşünemeden… Birisine acımak kendimizi mi yüceltir? Bilemeden…

Kendimizi yüceltmek için onca başarı örnekleri varken eksikleri olanlara acıyarak yaşamaya çalışmak, yüceldiğini düşünmek… Ne ola ki?

Birisine acıyanlar farkında olarak ya da olmayarak kendisini bir üst sınıfa! koyar. Kendi elleriyle kendisini üste taşır. Kendini taşıdığı üstte gerçekten üstte olduğunu düşünerek yaşamaya çalışması da bundandır. Vah ki ne vah!

Kendisini kendisi olarak değil, başkalarının eksik uzuvlarıyla bir üste yerleştirenlere oldum olası kızarım. Bu kızgınlık geçecek gibi de değil. Allah’ın verdiği eksikliği yine Allah’ın verdiği eksik olmayan yaşamla yer değiştirme isteği, yani, sadece verilenle gerçekleşen yer değişikliği beni kızdırtır. Verilene müdahale olamayacağını bilmeden yapılır bu iş. Bildiğinin düşünülmesi için çıldırtır adeta beni.

Sadece yüreğinin gördüğüyle yaşamaya çalışanlar ne büyük bir lütuftadır bu böyle biline… Azap değil lütuftur anlayana… Acımak, onun yerine üste tırmanmaya çalışmak ne kabalıktır düşünebilene…

Kendini “kendi” olarak tanımayanların işidir bu garip iş. Bu garip işin hiçbir yerde izi de yoktur aslında. İzi bulabilsem emin olun özür de dilerim vakit geçmeden. Ama yok…

Hep yüreği ile görenler bilir yüreğin asıl konumunu. Derdi yürek olduğundan zorlanmaz da. Asıl olanın verilenlerle isyan etmeden yaşamaya çalışmanın verdiği hazzı göremeyenlere bu sözüm. Bunu bilemeden, anlayamadan, eksiklikleri kendine galip durum olarak düşünüp, üste çıkmaya çalışanlardır bu insanlar. Çıktıklarını düşünerek yaşayanlardır tüm bunu yapanlar…

Sadece yüreği görenle, sadece yüreği görmeyen arasındaki yaratılış farkını bilmeyenlere ne desek az. Birine mükâfat ötekine zulüm de değildir aslında. Sadece sabır ve güç sınavıdır. Tıpkı efor testi gibi geçebilen ayakta kalır. Geçemeyen öyle yaşamaya devam eder. Yaralı, yaralı… Ağır aksak…

Sadece yüreği ile görenler o kadar çok şey bilir ki, anlayabilene… Derinlerden inceden bir gözdür yürek onlar için. Dokunur ama dokunduğu ile kalmaz, yaşar… Sadece yaşayarak değil, hissederek, yüreklerin içine konarak… Daha ne deyim ki?

Yürekten yüreğe akışların en çarpıcı örneklerinin yaşandığı sadece yüreği ile görenlere küçük bir selam ileteceğim izninizle. Koca koca yüreklere ulaşabildiğim kadar.


Reyhan Gazel

16 Aralık 2010 Perşembe

Bence Anlamlı

Gökyüzünü düşünürken bir anda yeryüzünde helak olduk. Savrulduk, yılmadık, yine savrulduk, zaten yılamayız da.

Yıldığımızda elimizden kim tutar demeden ayakta kalmaya çalışmanın zorluğunu yaşadık.

Bu ne zordur bilir misiniz?

Gökyüzünü beklerken telaşa düştük. Yorulduk, yılmadık, yine yorulduk, zaten yılamayız da.

Yorulduğumuzda kim elimizden tutar bile diyemedik. Kimse yoksa el de yok, biliriz.

Bu ne zordur bilir misiniz?

Gökyüzünü düşlerken gökyüzünü göremez hale geldik. Yıkıldık, yılmadık, yine yıkıldık, zaten yılamayız da.

Yıkıldığımızda kimse kaldırmadı. Kaldıracak kimse olmaz, biliriz.

Bu ne zordur bilir misiniz?

Gökyüzünü istedik bir anda gökyüzü kayboldu. Sarsıldık, yine yılmadık, yine sarsıldık, zaten yılamayız da.

Sarsıldığımızda sıcak bir gülüş aradık. Kimse yoktu, olmasını istedik.

Bu ne zordur bilir misiniz?

Gökyüzünü beklemeyi bıraktık, istemeyi, düşlemeyi, beklemeyi… Her şeyi.

Çünkü bizim adımıza birileri düşlüyor, gözlüyor, bekliyor, istiyor… Bununla yetindik.

Arada birkaç iyi insanı bulduk, belki de aramayı unuttuğunuzdan birilerini kaçırdık. Biz bu yorgunlukla yaşarken hüzünlendik, üzüldük, dualarla ayakta kaldık. Tek dostumuz, tek çaremiz Allah’a sığındık. Bu sefer bulduk. Yıkılmayı durdurduk, düşlerimize geri döndük.


Aral Gazel adına annesi olarak yazdık.

Aral kim derseniz; Allah’ın bize en güzel emanetlerinden…

Tıpkı; Samet, Güz, Furkan, Tolga, Ecem, Ceyda, Ahmet, Ali, Ayşe… Sedat, Hasan, Asiye, Fatma, Harun, Mesut, Ayça, Tuğba, Hüsna, Metin, Kader, İrem, Sevda, Mahmut, Beril, Güliz, Betül, Hande, Yasemin, Selim,………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………Gürbüz, Hale, Yalçın, Damla, Büşra, Kemal, ……………………………………………………………..Çoşkun, Hüseyin,………………. Şeyma……………………………………………………………………


Reyhan Gazel

12 Aralık 2010 Pazar

Sevgi töreni

Bir an gelir yürek sesi bile duyulmaz olur. Kulakların duymaması bir tarafa, yürek, ‘yürek’ olduğunu unutur.

Törensel bir düzenekle kendinden çıkan yürek, kendisini bilemeden yaşamaya başlar. Bunu başaran, yürek dışında insana hükmeden bir yapının varlığını anlatır. Beyin, zekâ, akıl… Üçlemesi. Bu üçleme iş başına geçtiğinde olur olanlar. Yüreğe inat yaşananlar, yürekten sevgiyi söküp atarken, sevginin yerine hiç konmaması gereken üçlemeyi koyar.

Tören başlamıştır artık. Hep birlikte aynı şekilde, aynı çizgide, aynı işleyişte… Yaşandığı gibi, bilindiği gibi, istendiği gibi, kabul gördüğü gibi… Gibi, gibi…

Törensel düzenekte yaşanan sevgilerin sıklığı, üçlemenin gücünü anlatıyor gibi görünse de, aslında güçten öte, güçsüzlüğü çağrıştırır. Yürek karşısında işe yaramayacak kadar üstelik. Nasıl yarasın ki?

Gardını alarak bir başına sessizce kenarda tutulan yüreğe ne yapabilir üçleme? Sadece törenden öte… Tören bitince herkes kendi evinde, yüreğiyle baş başa kaldığında üçleme, dörtleme olsa kaç yazar? Üçlemenin hükmü, tören bitimine kadardır.

Yaşantıların içine girdikçe, törensel sevgilerin sıklığını ve istenirliğini gördükçe, sevginin yürekten olmadığı anların, birkaç tören boyu kadar hüküm sürebildiğini bilememek zor olsa gerek. Görülmediğine göre…

Bedeni eline alan üçleme, basit gibi görünen yürekten çıkan küçük bir bakışla devreye girerken, üçleme biter, gider… Nereye? Bize ne?

Yüreklerin sevgiye sahip çıkan kararlılığı, sessiz ve inceden bir çığlığa dönüşürken, üçleme olsa kaç yazar? Tören nasıl olsa bitecektir, hiç bitmeyen tören var mı ki?

Törensel bir düzenekle yaşamaya alışanların, bir gün gelip yüreklerine teslim olduklarında söyleyecek küçük de olsa bir sözün olmayışı da bundandır. Nasıl olsun ki?

Üçlemeyle başlayan sevgilerin sıradanlığı, sıklığıyla paralel gittiğinden, yürek öyle durumlarda ‘yürek’ olduğunu unutmasın da ne yapsın? Unutmasa, üzülecek, gerek var mı, şu kısa yaşamda? Bundan da bize ne? Bize ne mi? Evet bize ne?

Herkes kendi yaşamını yaşar, istediği gibi hem de. Üçleme, dörtleme, beşleme, altılama… Yüzbinmilyonlama… Balıklama… Hop diye. Bazen doğrudan direkleme… bize ne?

Doğruları bilene ne? Yüreklerini unutanların törenlerinden bize ne? Ama sıklıkla karşımıza çıktığından, bazen bize ne denmez. Her yerde, her an…

Birbirini seviyormuş gibi yapanlar, yaptığını sananlar, yapsa da beceremeyenler, ne yaparsa yapsın sevemeyenler… Üçleme, dörtleme, beşleme, balıklama… Canınız kaçlama istiyorsa… Törensiz yaşayamayanlar, törenlerde varlıklarını bulanlar, yüreklerini unutanlar… Tümünden bize ne? Gerçek sevgiyi bilenlere ne?

Gerçek sevginin yüreklerdeki ağırlığını ve gücünü bilenler, mutludur, her an mutludur. Tören olsun olmasın hem de. Yürekler törende olduğundan belki de.

Sayıyoruz; en çok üçleme yapanlar bir adım öne, yalan yok ama en az yapanlar yerinde… Aradakiler canı nereye isterse… Şimdi en öndekiler bir adım sağa, marş marş… Aradakiler ister sağa ister sola, geride kalanlar, yerinde kalmaya devam etsin. Tekrar en öndekiler sağdan devam etsin, gidebildikleri kadar. Aradakiler aynen ne yaparsa yapmaya devam etsin, geridekiler yine yerinde…

Geriye kalan bizdendir. Aradakilerden kalan sağlar da bizimdir. Vermeyiz.


Reyhan Gazel

7 Kasım 2010 Pazar

İşaret Kuşlarım

Sevgiyle bakılan yaşamda, yürekli yaşanan yaşamda, yüreksizleri yok sayan anlayışta hep bir İŞARET KUŞUM devrededir.

Bu “İşaret Kuş”um bazen ağır aksak yürüyen bir gencecik delikanlı, bazen de konuşamayan güzel bir kız çocuğudur.

Kuşları oldum olası severim. Tüm yaşamın üzerinde “herkese selam” edercesine özgürlüğü anlatır bana. Bu özgür duruş hep cazip gelir. Nasıl gelmesin ki? Gökyüzünü yeryüzü yapan tüm duruşları içinde barındıran “İşaret Kuş” larım gibi… Yeryüzüne gökyüzünü indiren güzellerimdir tümü. Bana yaşama sevinci veren güzeller… Özgürce yaşamayı her an bekleyen umut gözleriyle bakarlar hep yüzüme. Bazıları bunu kolay başarırken bazıları ise hep zorlanırlar… Zorlansalar da karıncanın Kâbe’ye gitme hikâyesinde olduğu gibi özgürlük yolunca “ ölürüm” derler, herkese dedirtirler. Yavaş ama emin adımları herkese cazip gelir. Yeryüzünde gökyüzünü görebilen herkese…


“İşaret Kuş”larım, yaşamı bildikleri gibi yaşarlar. Bilmediklerini pek düşünmezler. Hatta çoğu zaman bilmek bile istemezler. Dönüp bakmazlar. İşareti gösterirken herkese, neyi gösterdiklerini görebilenlerle paylaşmaktan geri duramazlar.

Kuş gibi özgür, yaşamı güzellikleriyle herkese gösterme derdinde olan “İşaret Kuş” larımı hiç bilmeyenler de var. Görmeyenler, burunlarının dibinde bile olsalar anlayamayanlar… Yaşamında, yüreğinde “ İşaret Kuş”u olmayanlardır bu insanlar. Onlara ilişmeyin. Bırakın dursunlar kenarda.

Ama “işaret Kuş”u olmayanlar “işaret Kuş” larıyla ilgili fikir belirtiyorlarsa o zaman yandık. Zaten hep yanıyoruz. Allah “İşaret Kuş” larını korusun bu insanlardan.

“İşaret Kuş” unu görmeyenler…


Yaşamın içinde tüm güzellikleriyle herkese iyiliği, güzelliği, sevgiyi, dürüstlüğü, yalansız yaşamı, insanlığı, yürekliliği, temizliği, saflığı… anlatan “İşaret Kuş” larımı bugüne kadar görmeyenlere, görüp de görmek istemeyenlere, hep gördüğü halde kafasını çevirip işaret edemeyenlerle uğraşmalarına hatta kendisini işaret edici zannedenlere çok kızgınım. İlişmeyin demem bundan. Zamanı gelince herkese ilişiriz ama “İşaret Kuş” larım işaret ettiği zamandır o zaman. Bırakın dursunlar.

“İşaret Kuş”larını hep görenler…


Yaşamda kendisi olarak yaşamaya çalışan, yaşamaya çalışırken de herkese işaret edecekleri güzellikleri seçip çıkaran ve bu güzellikleri hep gören herkese gösteren “işaret Kuş” larımla her zaman birlikte olan insanlar da vardır. Bu insanlar gökyüzünü yeryüzüne indiren özgür bir yürekle yaşamayı seçmişlerdir. Bu seçim güzellerimin başarısıdır. Güzellerimi görenlerin seçimidir. Yeryüzünde gökyüzünü beklerden mutlu olmayı seçerken bir taraftan zorlukları da kabullenmişlerdir. Bu zorlukların mutlaka karşılığını alacaklarını bildiklerinden de rahatlardır her zaman.

“İşaret Kuş” larımı yok sayanlar


“İşaret Kuş” larımı yok sayanlar için yaşam boş ama hoştur. Geçici bir hoşluk… Hoşluk geçici olunca gelen boşluk da büyük olur. Bilene… Yeryüzünü, gökyüzüymüş gibi yaşayanlar gökyüzünü yeryüzüne indirmeye çalışmayanlardır aynı zamanda. Çünkü yok sayılan gökyüzünü hiç bilmezler. Varlığını, insana katkılarını, güzellikleri, derinlikleri… Yazık diyelim, onları da geçelim.


“Güzelin ettiği söz de güzel olur”


“İşaret Kuş” larım gökyüzünün güzelliklerini içinde barındırarak, güzeli en güzeli yeryüzüne indirirler. Hatta indirmekle kalmaz, gözümüze sokarlar ama gözü işarette olana…

“İşaret Kuş” larımı bilmeyenler, onların güzelliklerini de göremezler, görmeye çalışsalar da… Güzellik yürekle görülür, bunu bile bilmezler. Güzeli görüntüde arayanlara mutluluk gelir mi? İşaret edilebilir mi?

Hz. Peygamber Efendimiz daha güzele ulaşmak için yanında “İşaret Kuşu” bulundurmadı mı? “İşaret Kuş”larıyla kendilerini daha güvende ve iyi hissetmedi mi? Bunu bile göremezler, yok sayarlar… Yürekleri de yok sayarlar. Peygamber Efendimize inat üstelik. Yazık ki ne yazık böyle insanlara.



Özürlülerimiz, özel insanlarımız, güzel yavrularımıza müjde;

Bir gün “İşaret Kuş” unu herkes öğrenecek. Herkes işaret edileni görecek, herkes tüm yüreklere sahip çıkacak. Belki ömürler yetmeyecek ama… Yine de rahat olun.


NOT: İşaret Kuşu ifadesi güzel insan İlke Öztan’a aittir. Bir gün herkes İlke”yi tanıyacak. O zaman işaret kuşundan tam olarak ne kastettiğim daha iyi anlaşılacak. Biraz daha sabır.

Sevgiyle kalın
Reyhan Gazel

28 Eylül 2010 Salı

“Benim Babam da Padişah”

Farklılıklarla yaşamak insanı ürkütse de bazen keyifli olabiliyor. Her an yeni bir farklılık bizlerin en büyük gerçeği. Diğer gerçek olanların yanında hem de gesgerçek ... Hiç uzaklaşamayacağınız kadar gerçek. Bazen yüreğinizin en kapalı yerinde gizli de kalabilen bir gerçek. Kaçsanız nereye kadar… Bir insan, yüreğinin en kapalı yerinde gizli kalan bir şeyden ne kadar uzaklaşabilir ki.

Bazen yüreğimizin en açık yerinde yaşamın hemen kıyısında duran özürlülük, bazen gizlice yaşansa da hep, her zaman gerçektir. Açık ya da kapalı… Ne fark eder ki. Sonuçta özürlüsünüzdür. Çocuğunuzda da olsa kendinizde de… Yaşama karşı duruşunuzdaki farklılık her an yanınızdadır. Kimse çantayı bile bu kadar sıkıca taşıyamaz.

Ama zaman geçtikçe yürekteki farklılığa karşı baş gösteren direnç yerini sakinliğe ve sonrasında da farklılığa ilişkin keyifli anlara bırakır. Bizim evimizde yaşandığı gibi. Çoğu evde… İsyan hiç yaşanmaması gerekendir böyle durumlarda. Yoksa iş hep, çok daha zordur.


Biz, yaşamda isyan etmeden payına düşeni alabildiğimiz kadar alanlar olarak, mutluluk arayışında farklılıklara rağmen mutlu da kalabilmeyi becerenleriz. Keşke herkes bu kadar şanslı olsa. Mutluluğu yakalayabilme şansı herkese nasip olsa… Keşke…

Biz keşkelerle de vakit geçirmeyenleriz aynı zamanda. Her anı mutlulukla geçirme derdindeyiz. Olduğu kadar. Olmayınca tek laf etmeyiz. Yaşama, bizim dışımızda baş gösteren durumlara karşı ne denebilir ki? Kadere karşı konulur mu?

Sizin çocuğunuz farklı bir dünyada var olma savaşı verirken ne kadar kendi dünyanıza çekebilirsiniz ki? Deneyin. Ya da bizim gibi hiç denemeyin. Mutluluğa ulaşmayı deneyin. Her şeye rağmen. Kendinize rağmen.

Sizin çocuğunuz hiç müzede, sarayda padişah çocuklarının sünnet odasında zıpladı mı? Onlarca insanın kahkahaları, bağırtısı, koşturması, kameralar… Arasında… Dalga geçenlere inat “ benim babam da padişah” dedi mi? Bunları yaşarken sakin kalabilir misiniz? Mutluluk işte bu noktadadır. Tam buradadır. Hani “mutluluğun resmini gördün mü?” diyenlere inat resmi oluşturan kare oldunuz mu?

Sizin çocuğunuz hiç önüne geleni döverek yürüdü mü? Sokakta ayağa basmaca oynadı mı? Çocuğunuzla hiç dalga geçildi mi? Her an gözünüzün önünde.

İşte mutluluk her şeye rağmen olursa mutluluktur demem bundan. Farklılıklarla yaşamayı öğrenmek budur işte. Atipik durumlara bilinçli yaklaşmak ve dengeyle hareket etmek… Hatta bir de farklılıklara saygı duymayanları eğitme çabası… Bu daha zoru elbette. Ama oluyor. Yaşam insana her şeyi öğretiyor.


Sonra bir de bakıyorsunuz ki, her farklılığı normal karşılıyorsunuz. Yaşamsal olgunluk dediklerini yaşam tarzı yapmışsınızdır. Ne mutlu bize.

Reyhan Gazel ………..
Sıradan bir özürlü çocuk annesi

23 Eylül 2010 Perşembe

Bilge Karasu Hocadan Meraklısına ….

Ne kedisiz ne kitapsız yaşayabilen Bilge Karasu, gözümüzün önünden gitmiş olsa da, anılarıyla yüreklerde yerli yerinde. Kendisi de böyle isterdi.

Yıllar öncesinden aklımda kalanları, çala kalem tuttuğum notlarla pekiştirdiğim tümcelerle birleştirmeye çalıştım. İşte kendince yazı yazmaya çalışanlara Bilge Hoca’nın ilk dersi… Zor demeyin daha ilk dersi…

Meraklısına kolay gelsin.




Ölü dil hariç hiç bir dil olanaklarını tüketemez, dil olanaklar bütünüdür.

Dil sesli göstergeler dizgisidir. Çünkü insanlar önce konuşur sonra ya öğrenir ya öğrenmez.

İm denilen şey, gösterenle, bir gösterilen, bir imleyenle, bir imlenilen şeydir. İşitilen şey, imleyen, göz önüne gelen şey imlenendir. İmler tek başına yetmez, bir dizge oluşturması gerekir. Her im varlığıyla olduğu kadar yok ettikleriyle birlikte anlam kazanır.

Belli bir tümce, bir dilin gerektirdiği her şeyi içinde barındırır. Ama tümcenin yanına tümce gelmesi dilin sınırlarını aşar.

Anlamakta kullandığımız en sağlam ölçüt ‘ben’ dir. Ama iş ‘ben’ le bitmez. Anlam nerede başlar nerede biter buna bakmak gerekir.

Bir metin, inceleme konusu olan sözlerin tümüdür.

İletinin engellenmesi ancak ‘gürültü’ ile olur. Gürültü, iletiyi aksatan dış etkendir.

Dil bilgisi metinleri, dilin kurucu metinleri değil, dilin zaten taşıdığı kurallardır.

Dil bilim bir tümce ile sınırlıdır. Tümcenin bittiği yerde dil bilim biter. Buna karşılık im bilim, tümcelerin eklemlenmesi, anlamın eklemlenmesiyle uğraşır.

Her iletişimde düzgü önemlidir.

Taşırılık, iletilerin anlaşılabilmesine, kavranabilmesine yardım eder.

Hiç birimizin yan anlamı, diğerinin yan anlamıyla çakışmak zorunda değil. İkincil düzlemde anlamlar bile olabilir. Uylaşım içinde olan yan anlamlar da karşımıza çıkabilir. Anlamı kullanım belirler.

Felsefe bir üst dildir.

Her hangi bir üst dili kullanırken, belli bir takım terimlerin karışmamasında yarar vardır.

Örnek okur metnin gerektirdiği okurdur. Okurun metinle işbirliği gerekir. Kitapta yazılmayan bir çok şeyi okur doldurur. Bir anlatıda her şey söylenmez.

Metin delik deşiktir. Biz okur olarak delikleri yamıyoruz. Okur metinle birlikte yürür.

Anlam biricikliklerinin ortaklığına dayanarak metinde eğretileme yapılır.

Sanatsal metinler, anlamın en karmaşık olduğu yerdir.

Dünyayı nasıl kavradığımızı ancak anlatırken kavrarız.

İnsanlar genelde tembeldir, bildikleri şeyi okumak isterler.

Bir metne iyi, kötü diyebilmek için im bilim incelemesi gerekir. Metinler açık ya da kapalı diye ayrılamaz. Ortaya her ikisinin de değillemesi çıkabilir.

Bize bir şeyin varlığının haberini dil verir. Dilde var ki biliyoruz.

Gerçekliği kuran dil değildir, Dil, gerçekliği ortaya koyar. Dünyayı o dilin kavrama şekilleriyle görürüz.

Metnin dünyası, olası bir dünyadır, biz bu olası dünyayı, kendi yaşantımızdan yola çıkarak anlarız.



BİLGE HOCADAN….




“Öleceğimizi bilmeliydik. Bileti üç saat önce aldım.
Durmadan ölümler içinde ufalanır dururdum, öyle kaldım.
Her ölümden sonra daha yoksul, her ölümü daha doğumunda hazırlayarak,
sürükleme içinde, sürüklendiğimi bile bile,
ölümü en kısa gönenç içinde bile beklemek.
Dost ölümdedir. Bileti bir kaç saat önce aldım. Ama dünden beri aldığımı söylüyordum. Ölüm gerek bana. Varsınlar evlensinler. Ölümü ararım ben.
Ayrılık öncesi aksar her zaman. Boş boş bakılır gözlerin içine.
Sırıtılır, el sıkışılır, sigara içilir. Üst üste.
Aynı şeyi yapar dururuz, aynı hareketi, aynıyı yenilemektir elimizden gelen.
İki saat önce yabancılar karıştı aramıza, tren kalkıncaya değin ayrılmadılar. Onlar ayrılmadı, onlar kaldı ben gittim. Yabancıların yanında büsbütün yabancılaştık. Sırıtıldı, el sıkışıldı, sigara içildi. Tiksindim.

Ayrılmadık, ayırdılar. Hepsi sevinç içindeydi.
Kimse kimseyi kıskanmıyordu. Ben kıskandım.
Bahar havasında vagonların penceresi açılır. İçeriye ölüm esiyor.
Yenisi, yenilenecek olanı. Baharın mavisinde ölmeliyim.”

GECE



“Yoldakiler, lastik tabanlı ölüm yükünün altında çiğnenedursun, sokak ya da oda kapımızın önündekiler bizim hızımıza uydurabiliyorlar kendi hızlarını.."


"Nar kentinde bir incir buldum. Narı da inciri de, övmek isterim. Anam her kışın en karanlık noktasında, eve girerken bir nar atardı yere, bütün gücüyle; parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin beti bereketi niyetine... Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki gün sonra, narın patladığı yerden çok uzakta incecik bir çıtırtı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri, o kadar iyiydi. Topladıktan sonra söylerdim anneme, sevinsin diye.."



"Sevi, iki kişinin bir araya gelerek tanıma, betiye sığmaz bir dünyanın yasalarını uydurup uygulamasıdır."



NARLA İNCİRE GAZEL




Reyhan GAZEL

9 Ağustos 2010 Pazartesi

MEDYA ARACILIĞIYLA TOPLUMSAL “ANGOISSE”

Angoısse, sıkıntı, psişik ya da fiziksel bir huzursuzluktur. Psikolojik olarak paniğe kadar varabilecek bir güvensizlik durumu olarak yaşamın içine yerleşir.

“Angaısse” durumunu hisseden insan, bu durumun nedenini bilemez. Sadece sonuçlarını yaşar. Yanı başındaki insan da aynı durumdaysa, bir başkası da, öteki insan da, beriki de… Toplumsal angoısse başlamıştır artık. Bu sonucu ortaya çıkaranların kalitesi, şiddeti, faktör sayısı sonucun da akıbetini belirler.

Türkiye son yıllarda ciddi bir toplumsal “angoısse” durumunda. Sokaklarda bile rahatça yürüyemeyecek kadar sıkıntılı, yüzü gülemeyen, huzursuz insanların çokluğu bana bunları yazdırtıyor. Açlıktan ölmek üzere olan Afrikalı bir çocuğun görüntüsünü ağlayarak izleyen insanlarımızın, çoğu çocuk ve kadın binlerce insanın gökyüzünden bombalanmasını havai fişek gösterisi gibi izlemesi bunun en büyük sonucudur. “Ölüm” gibi gerçek bir olgunun “medya gösterisi” ne dönüşmesine izin verebilecek kadar mı huzursuzuz? Ne oldu da ölümü bile tepkisiz, biraz şaşkın, belki de zevkle izleyebildik?

Yoksa yaşadığımızı düşündüğüm toplumsal “angoısse”, bizi “Gösteri Toplumu”na mı dönüştürdü?

Yoksa medyanın tüm zihinleri felç eden bir etkisiyle mi karşı karşıyayız? Yanılıyor olabilir miyim?

Zihinleri felç ettiğini düşündüğüm bu etki, medyanın taktik gerekçelerle, devlet şirket birlikteliğinin, güçlü seçkin kişilerin yarattığı bir ortaklıktır. Bu ortaklık doğal olarak, devletin yöneticilerinin seçkin kimselerden alacakları, aldıkları eleştirileri değil, seçkinlerin çıkarlarını korumak üzerine kurulmuştur. Bu noktanın görülememesi için zihinsel felç etkisine yani toplumsal “angoısse” ye ihtiyaç olduğu açıktır.

Etkisizleştirilmiş insanlar doğal olarak, incir çekirdeği misali küçük sıkıntıları tartışarak yaşarken, söz konusu ortaklık başarıya kadeh kaldırmaya başlamıştır bile. Herkes kendi iç huzursuzluğu ile yaşarken ortaklıkla ilgili bir sorun görmez, yaşamaz, dile bile getirmez.

Daha öte sonuç, yaşadığımız ve yaşayacağımız gelecektir. Bundan kaçış yok. Her şeyin gösteriyle sergilendiği, özel yaşamların toplumsal sorun gibi zihinlerimize yerleştirildiği ve iç huzurumuzu unutturan ortaklık, medya ile evlerimizin içine girerken bize de “günaydın yeşil ovalar, güzel insanlar, bir selam da benden olsun” gibi içerikten yoksun, huzursuzluğu gideremeyen bir gerçek kalır.

Bu değerlendirme, medya aracılığıyla toplumsal “angoısse” yaratan ortaklığa hakaret etmek için değil, “ küçük bir köşe yazarı” nın basit bir akıl yürütmesi olarak görülmelidir.

Reyhan Gazel

1 Ağustos 2010 Pazar

Bu Sabah Güneş Doğmuyor

Bazı sabahlar güneşin doğmadığını hissederiz. Aslında güneş doğmuş, yaşam yeniden kurulmuş, bulutlar olması gerektiği yerde, insanlar koşturmaya devam ediyordur… Ama yüreğimiz güneşi göremeyecek kadar sıkıntıda. Böyle sabahların acı yüzünü yüreklerinizde hissederken neler yaparsınız?

Cevabınızı duyuyor gibiyim. “HİÇ” Evet, hiçbir şey yapmazsınız, tüm insanlar gibi. Tüm davranışlarımızın çıkış noktalarını belirleyen ve bedeni yönlendiren yürek hissizleşince, yüreksiz neler yapılırsa o yapılır. Yani “HİÇ” Yüreksizce yapılanların “HİÇ” olarak düşünülmesi garip olmasa gerek. En azından benim okurlarıma garip gelmemeli. Hala garip gelen varsa bilin ki, okurum olmamışsınız henüz.

Tüm yaşamımızın var olduğu yüreklerimiz yaşamdan tat almadığında, bedenlerin yaptıkları işe yarar mı? Yüreklerin yorulması bir anda da olmaz. Yürek sabırlıdır, bekler, bekler… Ama istenmeyenlerin üst üste geldiğinde kendinden geçer. Kendi gibi olmaz. Olması gerektiği yerinde durmaz. Bir başka şey olmayı da kendine yediremez. Beklerken yıpranmışlığı yaşadığından takati kalmaz ve güneşin doğduğunu bile görmez. Güneş bile bir şey ifade etmez.

Pırıltı içinde karanlıktadır o anda yürek. Kendine de dönemez. Dönse, kendinin gücü güneşi, kendine göstermeye bile yetmez. O kadar dardadır.

Bir hamle güneşe bakar yürek. Güneşin pırıltını derinlerden görmeye çalışır. Hala kendine gelmeye çabası vardır. Ama pırıltıda bile karanlık görür. Beden bu anda bir sürü işle meşguldür. Yüreklerin olmadığı tüm işlerin içinde didiniyordur. Bir oraya bir buraya… Dokunmayın bedene bildiği gibi yaşasın sevgili okurlar.

Bir süre böyle güneşsiz günleri yaşar yürek. Ne yapsın! Tüm evrene aşık olduğundan güzelliklerin bitmediğini bilerek rahattır aslında. Bir an gelecek ve güneşi görecektir mutlaka. O an yürek kendine kendisi sahip çıkar. Çünkü kendinden başka ona güzel dokunacak kimse yoktur. O dokunuş, derinlerden hissettirir kendini. En azından yalnız değildir. Bir kendisi bir de kendisi…

Öyle bir an gelir ki yürek gözlerini daha iri açar. “Görmem gerekiyor güneşi” Görmeye de başlar, ‘görmem gerekir’ derken… Biraz daha zamanı vardır bilir… Ama pes etmez. Evrenin her yanı güneşin pırıltısı kadar göz kamaştırır. Bunu çok iyi bilir, bir kendi bir de kendi olduğu için… Sonra… “ Güneşi görüyorum. Tam karşımda işte. Tüm evreni aydınlatan benim karşımdaki güneş. O öyle bir ışıltı verir ki onsuz olmaz hiç bir şey. Güneşi görmeyenlere üzülürüm. Göremeyenlere de. Görmek bile istemeyenleri hiç anlayamam. Bir an görememek hiç görememekten daha iyidir. Üstelik güneş kaybolup geri geldiğinde daha derinlere girer. Bulduğumuzda çocuk gibi sevindirir bizi. Görün hepiniz güneşin doğuşunu, güneşi, yaşamı, yaşamın tüm renklerini… Hadi…” Aslında o anda yürek güneşi değil bir taşı görüyordur, karşısında taş ona güzel bir bakış atmıştır, gözü ona takışmıştır. Ama taş bile yüreklice bakıldığında güneş tadı verir, bilene, görebilene…

Herkesin güneşi öyle bir açsın ki gözleriniz sadece pırıltı görsün…


Reyhan Gazel

29 Temmuz 2010 Perşembe

Serin Bir Yudum

Havanın sıcaklığı yüreğimizin en derinlerinde bile hissedilirken, tüm organlarımız sıcaktan hararet yaparken, serin bir suyun kıymetini ne azaltabilir? Hiçbir şey. Soğuk değil, serin bir su… Tüm organları kendine getiren, hafifleten, yüreğimizi sade kıvama dönüştüren serin bir yudum…

Soğukluk ile serinlik arasındaki fark, yüreklilik ile yüreksizlik arasındaki fark gibidir; bilene… Soğutan değil, serinleten bir yaşam özleminin içimizde her an bulunduğunu bilerek, bulunması gerektiğini anlayarak, bulunmasını derinlerden isteyerek, hep bunu özleyerek yaşamak gibi.

Sıcaktan bunalan yürekler için kıymeti tarifsiz olan serin bir yudum, tüm yaşamı güzelliklere götürürken, beraberinde koca endamıyla tüm insanları da götürür. Bu endam, serin bir yudumun kıymetini bilenler, yürekten isteyenler için o kadar küçülür ki. Serinleten bir yudumla yaşamanın güzel olduğunu bilenlerdir bu insanlar. Bu koca endamlar…

Koca endamların içinde serin bir yudum ile küçücük kalan tüm insanlar, ellerindeki tüm koca işleri serin bir yudumla daha rahat bitirebileceklerini bilirler. Bilirler bilmesine de, serin bir yudum karşısında küçük kalmayı da pek istemezler. Öyle anlarda, kendilerini koca bir endam olarak tekrar yaşama ulaştırırlar. Ne de büyük bir hata yaparlar. Yanılgıyı anladıkları anda, ya iş işten geçmiştir ya da koca koca yaşamaya alışmışlardır. Ne yapsınlar? Yanılgıyı anlayanlar için, küçücük kalmak sonraları zor gelmez. Gelemez. Nasıl gelsin ki?

Yanılgıyı anlamayanlar için yaşam hep zordur, zor olacaktır, zorluk artacaktır. Nasıl kolay olsun ki? Serin bir yudumun kıymetini bilemeden, nasıl mutlu olunsun ki? Serin bir yuduma yenilmek yakışır mı? Yakışmaz diyenler, başka yazıya lütfen…

Sevgi koca yaşamın içinde serin bir yudum gibi başköşemizde dururken, bunu küçümseyenlere sitemim var. Nasıl olmasın ki? Koca yaşamın tek yenildiği, küçüldüğü serin bir yudumu anlamayanların mutlu olma şansı var mı? Serin bir yudum karşısında, kendince dimdik duranların ayaklarının ağrımama şansı var mı? Olabilir mi? Serinleten yudumlamayı alamayanların organları bir süre sonra birbiri ile yakınlaşmaz mı? Bu yakınlaşmada, birbirlerinin işlevlerini yok etmezler mi? Evrene karşı durulur mu?

Ne kadar koca bir endam ile yaşarsak yaşayalım, bir yudum sevgi ile küçülmez miyiz? Bu küçülme, yüreğin küçülmesi olmazken, kendimizi yaşamda doğru yere koymak, kendimizde doğru olanı yaşayabilmek, olmaz mı? Her insanın serin bir yuduma ihtiyacı olmaz mı? Ne kadar koca olursa olsun, yaşam ne kadar koca olursa olsun…

Serin bir yuduma ihtiyaç duyulmaz mı? Duyulmazsa nasıl yaşanır, duyulursa, nasıl yaşanmaz? Bilinir mi? Bilinir elbette. Yaşamın içinde, sokaklarda, cinayet bürolarında, okullarda, evlerde, hastanelerde, yollarda, postanelerde, pastanelerde, kefelerde, plajda, yerde, gökte… Her yerde, yaşamın olduğu her anda, her saniyede… Daha ne deyim?

Reyhan Gazel

16 Temmuz 2010 Cuma

CANIM OĞLUMA 2

Sana en son mektup yazdığımda tarih 3 Aralık’ı gösteriyordu. O gün senin özel günündü oğlum ve ben sana bu özel gününün kutlu olmadığını anlatmıştım. Ne de haklıymışım oğlum. Her geçen zaman haklılığımı daha da pekiştirirken, acılarımızın her geçen gün artacağını biliyordum aslında. Çünkü büyüyorsun, büyüdükçe sen de benim gibi anlıyorsun oğlum.

Sürekli kovulmaktan yorgun düşmüş yüreğimiz bir kere daha kovulmaktan, istenmemekten şaşkın bir o kadar da bitkin düştü. Kimseler duymuyor sesimizi, duymayacak da. Ama üzülme oğlum Allah her şeyi görüyor. Allah yeter bize.

İstenmemekten yorulmuş yüreğimiz bir de senin adınla sefa sürenler tarafından yapılınca daha da acıtıyor canımızı, içimizi, yüreğimizi…

Oğlum seni doğurduğumdan beri elimden geleni yaptığımı, senin bana güzel bir emanet olduğunu herkese haykırdım. Ama duyan olmayınca haykırışların da anlamı olmuyor. Bunun için çok üzgünüm. Aynı zamanda da rahat. Çünkü yine bizi tek anlayan Allah, her şeyi gördü oğlum. Sen de rahat ol lütfen.

Senin gibi özel insanların haklarını savunduğumuz bir yerden kovulmak içimizi daha da acıtsa da, bu kovulmuşluğun altında yatan duyguyu, haklarının kutsallığı karşısında yaşanan gerginliği, belki anlamayacaksın ama siyasi manevraları biz herkesten daha iyi biliyoruz oğlum. Tepkisizliğimiz anlamadığımızdan değil, kimseye kötülük yapmadan yaşamak, sevgi dolu dünyamıza kötülüğü sokmamaktan geçiyor oğlum. Bunu başaracağız oğlum. Emin ol ki başaracağız. Bizi üzenleri üzmeden, kötülük yapanları sadece Allaha havale ederek yaşamaya devam edeceğiz. Çünkü Allah her şeyi görüyor. Buna hep inanalım oğlum.

Her anne duygusaldır oğlum. Kimse yavrusuna kötülük yapanlar karşısında kayıtsız kalamaz. Bunu insan olan herkes iyi biliyor oğlum. Ama iş başkasının yavrusuna gelince unutulduğunu bilmek güzel. En azından bilerek yaşamak güzel. Ya bunu bilmeden yaşamak zorunda kalsaydık? İyi ki yüreğimiz, insan olarak benliğimiz yerinde… İyi ki Allah bizi insan sevgisiyle donatmış. Biz herkesin yavrusuna sahip çıkmaya devam edelim oğlum. Kendimizi de Allaha emanet ederek…

Ama Melek Ablamızı unutmayalım. O’na haksızlık etmeyelim. Ama duyuyorum dediğini “O insan değil, melek” Ama herkes O’nun gibi olamaz ki… Dediğin gibi O bir melek. Allahın tüm emanetlerine gönderdiği bir MELEK. Keşke herkes melek olsa dediğini biliyorum. Ama olmaz oğlum. Herkes melek olamaz.

Bugün yine kırgınız yaşama, biliyorsun. Ağladık bolca, görüyorsun, hüzünlüyüz yine anlıyorsun. Tüm sevenlerimizle üzüldük. Bir kez daha kovulmanın hüznünü yaşadık hep birlikte. Üstelik hiç de hak etmediğimiz bir şekilde… Arkadaşsız, dostsuz geçen günlerinde biraz olsun mutlu olabilmen için gittiğimiz bir iş yerinde. Belki de tek mutlu olduğun ortamda. Hep mutlu olman gereken bir ortamda... Niye mi?

Profesyonellikmiş nedeni… Tek kelime. Bizim yaşamımızın dönüm noktasında tek kelime ile kovuldun oğlum. Profesyonellik… Sen üzüldükten sonra ne anlamı var bilmiyorum oğlum. Anlam bulacağımı da sanmıyorum. Sen zaten anlamadan dışarı atıldın. Sana yapılan iki güler yüzden, insanca tutumdan mahrum bırakıldın. O an sadece Allah ve ben yanındaydık. Bir de Tülin teyzen. O da üzüldü. Çünkü O’nun oğlu da senin gibi özel. Kendisini gördü bizim yüreğimizde. Senin kovulmanla O da iki güler yüzden mahrum kalacağını iyi bildiğinden yıkıldı bizimle birlikte.

Oysaki senin mutluluğun için söylenen profesyonellik bizim yaşamımızın yıllardır ayrılmaz parçasıydı. Hep o kelime etrafında yaşadık, çalıştık. Ama yıllarca döktüğüm terler senin kovulmanı engelleyemedi oğlum. Yazıklar olsun demekten başka ne diyebilirim ki. Bir de yine Allah her şeyi görüyor diyebilirim. Ne mutlu ki bize yine rahatız.


Şimdi bana yine kızacaklar oğlum. Kızsınlar. Sen mutlu olmadıktan sonra kızanların hükmü olur mu? Beni daha ne kadar üzebilirler ki? Bu üzüntünün ötesi var mı? Oğlunun kovulduğu bir yerde bir insan ne kadar durabilir ki… Dursa ne yapabilir ki, ne yapmak ister ki… Ben durmayınca profesyonelliğin anlamı nereye kadar gider oğlum? Kim senin ve senin gibi özel insanlar için bu kadar yüreğini ortaya koyabilir ki… Yüreğini aklıyla ve profesyonelliğiyle birleştirebilir ki… Üstelik hiçbir karşılık beklemeden kim gece gündüz senin için çalışabilir ki… Sadece bir “anne” tüm bunlar için yetmez mi oğlum?

Yeter aslında ama anlayana oğlum… Anlayana.

Allaha emanet ol yavrum. Çünkü tek dostun Allah. Bunu bundan sonra hiç unutma.


Reyhan Gazel


OĞLUM SENDEN TÜM SENİ ÜZENLER ADINA ÖZÜR DİLİYORUM

7 Temmuz 2010 Çarşamba

KÜÇÜK BİR GEZİNTİ

Onca sıkıntının içinde bir o yana bir bu yana koştururken ne gözlerimizi görürüz ne yüreklerimizi. Bir an gelir ellerimizi attığımızda ne yürek ne gözlerimiz eski halindedir. Gözler ağlamaktan kıpkırmızı açsam mı açmasam mı diye kendini zorlarken, yürek açılmanın ne olduğunu bile unutmuştur.

Avuç içine sığacak kadar küçük şeylerle de mutlu mutlu yaşanabilir. Avucumuzu dolduramasa bile, yüreğimizi dolduran nice güzellikleri yaşamda görebilmek, yaşamı daha iyi anlayabilmek için yaşamın içinden bakabilmek gerekir. O zaman küçük şeylerin anlamı yüreklere yönelir. Yüreklere yönelen ise, yürekten çıkanlara en güzel zemindir.

Gözlerinin içinden süzülen dramın, bir dudak kıpırtısı ile sözlere dökülmesi an meselesi. Dokunsan hem konuşup hem ağlayacak. Ağlayarak konuşması “duyun, gözlerime inanmıyorsanız “ demek olmaz mı? Olur, elbette ama duyana… İstediğimizi duyma yetimizi bildiğimden işe yarar mı? Emin değilim

Sözüm; gözünün önünü göremeyenlere, gözlerinin önündeki koca yaşamı yaşayamayanlara… Dar alanları bahane edip, “oynayacağım ama yerim dar” diye yerinde oturanlara, yürekleri yerinden kalkmayanlara… Yerinden kalkan yüreklerini başkalarının ellerine verenlere…

Zamanın bile her an değiştiğini bilip de yaşamın önce insanda sonra tüm evrende olmadığını söylemek şaşkınlıktır. Şaşkınca yaşamı izlemektir, müdahelesiz, katılımsız, sessizce… İnsana uygun olmayan bir biçimde… Değişimi ‘öncelikle’ yaşayan bir varlık olan insan olarak hem de…

Sev beni. Küçük bir kuşu ellerinin arasında sevdiğin kadar… Yeni açan bir çiçeği koklamaya çalışır gibi… İnceden yağan yağmura dokunmaya çalışırken döktüğün gözyaşına dokunurcasına…Hiç bitmeyecek bir senfoniyi dinlerken aldığın hazzı yaşamaya devam eder gibi…Yaşamı yaşamın içinde kucaklarken düşündüğün mutluluklar kadar büyük….

Yüreklerin solduğu akşamın getirdiklerini, başka yüreklerdeki yansımasında yüreklice gördüğümüzde, gidenin ardından ağlayamayız bile. Gözler açılsam mı açılmasam mı dercesine kısık bakarken… Gözlerin görüp görmediği belli bile olmazken… Gözler bazen yerinde fazlaymış gibi yerinde dururken… Ağlasak ne olur, ağlamasak ne olur?

Bir şeyi başarabilmek için epeyce uğraşmak gerekir. Ter dökmek, zaman zaman koşturmak, inmek, çıkmak, yorulmamak… Tıpkı gökkuşağının altından geçmek istenirken verilen çaba gibi… Belki bir provadır, yaşamdaki isteklerimiz gerçekleşebilmesini kolaylaştırmak için. Kim bilir?


“Güzel” yüreklerdedir, görebilene… Yüreklerin temizliğidir anlayabilene… Temizlik, ruhların saflığıdır hissedebilene… Saflık iyiliğe çıkar düşünene… Düşünen “insan” a kıymet verendir yüreği sağlam olana…”Güzel” yüreği sağlam olandır, bilene… Safça yaşamın içinde var olandır, temiz hislerle kendini kurgulayandır, düşünebilendir yüreklice…

“Güzel” güzelliklerin tümünü yaşayandır. Güzelliklere daha çok yakınlaşabilmek için didinendir. Oturmayan, koşandır, yaşama yetişmek için. Yaşamı ardına alabilendir. “Güzel”, güzel güzel gülendir, herkese


Yürek yok sayılarak yapılan tüm yargılamalar sadece görünene çıkar. Gördüğün ise insana uzak, gerçeğe karşı, yaşama ait olmayan, “insanı” yorandır.


Aşka ‘âşık’ olmaktan öte, âşık olunacaklara ‘âşık’ olmak, aşkın kendisine değil, aşkı bulduklarımıza ‘âşık’ olabilmek beklenen bir bakış olmalı, yaşamın arasından.



Sevgiden kopmuş insanlara hep acırım. Yaşama tüm güzellikleriyle birlikte bakamadıklarından… Kızgınlığın bile yaşamın içinde kızgınlıkla cevap verilemeyecek kadar anlamlı olabileceğini anlayabildiğimden


Her şartta yürekleri mahkûm edebilmek zordur, yüreğini kendi ellerinde tutanlar için. Yüreği dışarıdakiler zaten mahkûmdur, bedenleri özgür olsa da…

Yüreklerin konuştuğu, dillerin anlamını yitirdiği, değerlerin bildiğimiz gibi yaşanmadığı bir yaşam ne ağır…

Yürekten gelen sevgi, yaşamın küçük evrenlerdeki beklenen karşılığı olarak tüm yaşamın içinde önemli bir konumda yer alırken, tüm evreni de savaşsız bir yaşama götürebilecek kadar anlamlıdır.

İnsanın en mutlu olduğu anının, yüreklice ortaya çıktığı an olduğunu bilebilmek zor olmasa gerek. Yürekten yapılan tüm yaşam işlerinin, kendimizi var edebilmeye bir adım yaklaştırması mutlu etmez mi? Hem de çok mutlu… Yüreğimizin açığa çıkması bizi yorsa da… Dışarıdaki yüreğimizin dış etkilere açıklığı bile canımızı acıtamazken… Asıl canımızın yüreklerde olduğunu bildiğimizden…

Yürekten yüreğe akanların karşısında kim durabilir ki! Söylenenlere kim hayır diyebilir ki! Hiç görmedim, göreceğimi de sanmıyorum. Yaşamların ancak yürekten aktığını bildiğimden…

Yürekten yüreğe bir yazı yazmayı istedim. Anlayana, düşünene, okuyana, sevgiyi herkesin gözlerinde görebilene…


Unutulanların dışında unuttuklarım mutlaka vardır. Herkesin unuttuklarının tümünü unutmasam da benim unuttuklarım olabilir. Yaşamın acı veren yüzünden kaçan “yüreklerin” unutmaları daha çok acı verse de… Unutmam, unutturmam… Kendi unuttuklarımı hatırlatana minnettar kalarak…

Benim yüreğim küçücük bir kuşun kanatlarında uçup dağlara, tepelere, evlere hatta evlerin içine ulaştığı gün gözlerimi kapatabilirim. Kuşlar kadar özgür, dağlar kadar dimdik, ırmaklar kadar değişken, denizler kadar engin... Ya insanlar… “İnsan” kadar derin… Yüreğim ancak kuşun kanatlarında savrulabilir tüm yaşama.



Reyhan Gazel

25 Haziran 2010 Cuma

SADECE YÜREKTEN GÖRENLER

Sadece yüreği görenlere acırız, acımasına da neden acıdığımızı hiç düşünmeden… Bir insan başka bir insana neden acır? Diye düşünemeden… Birisine acımak kendimizi mi yüceltir? Bilemeden…

Kendimizi yüceltmek için onca başarı örnekleri varken eksikleri olanlara acıyarak yaşamaya çalışmak, yüceldiğini düşünmek… Ne ola ki?

Birisine acıyanlar farkında olarak ya da olmayarak kendisini bir üst sınıfa! koyar. Kendi elleriyle kendisini üste taşır. Kendini taşıdığı üstte gerçekten üstte olduğunu düşünerek yaşamaya çalışması da bundandır. Vah ki ne vah!

Kendisini kendisi olarak değil, başkalarının eksik uzuvlarıyla bir üste yerleştirenlere oldum olası kızarım. Bu kızgınlık geçecek gibi de değil. Allah’ın verdiği eksikliği yine Allah’ın verdiği eksik olmayan yaşamla yer değiştirme isteği, yani, sadece verilenle gerçekleşen yer değişikliği beni kızdırtır. Verilene müdahale olamayacağını bilmeden yapılır bu iş. Bildiğinin düşünülmesi ise çıldırtır adeta.

Sadece yüreğinin gördüğüyle yaşamaya çalışanlar ne büyük bir lütuftadır bu böyle biline… Azap değil lütuftur anlayana… Acımak, onun yerine üste tırmanmaya çalışmak ne kabalıktır düşünebilene…

Kendini “kendi” olarak tanımayanların işidir bu garip iş. Bu garip işin hiçbir yerde izi de yoktur aslında. İzi bulabilsem emin olun özür de dilerim vakit geçmeden.

Hep yüreği ile görenler bilir yüreğin asıl konumunu. Derdi yürek olduğundan zorlanmaz da. Asıl olanın verilenlerle isyan etmeden yaşamaya çalışmanın verdiği hazzı göremeyenlere bu sözüm. Bunu bilemeden, anlayamadan, eksiklikleri kendine galip durum olarak düşünüp, üste çıkmaya çalışanlardır bu insanlar. Çıktıklarını düşünerek yaşayanlardır tüm bunu yapanlar…

Sadece yüreği görenle, sadece yüreği görmeyen arasındaki yaratılış farkını bilmeyenlere ne desek az. Birine mükâfat ötekine zulüm de değildir aslında. Sadece sabır ve güç sınavıdır. Tıpkı efor testi gibi geçebilen ayakta kalır. Geçemeyen öyle yaşamaya devam eder. Yaralı, yaralı… Ağır aksak…

Sadece yüreği ile görenler o kadar çok şey bilir ki, anlayabilene… Derinlerden inceden bir gözdür yürek onlar için. Dokunur ama dokunduğu ile kalmaz, yaşar… Sadece yaşayarak değil, hissederek, yüreklerin içine konarak… Daha ne deyim ki?

Yürekten yüreğe akışların en çarpıcı örneklerinin yaşandığı sadece yüreği ile görenlere küçük bir selam ileteceğim izninizle. Koca koca yüreklere ulaşabildiğim kadar.


Reyhan Gazel

9 Nisan 2010 Cuma

BİZ DE VARIZ

Akıllardan önce yüreklerin konuştuğu anlarda, gözlerimizden inceden bir yaş akar. Bu inceden yaş, akılların tümünün anlayamayacağı derinlikte süzülürken, dilimiz hareket etmez olur. Dil görevini inceden akan yaşa bıraktığından, o anı anlayabilmek / anlatabilmek için ne dillerimiz ne de akıllarımız yeter.

Engelli bir çocuk karşısında tüm insanlar bu durumdayken, engelli çocuklarımızın “biz de varız” diye hala haykırmasını nasıl açıklarız?

Bu kez uzun yıllardır cevaplanamayan, cevaplanmaya çalışılsa bile benim anlayamadığım bir durumun analiziyle karşınızdayım. Bu analiz çok da zor olmayacak, hemen her gün yaşadığımdan…

Engellilik, istenmeyen bir durum olarak aniden yaşantıya girdiğinden bu durumu yaşayan herkesin şok yaşadığını algılayabilmek gerekir. Bu şok durumu aylarca da sürebilir, yıllarca da… Şoktan çıkabilmeyi başaranlar, yeni duruma ilişkin uygun yaşantıyı en iyi şekilde yaşamaya çalışır. Bu zor bir süreçtir. Bu süreci zorlaştıran ise engellinin engeli değil, yaşanan toplumsal sıkıntılardır.

“Akıllardan önce yüreklerin konuştuğu anlarda gözlerinden inceden yaş akanlar” yaşatırlar bu sıkıntıyı. Böyle durumlarda engelliler “keşke gözlerden yaş süzüleceğine dillerden çözüm dökülse” diye söylenmeden edemezler. Ağlayanların engelliye bir hayrı olmadığını anladıklarından…


Duygunun engeli olmaz. Duygu her insanda aynı etkiyi bırakır. İstenmemek, hor görülmek, sürekli acınmak her engellinin ve ailesinin yaşadığı toplumsal sıkıntıların temel kaynağıdır. Oysaki toplumlar tek tip insandan değil, farklıkların bir arada yaşayabilmesinden oluşmaz mı? Ayrışmak, yok sayılmak hiçbir insana yaşatılmamalıdır.

Ötekiler deyip bir kenarda kendi kaderleriyle baş başa bıraktığımız engellilerin, bırakılan kenarda neler yaşadığını düşünmemek öncelikle “ insan” olmaya ihanettir. Evde konuşacak kimsesi olmadığı için ağlayan yavrularımla konuştuğumda, yaşanan ihaneti daha net görmek, yine de onlar için sevgi beklemek çok mu anlamsız?

Dışarıda “ötekileştirilmiş” gençlerin içinde bulunduğu sıkıntılı ruhsal durumları her an gördüğümden, yürekten üzülürüm. Yalnızlıklarını bile yaşamın kendisi diye düşünen gencecik bedenleri… Bir insan merhabasında kabaran yüreklerini yanlarında görmenin, o an aldıkları hazzı onlarla yaşayabilmenin bir sonraki adımını bildiğimden, içim daha büyük acı duyar. Vazife galibi olarak hayır yapmanın sonucunda rahat rahat evlerine dönenleri gördüğümden... Ne vazifesi? Yaşam bu kadar mı basit? Hep aynı insanlarla…

Reyhan Gazel

13 Şubat 2010 Cumartesi

Milyonların Gerçek Öyküsü 1

Kapıdan çıkınca bir başına ama içi milyonlar dolu… Milyonlarca yürek içinden haykırdığı seslerini duyuramadıklarından mı yakınsın, duyanların neyi duyduklarını bilmemesinden mi?

Neyi bilip neyi bilmediğini bile bilmeyen insanların çokluğu karşısında yıkılan milyonlarca yürek…

Daha acısı milyonlarca yürek karşısında, duyumsamama eyleminde bulunmayı kendine borç bilenlere verilecek “kör döğüşü” mücadele karşısında yıkım…

“Ses yok ki duysunlar” mı desek! Yoksa biz de çıkıp mı gitsek! Sanki milyonlarca yürek ses çıkarabilirmiş gibi… Yürekten ses çıkabilirmiş gibi…

Yürek konuşmaz, verir. Neyi istediğini anlayana verir. Yürek, ancak yürekliye verilir. Sesin sese verildiği gibi. Sese yürekle cevap verilmez, verilemez. Yüreğe de sesle… Sese karşı ses, yüreğe karşı yürek…

Arası milyonların gerçek öyküsü…

Aral Gazel

(“Yürek”ten özürlülere ithafla...)

27 Ocak 2010 Çarşamba

YÜREK RİTMİ

Yaşamda bir ileri bir geri, iki ileri bir geri, iki ileri, bir geri… giderken, inişte çıkışı, çıkışta inişi görürken, yüreğimiz aynı yerde kalır mı? Yaşananların karmaşıklığı yürekleri nasıl etkiler?

Beyin kadar yüzeysel yaşamayan yürekler, yaşananlardan aldıklarıyla kendisini ayakta tutmak için ne kadar çabalar? Yüzeyde yaşananları derinlerden gördüğünde ne kadar etkilenir? sorularının yüreklerin yaşadıklarını net açıklayamayacağı açıktır.

Sabahları yatağımızdan kalkarken, “ Günaydın güneş, günaydın yeşil ovalar…” şeklinde güne başlamanın günün getireceklerini etkileyebilme şansı var mı? Huzurlu bir sabahın gecesini, günün garip, kontrolümüz dışındaki yorgunluğuyla karşılamanın yüreklere etkisini de aynı oranda büyük olur. Bedenden önce yüreklerin yorgunluğunu bildiğimizden…

Bir anda hızlanan gündüz telaşını, sevdiğimiz bir arkadaşımızdan gelen huzur dolu bir mesajla duraklattığımızda, yürek de duraklamaz mı? Her şeyi bir kenara bırakarak…Tüm telaşı… Bir anda evimizden gelen ani üzüntü veren haberle yüreğimiz yeniden hararet yaşamaz mı? O anda çalan telefonumuzla karşımızdaki kişiyle sakince konuşmamız gerektiği, her yaşananı bir yana itmez mi? Ya yüreğimizi…

Evden çıkarken, güne ait yapmayı unuttuğumuz bir çalışmayı hatırladığımızda yüreğimiz de sıkışmaz mı? Yetiştiremeyeceğimiz bir çalışma karşısında sıkıntısını sıkışarak göstermez mi? 2 gün sonra gideceğimiz bir toplantıda yapmamız gereken konuşmanın metni de bir anda beynimizden indiğinde, bellekle yürek çarpışmaz mı?

Yolda sıkıntılı yürürken karşılaştığımız güler yüzlü bir komşumuzla iki laf etmenin rahatlığı tüm yüreğimizi sararken, yaşama bir an için de olsa “dur” dememizin yürekteki yansıması nasıl olur?

Yaşananların tümü birbirinden o kadar ayrı ki… Getirdikleri, götürdükleri, verdikleri, aldıklarımız…Beynimizle doğru yere koyabilsek bile yüreğimizde doğru yere koyamadıklarımız…Yüreğin çoğunlukla isyanını bildiğimden rahatım. Konuşurken yürekten yüreğe akan farklı mesajların ağırlığını yaşadığımdan çoğunlukla. Diller yalan söylese de yürekten akışların doğruyu söylediğini düşündüğümden…

Bedenlerimiz dinlense bile yüreklerimizin dinlenebilmesi için belki de ayrı bir çaba göstermemiz gerekiyor. Yorgun yüreklerle üretebilmenin zorluğunu yaşamamak, gerçekten dinlenebilmek için…Yaşama arada bir de olsa ara vererek, yürekleri bir kuşun kanatlarında uçurarak…Nereye giderse oraya gidebilmesini sağlayarak…

Ritimle yaşarken, sürekli farklılıklarla baş etmeye çalışırken, yüreklerin unutulmaması dileğimle…

Reyhan Gazel

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...