30 Aralık 2012 Pazar

Yazılarım arasında kısa gezinti...

Onca sıkıntının içinde bir o yana bir bu yana koştururken ne gözlerimizi görürüz ne yüreklerimizi. Bir an gelir ellerimizi attığımızda ne yürek ne gözlerimiz eski halindedir. Gözler ağlamaktan kıpkırmızı açsam mı açmasam mı diye kendini zorlarken, yürek açılmanın ne olduğunu bile unutmuştur.

Avuç içine sığacak kadar küçük şeylerle de mutlu mutlu yaşanabilir. Avucumuzu dolduramasa bile, yüreğimizi dolduran nice güzellikleri yaşamda görebilmek, yaşamı daha iyi anlayabilmek için yaşamın içinden bakabilmek gerekir. O zaman küçük şeylerin anlamı yüreklere yönelir. Yüreklere yönelen ise, yürekten çıkanlara en güzel zemindir.

Gözlerinin içinden süzülen dramın, bir dudak kıpırtısı ile sözlere dökülmesi an meselesi. Dokunsan hem konuşup hem ağlayacak. Ağlayarak konuşması “duyun, gözlerime inanmıyorsanız “ demek olmaz mı? Olur, elbette ama duyana… İstediğimizi duyma yetimizi bildiğimden işe yarar mı? Emin değilim

Sözüm; gözünün önünü göremeyenlere, gözlerinin önündeki koca yaşamı yaşayamayanlara… Dar alanları bahane edip, “oynayacağım ama yerim dar” diye yerinde oturanlara, yürekleri yerinden kalkmayanlara… Yerinden kalkan yüreklerini başkalarının ellerine verenlere…

Zamanın bile her an değiştiğini bilip de yaşamın önce insanda sonra tüm evrende olmadığını söylemek şaşkınlıktır. Şaşkınca yaşamı izlemektir, müdahelesiz, katılımsız, sessizce… İnsana uygun olmayan bir biçimde… Değişimi ‘öncelikle’ yaşayan bir varlık olan insan olarak hem de…



Sev beni. Küçük bir kuşu ellerinin arasında sevdiğin kadar… Yeni açan bir çiçeği koklamaya çalışır gibi… İnceden yağan yağmura dokunmaya çalışırken döktüğün gözyaşına dokunurcasına…Hiç bitmeyecek bir senfoniyi dinlerken aldığın hazzı yaşamaya devam eder gibi…Yaşamı yaşamın içinde kucaklarken düşündüğün mutluluklar kadar büyük….


Yüreklerin solduğu akşamın getirdiklerini, başka yüreklerdeki yansımasında yüreklice gördüğümüzde, gidenin ardından ağlayamayız bile. Gözler açılsam mı açılmasam mı dercesine kısık bakarken… Gözlerin görüp görmediği belli bile olmazken… Gözler bazen yerinde fazlaymış gibi yerinde dururken… Ağlasak ne olur, ağlamasak ne olur?

Bir şeyi başarabilmek için epeyce uğraşmak gerekir. Ter dökmek, zaman zaman koşturmak, inmek, çıkmak, yorulmamak… Tıpkı gökkuşağının altından geçmek istenirken verilen çaba gibi… Belki bir provadır, yaşamdaki isteklerimiz gerçekleşebilmesini kolaylaştırmak için. Kim bilir?


“Güzel” yüreklerdedir, görebilene… Yüreklerin temizliğidir anlayabilene… Temizlik, ruhların saflığıdır hissedebilene… Saflık iyiliğe çıkar düşünene… Düşünen “insan” a kıymet verendir yüreği sağlam olana…”Güzel” yüreği sağlam olandır, bilene… Safça yaşamın içinde var olandır, temiz hislerle kendini kurgulayandır, düşünebilendir yüreklice…

“Güzel” güzelliklerin tümünü yaşayandır. Güzelliklere daha çok yakınlaşabilmek için didinendir. Oturmayan, koşandır, yaşama yetişmek için. Yaşamı ardına alabilendir. “Güzel”, güzel güzel gülendir, herkese


Yürek yok sayılarak yapılan tüm yargılamalar sadece görünene çıkar. Gördüğün ise insana uzak, gerçeğe karşı, yaşama ait olmayan, “insanı” yorandır.




Aşka ‘âşık’ olmaktan öte, âşık olunacaklara ‘âşık’ olmak, aşkın kendisine değil, aşkı bulduklarımıza ‘âşık’ olabilmek beklenen bir bakış olmalı, yaşamın arasından.



Sevgiden kopmuş insanlara hep acırım. Yaşama tüm güzellikleriyle birlikte bakamadıklarından… Kızgınlığın bile yaşamın içinde kızgınlıkla cevap verilemeyecek kadar anlamlı olabileceğini anlayabildiğimden


Her şartta yürekleri mahkûm edebilmek zordur, yüreğini kendi ellerinde tutanlar için. Yüreği dışarıdakiler zaten mahkûmdur, bedenleri özgür olsa da…

Yüreklerin konuştuğu, dillerin anlamını yitirdiği, değerlerin bildiğimiz gibi yaşanmadığı bir yaşam ne ağır…

Yürekten gelen sevgi, yaşamın küçük evrenlerdeki beklenen karşılığı olarak tüm yaşamın içinde önemli bir konumda yer alırken, tüm evreni de savaşsız bir yaşama götürebilecek kadar anlamlıdır.




İnsanın en mutlu olduğu anının, yüreklice ortaya çıktığı an olduğunu bilebilmek zor olmasa gerek. Yürekten yapılan tüm yaşam işlerinin, kendimizi var edebilmeye bir adım yaklaştırması mutlu etmez mi? Hem de çok mutlu… Yüreğimizin açığa çıkması bizi yorsa da… Dışarıdaki yüreğimizin dış etkilere açıklığı bile canımızı acıtamazken… Asıl canımızın yüreklerde olduğunu bildiğimizden…

Yürekten yüreğe akanların karşısında kim durabilir ki! Söylenenlere kim hayır diyebilir ki! Hiç görmedim, göreceğimi de sanmıyorum. Yaşamların ancak yürekten aktığını bildiğimden…

Yürekten yüreğe bir yazı yazmayı istedim. Anlayana, düşünene, okuyana, sevgiyi herkesin gözlerinde görebilene…


Unutulanların dışında unuttuklarım mutlaka vardır. Herkesin unuttuklarının tümünü unutmasam da benim unuttuklarım olabilir. Yaşamın acı veren yüzünden kaçan “yüreklerin” unutmaları daha çok acı verse de… Unutmam, unutturmam… Kendi unuttuklarımı hatırlatana minnettar kalarak…

Benim yüreğim küçücük bir kuşun kanatlarında uçup dağlara, tepelere, evlere hatta evlerin içine ulaştığı gün gözlerimi kapatabilirim. Kuşlar kadar özgür, dağlar kadar dimdik, ırmaklar kadar değişken, denizler kadar engin... Ya insanlar… “İnsan” kadar derin… Yüreğim ancak kuşun kanatlarında savrulabilir tüm yaşama.


Reyhan Gazel

23 Aralık 2012 Pazar

En Güzelinden Bir Yazı


 

 

Bazen ansızın bir sızı dolar içime. O sızı ki sanki akmadan giden zamanın derininden sızan bir küçük damlacık. Her bir kelimeye yüklenmiş koca anlamlar gibi bir sözün de küçük yürekteki büyük bilgisi…

 

En güzelinden deyince sanki derdim en güzelinden olmuş gibidir böyle anlarda, anlamda. Öyle ki veren Allaha şükürle karışık bir sızı. Sızının getirdiği hüzün de yanında hediye.

 

Hüzünlü kalplerde en güzelinden yazı da bazen içi karartırken bazen aydınlatır. Yaşam dedikleri bu olsa gerek.

 

Biliriz ki, kendi derdinden öte dertleri bilmeyenler hüzünlü değil gergindir. Hüzün illa ki derdin oturmuşluğu ile birlikte dertlerin bütününü dünyası bilenlerin işidir.

 

Her dert, adeta her acının sonucunda alınan bir sızıdır.

 

O sızı ki hüzne çıkan koca bir yolun ilk durağıdır.

 

Her dert durağında alırsın bir sızı daha, ilerlerken artık hüzün seninledir.

 

Ne kadar mutlu olursan ol yine de hüzün oturdu mu gitmez yürekten. Misafirliği nefesle beraberdir hüznün…

 

Çünkü hüzün bir duruştur. Karşıda yalan dünya, yürekte hüzün… Nefes durana dek devam eden…

 

Sadece kendi derdiyle yananlar hüznü bilmez. Aslolan kendin olunca hüzünsüzdür duruş. Ağırlık değil, gerginliktir duruşun özeti. Hep bir başkasını gözleyerek geçen ömrün zor durağıdır her daim.

 

Kendi ışığını bilmeden başkasının ışıkları arasında kaybolan yüreklerdir hüzünsüz yürekler.  

 

Kaybolmuşluğun ötesindedir artık huzursuz duruş. Hüzünle barışık olmayan duruş.

 

Bul bulabilirsen kaybolmuş yüreğini, kendinden ötesini bilmeyenler!

 

 
Reyhan Gazel

18 Aralık 2012 Salı

RAYİHA

Yaşam olanca hızıyla gide dursun, biz kendi kendimizce yaşamaya devam edelim. Rayihalarımızı çevremize salarak…Bir insan olarak katkımız da olur mu koca yaşama demeden…Sanki herkes bizi izliyormuş, dediklerimizi, yaptıklarımızı yapıyormuş gibi hissederek… Bir de bunu deneyelim mi?

Kuşların ötmeye devam ettiği, çiçeklerin “ben de varım” dercesine açmayı sürdürdüğü yaşamda, düşünen, üreten, aklı ve vicdanı yerinde olan “insan” ne yapamaz ki! Çiçeklerin daha güzel açabilmelerini sağlayamasa da, çiçeklerin en güzel kokularını hissederek yaşama daha hoş katılmaz mı? Hoş katılımıyla rayihalarını çiçekler gibi salamaz mı?

Tüm güzelliklerin barındığı yaşama, kendince güzelliklerini katarak daha da güzel kılan insan, yüzünde gülümsemeyi unutmadan yaşayabilse…Kin, nefret gibi gülümsemeyi unutturacak tüm olumsuz duygulardan arınabilse…Herkes daha mutlu olabilse… Temenniler gerçekte de olabilse…

Yolda yürürken insanların yüzüne bakınca, mutsuzluktan başka bir şey görmeyenlere sözüm var. Demek ki rayihalarınız yeterince dağılmamış…Tüm gülümseyebilenlerin suçu…İnsan olarak suçu…İnsanlık adına suçu…Biraz daha çalışmak gerekiyor belli ki.

Bir anda gerilen ortamların yarattığı sıkıntılı insan görüntüsü yayılırken, güzelliklerin yayılamaması üzüyor. Yayılmak bir tarafa görülememesi daha çok üzüyor.

Bir insan deyip geçmeyin. Bir insan küçük bir dünya demektir aynı zamanda. Kendi dünyasının kralı, kraliçesi…Kendi dünyasında mutsuz olanlara mutluluk veremeyenler, bir insanın gücünü hafife alanlardır; biline…Oysa ki, küçük bir dünya, bir küçük dünya daha, bir daha küçük dünya…koca bir dünyaya çıkmaz mı? Dünya küçük dünyalardan kurulmaz mı?

Koca koca konaklarda yaşamış, kendinden başkasının mutluluğunu, mutsuzluğunu görememiş olanlara sözüm yok. Sözüm olsa ne işe yarar ki! Ama mutsuzluğu görenlere sözüm var. Tüm sözlerim onlar için. Rayihalarını yaymaları için…Küçük dünyam ne işe yarar demeden…

Konuşmayın, delin karları, karların ortasındaki zorlukları, birer birer yok etmek için… Yüreklice yüreklerdeki güzellikleri, yüreksizlere de yayabilmek için. Yüreğinin içindekileri bilmeyenlere de yayabilmek için. Yüreklerin içinde yüreklice yer alabilmek için…Konuşarak değil, zorlukları aşarak…Zorlukları aştıkça güzelliklere daha güzelce ulaşabilmenin rahatlığıyla, olgunca… İnsan olmanın ağırlığı ile…

Yaşam herkese gülsün, yaşamı gören, göremeyen, görmek istemeyen, görse de görmüş sayılmayan…Mutluluğa hasret kalan, arayan, yüreğinin farkında olan, olamayan…

Reyhan Gazel

24 Ekim 2012 Çarşamba

"HİÇ"



 

Tekrar çocuk olabilsek “bugünkü aklımızın” ne işe yarayacağını düşünmek belki de “HİÇ” e açılan kapıdır. Düşünelim…

 

“Her yaşın “HİÇ”i kendine özeldir” gibi anlamı olmayan bir diyaloga girecek değilim elbette. “HİÇ”, varlığın tam değillemesi olmazken, her şarta göre değişebilirliğini “bugünkü akıl” ekseninde düşünebilmenin sadece kavramın içeriğini şekillendirmek adına önemli olduğunu bilebilmek önemlidir.

 

Bazen aklımıza net yerleştiremediğimiz kavramları aklın şablonları ile düşünerek, doğru çizgide kendimizce anlamlandırabiliriz. Her aklın şablonu bir diğerine uymadığından, ortak şablon üzerinde ortak akıl yaratma ve benzer analiz de yapabilen bir akıl lüksümüz olduğuna göre denemekte fayda görüyorum.

 

 Aslında akıl lükstür. Akıldan kastımız “olanı” değerlendirmektir. “Akılsız” vurgusu, olanı kullanamayan/kullanmayandır kavramın içeriğinde. Tıpkı içimizde olan ve değerlendirmediğimiz/değerlendiremediğimiz “hiç” lik duygusu gibi…

 

“Yokluğa” kendimizce anlam yüklerken, kullandığımız/kullanamadığımız akıl vurgumuz yaşantılarımızda net gösteride bulunurken, gösteride bulunmayan kısmının ne işe yaradığını bilebilmek büyük iştir aslında. İşte tam da bu noktada “hiç” lik bilincinin derinlerden çıkartılmasının önemi ortaya çıkmıyor mu? Yitip gitmeyeceği bilindiğinden…

 

“Hiç”, “her şeyin” zıddı değildir. “Her şey” varlığa, “Hiç”, yokluğa tekabül etmez aslında.  “Oluş”, ayrıntıda gizlidir, bulacak olan da ancak akıl ve yürektir .“Hiç” lik bilincinin oluşmasında varlığın değillemesi değil, yokluğun içinde gözle de görmeyebileceğimiz varlığı kavramak, kavrama yoluna girebilmek, kavrayacak akılla iş görebilmek… “Oldum” a doğru yol alabilmeye çalışmak…

 

Ontolojik çözümlenme tüm insanların ortak ve en önemli işiyken, “insan” ın varlık nedeni ile tesadüf felsefesi diye bir “şey”in bulunmadığı da içeriklendirilir. Evrende “boş” yoktur. Hiçbir şey “boş yaratılmamıştır” temelinde hareket gerektirir.

 

Hareketin olduğu “yerde” bereketin de olduğu bilinci ile “hiç” e doğru yol alabilmenin huzurunu taşıyabilen yüreklerle … Bulursak... Anlaşılmak; mutluluktur…

 

Evrende “boş” yok, “HİÇ” var “her şeyin” zıddı olmayan…

 

Kendimce içeriklendirdiğim anlamlar bütününde yazabilmenin / yaşayabilmenin keyfi sararken üstelik… 

 

 
Reyhan Gazel

3 Ekim 2012 Çarşamba

Bu Dünyanın Dışından

Yaşama derinlerden, derin gibi durmayan bir bakışla baktığımdan, bazen herkes “yabancı” olur. Benim dünyama, mikrokozmosuma, baktığım yere…Karar veremem. “Ben mi dünyalıyım, gördüklerimin tümü mü? “Birileri bu dünyanın dışında, ama hangi taraf?

Bu duyguyu zaman zaman herkesin, “insan” olduğu için yaşadığını bildiğimden rahatça söylerim, çekinmeden, garipsenecek diye düşünmeden…Yüreğimden aktığı gibi…

Ait olmama hissinin her insanı tükettiğini bilmek de kendime getirir. Tükenmemek, var olmaya, yaşayabilmeye devam edebilmek için. Toparlanırım beynimin desteği ile yüreğimi geriye atarak. Hep olduğu gibi yüreğime haksızlık yaparak.

Acıları sonuna kadar yaşayamamak insanı ne kadar tüketirse, yürekleri, yüreklerin istediği gibi yaşayamamak da aynı oranda tüketir. Bunu bilerek haksızlığa devam etmenin yürekteki yansımasını, bastırılmışlığını da yaşayarak, yaşatarak… Ne yazık ki.

Yüreklerin istediklerini yaşayamamak, yüreklere rağmen yaşama tutunmaya çalışmak da boğar, bunu da iyi bilirim. Ama ne yardan ne serden geçilir, bunu hepsinden çok bilirim. Her insan gibi…Bana ait olmayan bir düşünce ile…

Yürekler bir yere bakarken, beyinler başka yere bakabilir. İkisini orta yerde buluşturmanın ne kadar yorduğunu da herkes bilir, benim kadar. Ama belki de farkım; “söylerim.” Utanmadan, sıkılmadan, kimseleri düşünmeden… En azından bunu yapabilirim.

Bu dünyanın dışında bulunma hissi, bir film izlemeye benzer, bilene…Film izler gibi gerçeği gözlemek bazen keyifli de olur. İnsanlara karışmadan, yorum yapmadan, işin sonunu düşünmeden, karşımıza çıktığı kadarını görerek…

Ancak; düşünmeden yaşanan yaşama, yakın yaşamak zorunda olmak, yorar, üzer, kızdırır. Bunların tümü acıtır. Acıyan yer yürek olunca da acı hissi, şiddeti daha büyür. Bilene…

”İnsanların” yaşamda var olabilme isteklerini anlayamadığımda yaşadığım duygular bunlar. Anlayamadığımda, anlamayı bıraktığım anda da geçen duygular aynı zamanda. Her insan gibi. Bazen anlayamamanın, algılayamamayla eş olmadığını bildiğimden rahatça söylerim de. Bu duyguları yaşadığım anlarda, kendimi bu dünyanın dışında gördüğümden, o zaman yürek daha az acır.

Yine de yaşayabilmek, her şeye rağmen küçük evrenimizde mutlu olabilmek zor değildir. Biraz içeriden, biraz dışarıdan… Bu böyle gider, zaman aktıkça. Bir gün toprağa kavuşana dek…

Hangi dünyada okuyorsanız, keyifli anlar dilerim.

Reyhan Gazel

29 Eylül 2012 Cumartesi

Rayiha

Yaşam olanca hızıyla gide dursun, biz kendi kendimizce yaşamaya devam edelim. Rayihalarımızı çevremize salarak…Bir insan olarak katkımız da olur mu koca yaşama demeden…Sanki herkes bizi izliyormuş, dediklerimizi, yaptıklarımızı yapıyormuş gibi hissederek… Bir de bunu deneyelim mi?

Kuşların ötmeye devam ettiği, çiçeklerin “ben de varım” dercesine açmayı sürdürdüğü yaşamda, düşünen, üreten, aklı ve vicdanı yerinde olan “insan” ne yapamaz ki! Çiçeklerin daha güzel açabilmelerini sağlayamasa da, çiçeklerin en güzel kokularını hissederek yaşama daha hoş katılmaz mı? Hoş katılımıyla rayihalarını çiçekler gibi salamaz mı?

Tüm güzelliklerin barındığı yaşama, kendince güzelliklerini katarak daha da güzel kılan insan, yüzünde gülümsemeyi unutmadan yaşayabilse…Kin, nefret gibi gülümsemeyi unutturacak tüm olumsuz duygulardan arınabilse…Herkes daha mutlu olabilse… Temenniler gerçekte de olabilse…

Yolda yürürken insanların yüzüne bakınca, mutsuzluktan başka bir şey görmeyenlere sözüm var. Demek ki rayihalarınız yeterince dağılmamış…Tüm gülümseyebilenlerin suçu…İnsan olarak suçu…İnsanlık adına suçu…Biraz daha çalışmak gerekiyor belli ki.

Bir anda gerilen ortamların yarattığı sıkıntılı insan görüntüsü yayılırken, güzelliklerin yayılamaması üzüyor. Yayılmak bir tarafa görülememesi daha çok üzüyor.

Bir insan deyip geçmeyin. Bir insan küçük bir dünya demektir aynı zamanda. Kendi dünyasının kralı, kraliçesi…Kendi dünyasında mutsuz olanlara mutluluk veremeyenler, bir insanın gücünü hafife alanlardır; biline…Oysa ki, küçük bir dünya, bir küçük dünya daha, bir daha küçük dünya…koca bir dünyaya çıkmaz mı? Dünya küçük dünyalardan kurulmaz mı?

Koca koca konaklarda yaşamış, kendinden başkasının mutluluğunu, mutsuzluğunu görememiş olanlara sözüm yok. Sözüm olsa ne işe yarar ki! Ama mutsuzluğu görenlere sözüm var. Tüm sözlerim onlar için. Rayihalarını yaymaları için…Küçük dünyam ne işe yarar demeden…

Konuşmayın, delin karları, karların ortasındaki zorlukları, birer birer yok etmek için… Yüreklice yüreklerdeki güzellikleri, yüreksizlere de yayabilmek için. Yüreğinin içindekileri bilmeyenlere de yayabilmek için. Yüreklerin içinde yüreklice yer alabilmek için…Konuşarak değil, zorlukları aşarak…Zorlukları aştıkça güzelliklere daha güzelce ulaşabilmenin rahatlığıyla, olgunca… İnsan olmanın ağırlığı ile…

Yaşam herkese gülsün, yaşamı gören, göremeyen, görmek istemeyen, görse de görmüş sayılmayan…Mutluluğa hasret kalan, arayan, yüreğinin farkında olan, olamayan…

Reyhan Gazel

19 Eylül 2012 Çarşamba

Yüreğimdeki Kuş

Akıp giden zamanda mutsuzluğun, acıların kendisini yok etmeye başladığı anlarda, yüreğime bir kuş konar. Bu kuş yüreğimin içine o kadar narin konar ki, yük olmak bir tarafa yüreğimin yükünü kendi sırtına alır. Küçücük bir kuş, yüreklice yaşamı kendi sırtına alacak kadar büyür gözümde.

Yüreğim ağırlaşınca, kuşun kanatları da daha hızlı çırpmaya başlar. Ferahlatmak için, kendine getirmek için…Çırparken küçücük kanatlardan o kadar büyük bir rüzgar çıkar ki, yüreğim kendine gelmeye başlar.

Yüreğim dayanıklıdır çoğu zaman, kuşa gerek duymaz. Yine de kuşu kendi üzerinde tutmayı yeğler. Kaybolmaması için, her an göz önünde tutarak…Onun da yaralı olduğunu gördüğünden…

Yaralı yüreğim, yaralı bir kuşu sever. Yaralılar birbirini rahatlatabilir…Yan yana, koyun koyuna…Yaralı olmanın ne olduğunu bildiğinden kuş tekrar celallenir…Daha hızlı daha hızlı çırpar kanatlarını… Ama o kadar halsizdir ki küçük kanatları, yüreğim bile bazen kıpırdatamaz.

Yüreğimin kuşun kanatlarını halsizlikten kurtarmak için, zor olsa da yerinden kalkması beynimi yerinden oynatır. Beynim yüreğimin dinlenmesi gerektiğini bildiğinden kızar. “ Rahat dur! her yaralı kuşu iyileştirmek zorunda değilsin” Ama yüreğim dinlemez. Çünkü o kuş da yaralıdır, yüreğim gibi. Kol kola, birbirlerini ayakta tutabilmek için and içmişlerdir. Kim daha iyiyse ötekinin kolundan tutar. Bu böyle gider beynime rağmen.

Yüreğim yüreğinde kuş olmayanları hiç anlayamaz. Kuşun küçük kanatlarına gerek duymayanları “yürekli” saymaz. Kuşun yüreğime katkısını bilir, “böyle yaşamak ‘yürekli’ bir yaşamdır” der. Kuş da bunun farkındadır. Bu nedenle kıymetini bilmeyen “yüreklerden” uzak durur, yaklaşmaz. Kırılgan olduğundan…daha da kırılmamak için…

Yüreğim beynime rağmen kendini bir şekilde ayakta tutar. Bazen kuşu “kuş” un kendisi için iyileştirerek, bazen kuş, yüreğimi ”yüreğim” olduğu için iyileştirerek… Böyle bir döngü vardır içimde… Hep de var olacak bir döngü…Zaman aktıkça…

Beynime “gel bizimle birlikte ol ” derler her ikisi de. Beynim ikisini de sevmeye başlamıştır, çaresizce… Ayıramayacağını bildiğinden, yaşadığından… Bir gün büyük bir sürprizle yanlarına gider ve “ Artık hiç ayrılmayalım. Beni de alın” demek ister gibi, sessizce gülümser. Mutlu son ya da başlangıç…

Yüreğinde küçük bir kuşu daima bulunduranlara

Reyhan Gazel

24 Ağustos 2012 Cuma

Yürekteki Sevgi

Koca koca konaklarda yaşamış, sevgiden, yürekten bir haber olmuş, yüreğin sevgisiz solacağını bile düşünmemiş olanlar, olduğunu düşündüklerimiz, göklerde uçuşan sinekler kadar yaşama giremediniz yine. En azından birilerinin yüreğine konamadınız yeni. Konamayan yüreklerle yaşamaya çalışırken, bilemediniz gerçeği. Nasıl bileceksiniz ki?

Bir otun bile yürekten akan sevgi seliyle alınmasının yaşamdaki karşılığını bilemediniz. Sevgiyi sadece karşı cinste bulduğunuzdan, ya da bulduğunuzu sandığınızdan. Oysa ki, yürekler o kadar geniş ki, sevginin tüm ışıltısı yerli yerinde orada oturuyor. Hiç ayrılmadılar ki. Nasıl ayrılsınlar zaten. Sevgisiz yürek, yüreksiz sevgi olur mu? Sevgi sadece bir kadında ya da adamda olur mu? Olursa ne olur? Söyleyeyim mi? Bence sonuna kadar okuyun. Kendiniz daha iyi bulun, bulduğunuzu yüreğinize yazın.

Tüm yüreklerden uzak yaşayanlar bile yüreklerinde yer edinen sevginin kıymetini bilerek beslerken, sevgiyi sadece başka yüreklerde arayanlar hep olmuştur. Bu şekilde mutsuz yaşamlar hep görülmüştür. Mutsuz yaşamlar sulaşıcı bir hastalık gibi her yana yayılırken, mutsuzluk da yayılmıştır. Üstelik bulaşıcı hastalığın hızından daha hızlı.

Bir ortamda bulunan sevgisiz bir yürek bir anda sevgisiz birkaç yürek, sonra da sevgisiz çok yürek olduğundan, mercek altına alındıklarında tek yürek olmadıklarını görürüz. Tek yürek kalamadıklarını da. Hep bir başkası da olacak kendi yüreklerinin yanında. Olmazsa kıyamet kopar sanki. Kopmaz aslında, ama…

Hep kendisi gibi bilen, düşünen yüreklerin içindeki sevginin peşinde olanlara sitemim yazdırtıyor bunları. Oysa ki, yürekteki sevgi her şeye, herkese verilirse gelişir. Geliştikçe mutluluk saçar, bulaşıcı hastalıktan daha büyük bir hızla üstelik. Her ortama, her yüreğe, her yapılan işe…

Böyle yaşayan yürekler, içindeki sevgi kıpırtısı ile var olurken, olmaya çalışırken, her şeye aşık olabilirler. Her insana, her çiçeğe, her güzelliğe, her böceğe, her…

Her şeye aşık olanların içinde kimseye değişilmeyecek büyük bir sevgi vardır. Bir insandan öte… Yaşama sevgiyle bağlananlardır bu insanlar. Yürekten akanların, yürekten karşılığını bulduklarından daha bir şevkle yaşarlar. Bu öyle bir şevktir ki, hiç bitmeyen, bitemeyecek olan, her şeye rağmen… Gözlerinin önünü görebildiklerinden, yaşamı daha iyi görürler. Ne de güzel görürler!

Bu güzel görüş, her yana dağılır, bir insana da dağılır, sevgiliye… Hem de daha iyi dağılır. Daha bilerek, daha düşünerek, yaşamı daha iyi kavrayarak… Böyle sevgilerin kıymetini anlayabilmek yürek ister. Ama bu yürek, sevgi içerikli bir yürek… Sevdiğinin yanında her an durmak isteyecek kadar darda olmayan bir yürek. Her şeyi sevdiğinden…

Reyhan Gazel

2 Ağustos 2012 Perşembe

Gökkuşağının Altındakiler

Her yağmur ardından gökkuşağını getirir. Altından geçmek için insanlar koştursun diye. Gökkuşağının altından geçenlerin tüm dileklerinin kabulünün varsayılmasıdır koşturmacanın nedeni. Gökkuşağını daha yakından görmek için değil.

Oysa ki gökkuşağı büyük bir doğa harikasıdır, tüm dileklerin kabulü için altından geçilmek istenmesi onun kendi değerini azaltmaz.

Tüm dileklerin kabulü için doğa harikasının altından geçmenin gerekliliği güzel bir aldatmacadır aslında. Bu işi becerebilmenin zorluğu, hatta çoğunlukla imkansızlığı bir mesaj veriyor olsa gerek. Görebilene…

Tüm dileklerimizin kabülü için sadece doğa harikasının altından geçmenin yetmeyeceği aşıkardır anlayana… Yaşamda hiçbir isteğin çabalamadan gelmediğini, gerçekleşmediğini bilenler için…”Gökkuşağı bul, altından geç ve isteklerine kavuş” düşüncesi gökkuşağı bulmanın zorluğu bir yana, altından geçebilmenin de zorluğunu anlatır. Tüm dileklerimizin gerçekleşebilmesinin zorluğunu anlatırcasına…

Bir şeyi başarabilmek için epeyce uğraşmak gerekir. Ter dökmek, zaman zaman koşturmak, inmek, çıkmak, yorulmamak…tıpkı gökkuşağının altından geçmek istenirken verilen çaba gibi…Belki bir provadır, yaşamdaki isteklerimizin gerçekleşebilmesini kolaylaştırmak için. Kim bilir?

Doğa yağmurla temizlenirken, sokaklar, çiçekler, kuşlar, ağaçlar, evler, çatılar…ardından doğanın başına taç takılır. Tertemiz, mis gibi, insana yaşam enerjisi veren renkleriyle. Bu renkler sıradan renkler de değildir, birbiri ardına göze hoş gelen, cıvıl cıvıl, mutluluk veren renklerin birlikteliği. Altından geçmek istemek yürek ister, yüreği olana… O güzelliğe yaklaştıkça gözleri kamaştırdığından…Tıpkı dileklerimize yakınlaştığımızda yaşadığımız gibi…

Doğanın tacı gökkuşağı, bu yazıyı okuyanların başında olsun

Sevgiyle kalın
Reyhan Gazel

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Sevsem mi?

Gökleri uçuk kaçık akıl, biraz da yalnızlık sarsa, bulutların içinden bir çift güzel göz baksa, bir sen kalsan, bir ben… Bir de gökyüzünün renkleri… Yine de sever miyim?

Cıvıl cıvıl öten güzel kuşların yürek kıpırtısı her yanda dolaşsa, akrebim hiç bitmeyecek gibi gelen tırmanışı gözümün önünden aksa, bir de otlar serpilse… Yine de sever miyim?

Pembe güllerin arasından küçük bir kelebek uçsa, uçarken de her yana neşe saçsa, gece olunca baykuşların sesini duysam… Yine de sever miyim?

Ortada dolaşan kirpi gibi her yanı gezsem, küçük bir ceylan misali atlayıp dursam, inekler süt verirken kenarda beklesem… Bir ben, yine bir ben kalsak… Yine de sever miyim?

Bir şirin köpeciğin koşturmasını uzaktan izlesek, bulutlar dağılırken şöyle bir gezinsek, çiseleyen yağmurun altında beklesek… Yine de sever miyim?

İnceden akan yağmurun altında uyuyakalsam, göklerde uğuldayan kent gürültüsünü inceden duysam, bir sen, bir de yine sen kalsan… Yine de sever miyim?

Her şeyi sevip bir seni sevmesem, seni sevip hiçbir şeyi sevmesem, bir başıma oradan oraya koşsam, almadı bir daha koşsam… Yine de sever miyim?

Ufukta beliren küçük bir kızın gözlerindeki mutluluğu görsem, sinek misali her yana konsam, yaşamın en güzel gününü hiç düşünmesem… Yine de sever miyim?

Ölümün ardından gülümsesem, ölenin ardından acı çeksem, kaybolup gidenin yakasına yapışsam, bir biz, bir de yine biz kalsak… Yine de sever miyim?

Kapıların önündeki ayakkabıları kenara koyarken seni unutsam, unuttuğumun sen olduğunu hiç hatırlamasam, her masalda annemi düşünsem… Yine de sever miyim?

Yine de sevmeye devam etsem, severken hep gülsem, sevmeyi sevsem, seveni sevsem, sevse de bilmeyeni düşünsem, bilmeden seveni anlasam, düşünüp ne düşündüğünü bilemeyeni bekletsem, her yandaki kuşların sesini dinlesem, kuşları dinlerken üzülmesem, böcekleri gülerek kovsam, sevgiyi bilmeyeni anlayamasam… Yine de sever miyim?

Gökleri, göklerin altındakileri, göklerin çok uzağındakileri, göklerin yerini bile bilmeyeni, bilse de söyleyemeyeni, yaşamı yaşayamayanı, yaşamları bilemeyenleri… Allah’a havale etsem… Yine de sever miyim?


Reyhan Gazel

30 Haziran 2012 Cumartesi

Ağır Yürek






Bugünlerde iç huzursuzlukla birlikte dış etkilerle daha bir ağır olduk. Öyle bir hale geldik ki, artık yüreklerimiz yerinden kalkamayacak kadar kilo aldı. Hantallaştı, içimize sığmıyor.



Gencecik bedenlerin, yüreklerin daha yaşamın kendi rengiyle tanışamadan yitip gitmesi, neden gittiğinin ifade edilememesi, geriye bıraktıkları… Gölgemizden korkar halde yaşamaya çalışmamız… Ne oluyor bile diyemeden ayakta kalmaya çabalamamız…



Bir haller oldu yine. Gökyüzü yeryüzüne yaklaştığında yaşanan acı tabloyu hissederek ayakta kalmanın yorgunluğu mudur nedir? Birilerinin küçük oyuncular üzerinde yaptıkları büyük tezgahları bilerek ama “bilmeden” yaşamaya çalışmanın ağırlığı da ardında… Ağırız çok ağır.



Yüreklerin kendi hüznü bir tarafa bir de başka yüreklerin hüznünü yaşamaya çalışmanın ağırlığı bu. Bu öyle bir ağırlık ki, hiçbir şey yapamadan bakabilmenin bile ağır geldiği bir durum.



Kuşlar, böcekler, çiçekler derken belki de unuttuğumuz başka yaşamların ağırlığı çöktü yine. Hem de hepimizin üzerine. Hiç kalkmayacakmış gibi derinlerden… İtiyoruz gitmiyor, tıpkı kabus dolu rüyaların diş gıcırdattıran gerilimi gibi.



Ölüm acıdır, herkes için acı. Kimsenin ölümü kimseyi sevindirmez. Bunu bilirim. Ama bazı ölümlerin acısını bile anlatamayız. Nedensiz, gerekçesiz… Ne kendimize ne yakınlarına.



Ağır yürekler daha da ağırlaşırken bir de yaşamın kendi içindeki rutin ağırlıklar bazen çekilmez gibi geliyor insana. Ama, çekiliyor. Her başa gelen, her yaşanan, her yürek acısı çekiliyor.



Biraz üzülerek, biraz sevinerek, biraz ağırlaşarak, biraz hafifleyerek yine de yaşamak güzel. Ağır yüreklerle yaşamaya çalışmak yine de inatla ayakta kalabilmek güzel. Gencecik bedenlerin arkasından huzur duaları edebilmek güzel. Dua edebilmeye şükretmek daha da güzel.



Geriye kalan hüzünle birlikte acının getirdiği sıkıntı olsa da, daha da ağırlaşan yüreklerle hafiflemiş gibi çabalamak güzel. Her isimsiz kahramanın ardından dua ederek yaşayabilmek onların yüreklerine ölümden sonra bile konabilmenin tadını alabilmek güzel.

Reyhan Şengün Gazel

5 Haziran 2012 Salı

Göğe Çıkan yürek

Yeryüzüne hâkim bir tepeden, usulca göğe yükselen tüm yüreklerin içindeki derin acıları nasıl anlatabiliriz?

Yeryüzünü inceden süzerek kendisini yerçekimine karşı koyamadan üfleten, üflettiği anda da yok olmaya yüz tutan yürek, yeryüzünü kendi cennetine çevirirken ne de mutluydu kim bilir?

Mutlulukla yaşamı bir tutanlara küçük bir göz kırparak şimdi daha da mutluyum demesin de ne desin? En azından yeryüzünden uzakta. Geldiği yerde, gelmemek için direndiği, gelmeye istekli olduktan sonra da şaştığı yerde. Şaşarak alışmaya çalıştığı her mekânda. Biraz şaşkın, belki de üzgün, ama geldiği yeri bilerek… Yeryüzünü anlayarak geçirdiği anların tümünü, en derin noktadan hissederken, göğe çıkmamak ister mi? İstemez elbette. Mutluluğa hasret yeryüzünden çıkmak mutlu edecektir artık.

En azından yüreği özgürdür. Ayakları yeryüzüne bassa da.
Kuşlar gibi, küçücük ama rahat.
Her şeyin üzerinde ama en yakınında.
İstediği anda uçarken ayaklarının yerde olduğunu bilmek de güzel.
Bunu herkesin bilmesine gerek görmeden.
Nasılsa değişemeyeceklere ne dese yine her şey aynı. Niye desin ki?

Kendisini küçük bir kuşun kanatlarında hissedenlere dostluktu yazdıklarım.
Yalnızlığı paylaşan, kötü günü iyi yapan bir dostluk.

Daha ne olsun?

"Bazı kuşlar diğerlerinden daha yüksekten uçar." Friedrich Nietzsche

27 Mayıs 2012 Pazar

Dönülmez Akşamı Döndürmek

Ne gözlerimiz ne yüreklerimiz olması gerektiği yerde değilken, olması gereken yeri bile bilemezken, akşam, sabah, gece, gündüz gelse ne olur ? Küçük evrenler kendi kendine döndükçe, kendini sürekli tekrar ettikçe, sabah olmuş, akşam olmuş kaç yazar?

Yürekler kendini göremedikçe, koca evreni gördüğü yalanı etrafta dolanıyor. Dolanırken kendisini de dolayan cinsten…

Kendine ulaşamayan, yüreğini bilemeyen, kendinde olmayanlara, koca evren kendisini gösterip ne yapsın? En büyük güzellik olan yürekler unutulmuşken anlamı olur mu? “Olmaz” diyorsanız devamını okuyun.

Kuşlar, böcekler, çiçekler derken, koca evrenin büyük kurgusunu göremeyenlere söyleyeceklerim var:

“ Yaşamın içine indikçe derinleşen, inemedikçe yaşamı görmeyi engelleyen yürek susamış. Sevgiye, ilgiye, mutluluğa…Güzel olan her şeye… Güzelle beslenen yürek, güzele hasret kalmış. Çiçeklere, böceklere, kuşlara…Evrenin her tadına…Mutluluğa hasret umuda…Umutların yeşerdiği anlara… Nazikçe donatılan her zerreye…Yerli yerinde olan her cümleye… “

Yaşamın güzelliklerinden büyük bir keyifle bahsedenlerin yüreklerini unuttuklarını bilmek büyük acı. Yüreğin kendisi için büyük acı.

Yüreğin unutulduğu yaşamda, ne acının, ne umudun, ne mutluluğun tadının yerinde olduğu bilmeyenler için söylüyorum.

“Kendi yalancı mutluluğu için başka yürekleri yok sayanlar, başka yüreklerin susuzluğunu görmezden gelenler, kendi mutluluğunu başkalarının mutsuzluğuna dayayanlar… Önce kendi yüreğinizden başlayın. Gerisi gelir. Kendi yüreğiniz gerçek mutluluğu yakaladığında başka yürekler için de yol verecektir. Rahatça üstelik. “

Yürekler yerli yerinde, kendinde, kendi ellerimizde olduğunda yaşam başka bir gözle yaşanır. Deneyin…

Mutluluğa hasret yürekler için…

Ardından



Yüreklerin solduğu akşamın getirdiklerini, başka yüreklerdeki yansımasında yüreklice gördüğümüzde, gidenin ardından ağlayamayız bile. Gözler açılsam mı açılmasam mı dercesine kısık bakarken…gözlerin görüp görmediği belli bile olmazken…gözler bazen yerinde fazlaymış gibi yerinde dururken… ağlasak ne olur, ağlamasak ne olur?

Gidenin ardından kısık bakışların gideni geri getirmeye yetmeyeceği bilindiğinden, gözleri kıssak ne olur kısmasak ne olur?

Yerli yerinde duran dünyaya ait olanların yerine, gideni koyup koymamakta karasız kalınan anlardır bu anlar. Bu anlarda ağlayamadıktan sonra baksak ne olur bakmasak ne olur? Bakan gözlerle görülemeyenlerin yerine tahayyül bile edilemeyenleri, koysak ne olur koymasak ne olur?

Yüreklerin solmasının yaşamdaki karşılığını iyi bildiğimizden, yüreklerin öyle anlarda yerinde olmasını bilmek bile bir şey ifade etmezken, yüreklice düşünmenin zorluğunu bilmek, sözlerin ardına sığınmakla bir olur. Sözlerin yüreklerden çıkmadığını düşünerek rahatça…

Yüreklerin rafa kalktığı anları, yaşasak ne olur yaşamasak ne olur? Yaşamın yüreklerden aktığını bilmek bile bir şey anlatmadıktan sonra…

Gidenin ardından yaşamı anlayabilmek zordur. “Ne oldu da gitti” cümlesi anlamını yitirir…Yürekler boşlukta süzülüp gider, sessizce…İsyanın kelimesi bile ağır gelir. Böyle anlarda yürek ne yapsın?

Kapıların ardında geçen konuşmaların, boşlukta birer saz sesi gibi gelmesi mi bize bunları söyleten? Yüreklerin olmadığı anlarda söylenen sözlerin anlamsızlığı gibi yitip giden acımasızca sızlayan ….Acısa ne olur acımasa ne olur?

Yaşamın yüreklerde yaşadığını bildiğimden rahatım…Yüreklerin başka yüreklerle bütün olduğunda yaşadığını düşündüğümden rahatım…Yüreklice yürekleri yaşamak istediğimden rahatım…Böyle olmasa ne olur olsa ne olur?

Çiçeklerin kokularının anlamını yitirdiği anlardır bu anlar. Koku hissedilmez olur, burun koklamaz olur, dil susar, yürek susar, arada bir boşlukta saz sesi şeklinde konuşmalar duyulur….Böyle gider.

Tüm göçüp gidenlerin ardındakilere…

8 Mayıs 2012 Salı

Bilen, Bilinen, Bildiğimiz...




Yaşam;

bilenin, bilinenin ve bildiğimizin etrafında dönmez mi?

Uzun uğraşlar sonucunda bindiğimiz otobüsün penceresinden bakarken, yaşam daha hoş görünmez mi? Otobüsün neden geç kaldığını bildiğimizden….Bilen olarak, bilinenle ilgilenmek durumunda olduğumuzdan… Trafik karmaşasını gördüğümüzde, yolun gidiş istikametinin de kalabalık olabileceğini düşündüğümüzden…

Hasta bir çocuğun iyileşmesinin ardındaki koşturmanın “insan”ı yorabileceği ihtimalini düşünüp, hasta çocuğu olan arkadaşımıza iyi niyetler göstermez miyiz? Bilen olarak, bilinene bildiklerimizi akıtarak.

Yaşamın orta yerinde yaşananların tümünü görüp, değerlendirip, yargıda bulunmaz mıyız? Göremediklerimizle ilgili, yargıda bulunmaktan kaçınmak ise gerçek tutumumuz olmaz mı? En azından olması gereken… Ya da gördüklerimizin aslında gerçeği yansıtmayabileceğini bilerek, yargılamalardan kaçınmamız gerekmez mi? Bilen olarak kendimizi ortaya koyarak, bilinene bildiğimiz şekilde yaklaşmaz mıyız? Doğru/yanlış demeden… Ya da dememiz gerekirken…

Gökkuşağının tüm renklerini beynimizde düşünüp, yüreğimizdeki hafifletici etkisini hissetmez miyiz? Gökkuşağını konu edinip, kendimizde doğa harikası gökkuşağını bile değerlendirme yetisini bulmaz mıyız?

Bilenlerin kendisini de bir gün bilinen yapıp, bildiğimiz şekle dönüştürmez miyiz? Dedikodu şekline…Bildiğimiz şeylerin bu şekilde ortaya çıktığını söylemeye gerek yoktur umarım. Neyi ne kadar bildiğimizi düşünmeden….

Bilen olarak, tüm evreni karşımıza da alırız yaşam döndükçe. Yaşamın döngüsüne ayak uydurmak ister gibi. Her an değişebilen bilinenlerle üstelik. Bilinende değişimin olabileceğini bilerek…Bilinen bazen küçük bir kuş olurken, bir anda evimizin koltuklarına dönüşür. Kılıflarının değişmesi gerektiğini bildiğimizden.

Yazı da bilinen durumunda karşımıza çıkar zaman zaman. Bilenler olarak emekleri bir çırpıda “bu nasıl yazı ?” diye yırtıp atarak. Emeklere ihanet ederek…

Emeklerin ağırlığının, yargıların, bildiklerimizin yeniden gözden geçirilmesi dileklerimle…

Reyhan Şengün Gazel

Acı

Öykülerinde acı olanları düşlerim hep. Bu düş bazen, içinin gözyaşı olduğu bir öykü üzerine kurulurken bazen de gülümsetir. Acının ötesinden gelen beklenmeyen durumların güzelliği gülümsetir çoğunlukla. Arada bir de, insanı yaşamın içinde daha sıkı var eden direnç getirisi.

Yaşamı, yaşamın içinde kavrayabilmek her zaman hepimiz için kolay olmaz. Bu yüzden her daraldığımızda kendimizi gökyüzünün derinliğine bırakmak, o derinlikte yok olmadan gökyüzünde yaşıyormuş hissini yüreğimize yaşatmak gerekir.

Kendisini gökyüzünde, derinlikler içinde bulan yürek hafifletir yaşama ilişkin yargıları.

Gökyüzünden bakılan pencerede geniş düzlüklerin yanında engebeli boşluklar da daha iyi görünür.

Gökyüzünden yaşama derin bakışta her şey o kadar küçülür ki… Yürek o kadar hafifler ki… O zaman yeryüzü, gerçek duruşuna geçerek yaşama ilişkin sıkı, sağlam duruşu yürekte bulur öncelikle.

Öyküsünde acı olanların kendisini hep yeryüzüne sıkıştırmasını anlayamam bu nedenle. Oysaki gökyüzü tüm acıların yok olduğu, boşlukların doldurulduğu, güzelliklerin daha net göründüğü bulutları yüreğe yerleştirir.

Öykülerinde acı bulduklarım hep serinletir aslında.

Yaşamın kızgın çöllerinde gezinmeyi alışkanlık edindiğimizden mi ne?

Bir insanın acısını hafifletmek için gökyüzünün serinleten etkisinden yararlanmak ne güzeldir.

Yazılarımda acı arayanlara, “gökyüzü"nü daha ilk satırlarda hatırlatmak da serinletici etkinin varlığının baştan kabulü olmaz mı?


Bu yüzden acı olan her şey bana çok yakın. Aynı yaşamın yakınımda olması gibi. Çünkü yaşamın içindeyim. Acı olmayan bir yaşamı hiç görmediğimden herkesin acısı benim acım gibi. Kurtulma isteği de benim düşünsel mesaim… Nedenini söylesem ne dersiniz bilmem ama.

Sanki yaşama amacım. Acılar ve kurtuluş öyküleri… Acıdan kaçış öyküleri, acıyla yaşamaya alışma öyküleri… Kısaca dram içinde ayakta kalma mücadelesi.

Bu duruşum beni yorsa da tüm yorgunlara ithaf etme isteğim beni dinlendiriyor

Reyhan Şengün Gazel

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Değişen Entellektüel Perspektif

Edward Said’in ifadesiyle entelektüel, topluma yabancı, toplumdan ayrışmış bir kişiliği temsil eder. Ayrışmak demek, “seçkin durmak” demektir. Yani, toplumun düşünce kalıplarından uzakta durmayı tercih etmektir.

“Entelektüel perspektif”in varlığını yayması, toplumda yerleşik ideolojik bakış açılarının ötesine geçmesi ile mümkündür. Ayrıca, toplumsal bağlılık unsurlarının, toplumu bir arada tutan tüm yanlı bakış açılarının ve toplumsal gerçekliğin üzerinde olabilme idealini temsil eder.

Gerçekten de insanın, toplumda yerleşmiş olan inanç ve değer yargılarının etkisinden uzak bir perspektife, objektif insani değerlendirmelere sahip olabilmesi ideal bir durumdur. Zaten “entelektüel perspektif”in, kolay yayılmasının nedeni, ideal olana daha da yaklaşma isteğidir.

Ancak, entelektüel seçkinliğin topluma “uzak” duruşu, hiçbir şekilde toplumsal gerçeklerin yok sayılmasını gerektirmez. Tam tersine, farklılıkları zenginlik olarak görür. Çünkü, entelektüelin “uzak” durduğu şey “tek” perspektifin vazgeçilmezliği iddiasıdır.

Entelektüel perspektif değiştikçe, farklı değer yargılarına objektif bakış da daha belirgin olmaya başlar.

Ülkemizde 1960’tan günümüze kadar yaşanan toplumsal değişimi ve bu değişimin getirdiklerini anlamamak mümkün değildir. Yani entelektüel perspektif, geçmişten farklı olarak toplumlara etki eden “tek” yargıdan uzaklaşmaya başlamıştır.

Memleketlerinden çıkarak, siyaset yoluyla topluma etkide bulunmaya çalışan insanlar, bu değişimin en önemli nedenidir. Bu neden aynı zamanda, azınlıktaki seçkin grubun ülkemize “modernlik” getirmek için belli perspektifleri yerleştirmekteki zorluğunun da nedenidir.

Nedenler birbirinin nedeni olurken, sonuç ise günümüzde yoğun olarak yaşadığımız değişimin kabul edilip edilmemesinin getirdiği sıkıntıdır.

Hal böyleyken, insanlarımız da farklı değerlere “uzak duruş” ile değerlerin tümüne “yakın duruş” arasında tercih yapmakta zorlanmamaktadır. Değişimi her an hissettiklerinden…

NOT: Ülkemizdeki 8,5 milyon engelli vatandaşımızın ve milyonları bulan ailelerinin sıkıntılarını biraz daha “yakın duruş” ile çözmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Yaşanan sıkıntıların “insana” ilişkin değerlerle ilgili olduğunu bildiğimden…
Reyhan Şengün Gazel

6 Mayıs 2012 Pazar

GELİNCİKLER ÖLMESİN

Sabahın ilk ışıklarıyla uyanan her yan, güzel bir çift göz karşısındaymış gibi umutla güne “selam” derken, hiç bitmemiş, bitemeyecek kadar sıcaklığı olan küçük bir gelincik ortada ama bir başına duraksıyordu. Bu duraksamanın yüzümüzde uyandırdığı geçici güzellik, kaba bir rüzgârın sessiz çığlığı ile yok olurken, insanın daha bir sevesi gelmesin mi? Sanki tüm yaşammış gibi ortada ama bir başına duran gelincik artık hiç gitmeyecek kadar dimdikti. Nereye gitsin ki?

Gidecek yeri olmayanlar iyi bilir. Ortada duraksamaktan başka hiçbir yerde ayakta kalamayacak olan gelincik, gitmek istese bile gittiği yerde yaşayamayacağını, ayakta ölmesini de hiç kimsenin göze alamayacağını iyi biliyordu. Gelincik ölmemeliydi.

Yer yan koşturanlarla doluyken ölmemeyi bile kendisine iş edinebilecek kadar zorda olan gelincik için, dimdik durabilmenin zorluğu bir yana, kenardan onu süzenlerin iç geçirmesi de işe yaramıyordu. Bir gün birisi mutlaka kaba bir rüzgâra esir edecekti. Bekliyordu.

Solmaması gereken tüm güzelliklerde olduğu gibi gelincikte de durum hep aynı kaldı. Hep bir başına ama duraksayan duruşu, gözlerin önünden olmasa bile yüreklerin ötesinde hep durdu. Duracaktı da. Nasıl durmasın ki?



Gözlerin önünde olmasa bile, yüreklerin ötesinde kalan gelincik zorda dururken, gözünün önünden ayırmayanlar için bilinmezliklerle dolu sıcaklığın içtenliği, her yanı sardı. Nasıl sarmasın ki?

“Gelincikler solmasın! Solarsa yürekler de solar” dercesine akan gözyaşlarına inat, kimseler gelinciğin kaba rüzgâra karşı durabilmesini sağlayamadı. Her bir kaba rüzgâr, derinlerden akıttığı esintiyi gelinciğin tam yüreğine kondururken, düşünmeden estirdi gitti. Nasıl düşünsün ki?

Gelincikler yok olmaya yüz tutarken, serin gelen bir günün ortasında, her yanı sıcak ama bir o kadar da kapsayıcı bütünlüğü ile kendinden emindi. Gelincik de kim?

Kim mi?

Gelincik yüreklerimizin içindeki sevgi... Belki de tüm yaşam, olmadı yaşamın orta yeri, yine olmadıysa daha ne diyelim?

Bir şey demeyelim. Ne denebilir ki?

Gelinciğin orta yerde kendinden emin ama sıcacık duruşunu sevgi olarak bilmeyenlere ne denebilir ki?

“Hiç.”
"Mutsuzluk aniden gelmez, onu hazırlayan nedenler vardır." (Balzac)

28 Nisan 2012 Cumartesi

SEVGİ DEDİKLERİ

Bir kuşun gözleriyle yaşamı görmenin güzelliğini bilenler, yaşamın insanı darda bırakacak güçte olmadığının da farkına varırlar. Geçmişin, boşa geçmişliğinin de üzüntüsüyle, yaşama karşı nasıl durulacağını bilmenin, geç de olsa yaşama katılışını keyifle izleyerek…




Sevgi dediğimiz şey, belki de yaşama küçük bir kuşun gözleriyle görebilmenin hafifletilmiş tadını almaktır.




Bu öyle bir hafifliktir ki, yaşamın olanca ağırlığı karşısında küçük bir kuş yüreğiyle ama her şeyin üzerinde…




Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşa belki de imrenerek, onun gibi usulca yanaşarak, aniden kaçışı da anlatır, sıkça yapamayacağımız bir güzellikte…




Bu öyle bir hafifliktir ki, her şeye rağmen dimdik durabilmeyi, yüreğin içine koyduğu küçük ama derin bir hissi de yaşatarak…




Bu öyle bir hafifliktir ki, en ağır eşyayı bile kaldırırken, tüm ağırlığın yüreğin dışına verilmesini anlatır… Can acıtmadan…




Bu öyle bir hafifliktir ki, yürekli bir bakışın tüm sırlarını anlatan küçük bir kuştan öğrenilecek onca güzelliği söyletir… Rahatlatarak…




Bu öyle bir hafifliktir ki, tenimizin üzerine konan bir sinekten bile, yaşama dair epeyce bir nasihat verebilecek kadar derinlikleri anlatır… Doğaya aşık ederek…




Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun kanatlarının kıpırtısını derinlerden yaşayarak, yaşama büyük bir rüzgarla savrulmasını getirir. Her yürekliye…




Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun yaşamdan kaçışını değil, uzaktan yüreklice bakabilmenin tadını verir. Her kuş görene…




Bu öyle bir hafifliktir ki, bir kuşun gözlerinden bile, yaşamı yine yaşamın içinden bir bakışla sakince anlayabilmeyi getirir. Her bakışta…




Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun gözleriyle görebildiği tüm yürekleri sevebilmeyi anlatır. Kendi yüreğinin dışındaki yürekleri de görerek…




Bu öyle bir hafifliktir ki, yaşama yukarıdan ama kapsayıcı bir olgunlukla katılabilmeyi sağlar. Her yüreksize inat… 




Küçük bir kuşun gözlerinde yaşamı görebilmenin tadını alanlar bir daha mutsuz olmazlar. Küçük bir kuştan öğrendikleri yaşama bakışı hiç unutmazlar. Çünkü mutluluğu tadanlar bir daha mutsuzluğa meyil etmezler. Nasıl etsinler ki?




Yaşamın tüm genişliklerini küçük bir kuşun gözleri kıvamıyla görebilenler, tüm yaşamı keşfedebildiklerinden, yürekleri onca güzelliğin içinde ışıl ışıldır. Başka nasıl olsun ki?




Küçük bir kuşun gözlerini bile görebilenler yaşamı görebildiklerinden, her şeyin farkındadırlar. Bu fark etme durumunda, yüreklice ortaya çıkabildikleri an yüreksizleri de çağırırlar. Ama yüreklerini, küçük bir kuşun gözlerinin içine hapsedemeyecek kadar tanımayanlar, yüreklerinin ışıltısına da engel olurlar. Sahipsiz bırakırlar. Bir başına yaşamasını isterler. Oysaki, tüm yürekler birbirine hasret gözlerle, kaçmadan, beklemeyi bilerek yaşamayı özlerler. Bu yaşama şeklini ararlar, bulduklarında mutlu da olurlar. Nasıl olmasınlar ki?




Sevgi denilen, küçük bir kuşun gözlerinde bulunan mıdır? O gözlerdeki ışıltıyı görebilmek midir? Işıltının arkasından bakabilmek midir? Başka olabilir mi?




Yaşamda küçük bir kuşun gözlerine hiç bakmayanların çoğunluğunu azaltmanın yolları… Bakabilene…

14 Nisan 2012 Cumartesi

Engel Nerede?


Bedende, görüntüde, elde, ayakta, dilde, kulakta… Ne fark eder ki. Engellilik, yaşama ilişkin kendimizden kaynaklanan bir farklılıktır sonuçta. Bu farklılık öyle bir şeydir ki, neredeyse tüm ilişkilerimizi etkiler. Komşumuzla, arkadaşımızla, eşimizle, annemizle… Sürekli birilerinden yardım almak zorunluluğu ilişkilerin de seyrini değiştirir.

Oysa ki, her insan, bir başına yaşayabilmek, istediği anda iletişime girebilmek ister. Yani kendisini, küçük evreninde kendisi istediği gibi var etmek ister. İstediği algıları yaşantısına sokabilmek, istediği değerleri yaşayabilmek… Ancak, yaşama ilişkin sınırlanma durumu 'kendisinden' kaynaklandığında bunu yaşayabilmesi zorlaşır.

Yaşamaya dönük sınırlılıklar ise, tüm ilişkilerinde öndedir. Ellerini kullanamayan bir birey, başkalarının ellerini az da olsa desteğinde görmek durumunda kalır. Yürek acısa da… Bu, her birey için sıkıntılı bir durumu anlatır.

Kimse kimseye bağımlı yaşamaktan mutlu olmaz. Bu durum mutluluk vermez her şeyden önce. Ancak, bu sıkıntılı durum, ellerini kullanamayana ‘el verenlerce’ daha da zorlaşabilir. Bunu yaşamak zorunda kalmanın acısı öyle büyük olur ki.

Özellikle yaşamı daha iyi yaşamaya yönelik hakların talebinde yaşanan yürek acısı daha da büyür. Kırılgan yürekler daha da kırılır, zorlanır. Farklı yaşamak zorunda kalmaya kader denir de, buna kader denir mi? Denmez elbette.

Bu durumunda başlıktaki sorumuza tekrar dönelim: Engel nerede?

Yaşama bakışımızdaki kısıtlılıklar asıl engeli yaratır. Var olan engelle zaten zor olan bir yaşamı daha da zorlaştırır. Bunu yüreklerin anlaması, kabullenmesi zordur.

Engelle doğulabilir, engelli olunabilir ama engel çıkaran bir yaşamda var olmak kolay değildir. Bu zorluğa rağmen yaşamaya çalışmak, üretebilmek ise kendi başına ayrı bir zorluktur. Ama aşılabilir. Daha dimdik durdukça, yaşama daha doğru adımlarla atıldıkça, üretebildikçe…


Yürekleri kendinde olan tüm engellilere selam olsun

Reyhan Şengün Gazel

24 Mart 2012 Cumartesi

Gülümseyin Gülümseyelim

Anlık açılan gözlerdeki gülümsemenin yine anlık olarak ortadan kaybolması yürekleri yorsa da, akılların devreye girmesi ile yorgunluk yine anlık kaybolur. Her şeyin anlık yaşandığı yaşantıdaki anlık iniş çıkışların değersizliği yine söyletiyor.

Derinlerdeki ayrıntıların, yüzeydeki hüznü anlık çıkarması durumunda ortaya çıkan bu değersizlik halinin çözülmesi yine anlık olarak mümkün mü? Cevap?

“Mümkün olup olmama” ile yola çıkarsak yine başa döneceğimizden ilerlemek için yöneldiğimiz kapının açılması belki de en doğrusudur. Kim var orada?

Kimse olmaz tabii. Yüreğimizin içinde bizden başka kimse olmaz. Derinlerdeki ayrıntının yüzeydeki hüznünü de yine kendimiz kendi yüreğimizden çıkartacağımıza göre seslenmenin anlamı var mı?

Ses yok! Ben varım. Sen! Tek bir yürek. Bir başına, yalnız, kendi halinde, derinleri kendi derinleri olan “yaratılmış”.

“Yaratılmış tek bir yürek”teki derinliği bulabilenlerle yola devam edeceğimize göre, insanın önce kendi yüreğine yönelmesini istememiz mümkün mü?


Her şeyden önce mümkün. Mümkünlük tek bir yürekle değil, her tek yürekle… Her birimiz, ben, sen, o… tekimiz, tek, bir…

Önce kendi yüreğimizin derinlerine uzaktan gülümsemekle yola çıktığımızdan, öteki yüreklerin içini bir tarafa bırakmanın zamanın geldi de geçti bile; Anlayabilenlere…


Uzaktan gülümsemenin bir sonraki adımı olan yakından bakmaya geçmeden önce bir tarafa bıraktığımız ötekiler hala yerlerinde. Üzgünüm ki kıpırdayan yok!

Yakından baktığımız yüreğimizin içindekiler, birer birer aklımızla da kavrayabileceğimiz noktada yer edinebildiğinden, doğru yolda olduğumuzu görebilmek ne güzel!

Uzaktan gülümseme ve yakından bakmak arasında gidip gelen yöneliş ısınmaları, yerini yavaş da olsa ellerin devreye girmesi ile dokunmaya geçebilmeli. Yoksa tekrar başa…

Ellerin dokunduğu yüreklerin derinlerindekiler birer birer akılla kavranıyorken yaşanılan hüzünlü gülümseme “olgunca” yaşamdaki yerini alıyor!

Tüm “verilenler” iş başında. İşin başında. Yüreğin başında. Yüreğimizin. Kendi yüreğimizin.

Gülümsemenin kolay olduğunu düşünenlere söylenecek sözümüz var ama buradan değil sözlerin bütünü. Yaşamdan verilecek cevaplarla… Kolayca.

Reyhan Şengün Gazel

20 Şubat 2012 Pazartesi

YARIM YAŞAM



Evlerin arasındaki insanlar bazen figür olarak yüreklerimizde yerini bulduğunda, derinlerden figürleştirdiğimiz insanların gözlerini ararız. Buluruz da. Bir insandan öte, insanlar göz yığınları halinde etrafımızda gezerken, nereye gezdikleri değil, gezerken gözlerinin nereye baktığı daha çok ilgimizi çeker.

Yüreklerin gerçek yansımasını bulduğumuz gözler, böyle durumlarda ya tamamen kendisini dünyaya kapatarak kendi yüreğinin içeriden istediği şeyleri görmekte ya da sadece etrafa bakmaktadır göremeden. İkinci durumda yürek, kendisine hapsolmuş sessizce beklemektedir, belki de küskün…

Yaşamın içinde bizlere eski olmayan onca yaşantı varken, istediğimizi istediğimiz kadar, istediğimiz biçimde yaşayamamak yüreklerin en zorlandığı durumdur. Bir yakınımızı kaybettiğimizde, çevremizde bizim ağlamamamızın rahatsızlık verdiğini düşündüğümüzde, acımızı içimize gömerken yaşadığımız durum. Çok mutluyken sürekli gülümsememizden sıkıntı duyacaklara karşı, gülümsememizi içimize gömdüğümüz durum…

İçimize gömülmüş onca yaşantı, yaşanmamışlık varken, yüreklerimiz kendisini bize yetecek kadar ifade edemezken, gözler ne yapsın? Bir oraya bir buraya sadece bakar, çaresizce… Ya da kendisine dönüp, kendisini başka dünyaların içinde yaşar, sessizce…

Yüreklere soramadan yaşamamızın gözlerdeki karşılığı, figürleştirdiğimiz insanlarda kendisini daha net göstermez mi? Yaşamı daha iyi anlayabilmek için… Yaşama tam katılabilmemiz için… Böyle bir derdimiz varsa, böyle bir derdin varlığından yüreğimiz haberdarsa…

Gökyüzünün altında her şey eski… Yürekler eski, gözlerdeki bakış şekli eski… Tek yeni olan, bizim bunu ne kadar derinlikte anlayabileceğimiz… Böyle bir durumu dert edineceğimiz… Ne kadar dert edineceğimiz…

Tüm bu çabalar “insan” da “insan”ı bulma çabasıdır, bilene… Kendimizi bulma çabasıdır düşünene… Koca evrendeki yerimizi aramamızdır, görebilene… Varlık nedenimizin ortaya çıkışına vesiledir, anlayabilene… Tüm bunları gözlerde bulabilmek ayrı bir çabadır, derinlerden bakabilene…

Yarım kalmış her şeyin acısı büyüktür. Yüreğimizin istediği kadar ağlayamamak, yüreğimizin arzuladığı kadar yaşamdan tat alamamak, yüreğimizin arzuladığı kadar gülememek… Sevgimizi gösterememek, doğaya, insanlara… Yaşama… Yarım yaşamı yaşamak zorunda kalmak yorucudur, önce yüreklerde sonra gözlerde yorgunluk olması da bundandır. Evlerin arasında yürürken gözlerin ya sadece etrafını görmesi ya da sadece yüreğin derinlerden göstermek istediğini görmesi bu yüzdendir.

Yarım yaşamlara diğer yarının tamamlanması dileklerimle… İstediğiniz her neyse…

Reyhan Şengün

11 Şubat 2012 Cumartesi

Gülümseyin! Gülümseyelim!





Anlık açılan gözlerdeki gülümsemenin yine anlık olarak ortadan kaybolması yürekleri yorsa da, akılların devreye girmesi ile yorgunluk yine anlık kaybolur. Her şeyin anlık yaşandığı yaşantıdaki anlık iniş çıkışların değersizliği yine söyletiyor.

Derinlerdeki ayrıntıların, yüzeydeki hüznü anlık çıkarması durumunda ortaya çıkan bu değersizlik halinin çözülmesi yine anlık olarak mümkün mü? Cevap?

“Mümkün olup olmama” ile yola çıkarsak yine başa döneceğimizden ilerlemek için yöneldiğimiz kapının açılması belki de en doğrusudur. Kim var orada?

Kimse olmaz tabii. Yüreğimizin içinde bizden başka kimse olmaz. Derinlerdeki ayrıntının yüzeydeki hüznünü de yine kendimiz kendi yüreğimizden çıkartacağımıza göre seslenmenin anlamı var mı?

Ses yok! Ben varım. Sen! Tek bir yürek. Bir başına, yalnız, kendi halinde, derinleri kendi derinleri olan “yaratılmış”.

“Yaratılmış tek bir yürek”teki derinliği bulabilenlerle yola devam edeceğimize göre, insanın önce kendi yüreğine yönelmesini istememiz mümkün mü?


Her şeyden önce mümkün. Mümkünlük tek bir yürekle değil, her tek yürekle… Her birimiz, ben, sen, o… tekimiz, tek, bir…

Önce kendi yüreğimizin derinlerine uzaktan gülümsemekle yola çıktığımızdan, öteki yüreklerin içini bir tarafa bırakmanın zamanın geldi de geçti bile; Anlayabilenlere…


Uzaktan gülümsemenin bir sonraki adımı olan yakından bakmaya geçmeden önce bir tarafa bıraktığımız ötekiler hala yerlerinde. Üzgünüm ki kıpırdayan yok!

Yakından baktığımız yüreğimizin içindekiler, birer birer aklımızla da kavrayabileceğimiz noktada yer edinebildiğinden, doğru yolda olduğumuzu görebilmek ne güzel!

Uzaktan gülümseme ve yakından bakmak arasında gidip gelen yöneliş ısınmaları, yerini yavaş da olsa ellerin devreye girmesi ile dokunmaya geçebilmeli. Yoksa tekrar başa…

Ellerin dokunduğu yüreklerin derinlerindekiler birer birer akılla kavranıyorken yaşanılan hüzünlü gülümseme “olgunca” yaşamdaki yerini alıyor!

Tüm “verilenler” iş başında. İşin başında. Yüreğin başında. Yüreğimizin. Kendi yüreğimizin.

Gülümsemenin kolay olduğunu düşünenlere söylenecek sözümüz var ama buradan değil sözlerin bütünü. Yaşamdan verilecek cevaplarla… Kolayca.

5 Şubat 2012 Pazar

Yürek Gülümsetir


Gülümseten ayrıntıların çokluğu karşısında dik duruşumuzu her zaman koruyamıyoruz. Gülüyoruz. Gülüp geçiyoruz. Gülmeden geçmiyoruz. Geçenlere de gülümsüyoruz.

Gülümseme dolu günlerin azlığı yorsa da, yaşamın derin yüzeyselliği hüzünlü gülümseme şeklinde yerini alıyor. Nasıl almasın ki?

Her an yeni bir ayrıntı, hüzünle karışık, gülümseme ile barışık olarak yerini alırken bilsek de bilmesek de yerleştiriyoruz… Görüntümüze…

Görüntümüzde olanı çoğu zaman fark etmediğimizden, yaşamın hüzünlü ayrıntılarının gülümseme şeklinde yansıdığını bilenler için canlı bir örnek de oluşturuyoruz.

Aslında güldüğümüzü düşünürken, gülmediğimizi görebilenlerle yolumuza devam ederken, yüreğimizdeki hüznü, gülümseme ile karışık yaşama kattığımızı derinlerde bilsek de yüzeydekilerin anlama ihtimali zayıflatıyor direncimizi.

Hüznümüzü gülümsemeye hapsetmediğimizden, derinlerdeki hüzünsüz gülümsemeye doğru yönelmemiz an meselesi sanki…

Yöneldiğimiz evimizin kapısı değil elbetti… Çalan telefonumuz hiç değil… Sanki daha derinlerde bir yerde…

Bu yöneliş yüreğe yöneliştir; Anlayana…

Başkasından öte daha yakında olan kendimize yöneliştir.

Başkalarının yürekleriyle kendi yüreğini var etmeye çalışan, hatta bunu yaratılışa ters büyük bir bağımlılıkla yapanlar için ulaşılması en uzak mesafededir… Yürek/Yürekleri…

Kendi yüreğini başkasının yüreğinden uzak görüp kendinden ötelere yönelenlere söyleyecek sözümüz: Kapıya yönelin. Yöneldiğiniz kapıyı açın. Korkmadan açın. Görebiliyor musunuz? Önce kendi yüreğinizi görün. Hatta korkmayın ellerinizi açın ve avucunuzun içine alın…

Hüzünlü gülümsemenin çıktığı yere yönelenler, derinlerdeki hüznü yakından görebilenlerdir. Görebildikleri hüznü gülümseme ile karıştırarak yaşama karışabilenlerdir.

İşte o zaman yürek gülümsetir… Gerçek yürek gülümser. Yansıması hüzünlü gülümseme şeklinde yerini bulur, ne de iyi olur; Olgunca.

Reyhan Gazel

18 Ocak 2012 Çarşamba

Sevgi Dedikleri




Bir kuşun gözleriyle yaşamı görmenin güzelliğini bilenler, yaşamın insanı darda bırakacak güçte olmadığının da farkına varırlar. Geçmişin, boşa geçmişliğinin de üzüntüsüyle, yaşama karşı nasıl durulacağını bilmenin, geç de olsa yaşama katılışını keyifle izleyerek…

Sevgi dediğimiz şey, belki de yaşama küçük bir kuşun gözleriyle görebilmenin hafifletilmiş tadını almaktır.

Bu öyle bir hafifliktir ki, yaşamın olanca ağırlığı karşısında küçük bir kuş yüreğiyle ama her şeyin üzerinde…

Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşa belki de imrenerek, onun gibi usulca yanaşarak, aniden kaçışı da anlatır, sıkça yapamayacağımız bir güzellikte…

Bu öyle bir hafifliktir ki, her şeye rağmen dimdik durabilmeyi, yüreğin içine koyduğu küçük ama derin bir hissi de yaşatarak…

Bu öyle bir hafifliktir ki, en ağır eşyayı bile kaldırırken, tüm ağırlığın yüreğin dışına verilmesini anlatır… Can acıtmadan…

Bu öyle bir hafifliktir ki, yürekli bir bakışın tüm sırlarını anlatan küçük bir kuştan öğrenilecek onca güzelliği söyletir… Rahatlatarak…

Bu öyle bir hafifliktir ki, tenimizin üzerine konan bir sinekten bile, yaşama dair epeyce bir nasihat verebilecek kadar derinlikleri anlatır… Doğaya aşık ederek…

Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun kanatlarının kıpırtısını derinlerden yaşayarak, yaşama büyük bir rüzgarla savrulmasını getirir. Her yürekliye…

Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun yaşamdan kaçışını değil, uzaktan yüreklice bakabilmenin tadını verir. Her kuş görene…

Bu öyle bir hafifliktir ki, bir kuşun gözlerinden bile, yaşamı yine yaşamın içinden bir bakışla sakince anlayabilmeyi getirir. Her bakışta…

Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun gözleriyle görebildiği tüm yürekleri sevebilmeyi anlatır. Kendi yüreğinin dışındaki yürekleri de görerek…

Bu öyle bir hafifliktir ki, yaşama yukarıdan ama kapsayıcı bir olgunlukla katılabilmeyi sağlar. Her yüreksize inat…

Küçük bir kuşun gözlerinde yaşamı görebilmenin tadını alanlar bir daha mutsuz olmazlar. Küçük bir kuştan öğrendikleri yaşama bakışı hiç unutmazlar. Çünkü mutluluğu tadanlar bir daha mutsuzluğa meyil etmezler. Nasıl etsinler ki?

Yaşamın tüm genişliklerini küçük bir kuşun gözleri kıvamıyla görebilenler, tüm yaşamı keşfedebildiklerinden, yürekleri onca güzelliğin içinde ışıl ışıldır. Başka nasıl olsun ki?

Küçük bir kuşun gözlerini bile görebilenler yaşamı görebildiklerinden, her şeyin farkındadırlar. Bu fark etme durumunda, yüreklice ortaya çıkabildikleri an yüreksizleri de çağırırlar. Ama yüreklerini, küçük bir kuşun gözlerinin içine hapsedemeyecek kadar tanımayanlar, yüreklerinin ışıltısına da engel olurlar. Sahipsiz bırakırlar. Bir başına yaşamasını isterler. Oysaki, tüm yürekler birbirine hasret gözlerle, kaçmadan, beklemeyi bilerek yaşamayı özlerler. Bu yaşama şeklini ararlar, bulduklarında mutlu da olurlar. Nasıl olmasınlar ki?

Sevgi denilen, küçük bir kuşun gözlerinde bulunan mıdır? O gözlerdeki ışıltıyı görebilmek midir? Işıltının arkasından bakabilmek midir? Başka olabilir mi?

Yaşamda küçük bir kuşun gözlerine hiç bakmayanların çoğunluğunu azaltmanın yolları… Bakabilene…
Reyhan Gazel

9 Ocak 2012 Pazartesi

Öykümde Acı Var!




Öykülerinde acı olanları düşlerim hep. Bu düş bazen, içinin gözyaşı olduğu bir öykü üzerine kurulurken bazen de gülümsetir. Acının ötesinden gelen beklenmeyen durumların güzelliği gülümsetir çoğunlukla. Arada bir de, insanı yaşamın içinde daha sıkı var eden direnç getirisi.

Yaşamı, yaşamın içinde kavrayabilmek her zaman hepimiz için kolay olmaz. Bu yüzden her daraldığımızda kendimizi gökyüzünün derinliğine bırakmak, o derinlikte yok olmadan gökyüzünde yaşıyormuş hissini yüreğimize yaşatmak gerekir.

Kendisini gökyüzünde, derinlikler içinde bulan yürek hafifletir yaşama ilişkin yargıları.

Gökyüzünden bakılan pencerede geniş düzlüklerin yanında engebeli boşluklar da daha iyi görünür.

Gökyüzünden yaşama derin bakışta her şey o kadar küçülür ki… Yürek o kadar hafifler ki… O zaman yeryüzü, gerçek duruşuna geçerek yaşama ilişkin sıkı, sağlam duruşu yürekte bulur öncelikle.

Öyküsünde acı olanların kendisini hep yeryüzüne sıkıştırmasını anlayamam bu nedenle. Oysaki gökyüzü tüm acıların yok olduğu, boşlukların doldurulduğu, güzelliklerin daha net göründüğü bulutları yüreğe yerleştirir.

Öykülerinde acı bulduklarım hep serinletir aslında.

Yaşamın kızgın çöllerinde gezinmeyi alışkanlık edindiğimizden mi ne?

Bir insanın acısını hafifletmek için gökyüzünün serinleten etkisinden yararlanmak ne güzeldir.

Kitabın başlığına bakıp yazılarımda acı arayanlara, “gökyüzünü” daha ilk satırlarda hatırlatmak da serinletici etkinin varlığının baştan kabulü olmaz mı?


Bana bu yazıyı yaşam yazdırttı. Acılarımla baş başa yaşarken kurtulma çabalarım, acılardan kurtulmaya çalışırken girdiğim derinlikler, acılardan çıkarken karşılaştığım insanlar, olaylar, durumlar…

Bu yüzden acı olan her şey bana çok yakın. Aynı yaşamın yakınımda olması gibi. Çünkü yaşamın içindeyim. Acı olmayan bir yaşamı hiç görmediğimden herkesin acısı benim acım gibi. Kurtulma isteği de benim düşünsel mesaim… Nedenini söylesem ne dersiniz bilmem ama.

Sanki yaşama amacım. Acılar ve kurtuluş öyküleri… Acıdan kaçış öyküleri, acıyla yaşamaya alışma öyküleri… Kısaca dram içinde ayakta kalma mücadelesi.

Bu duruşum beni yorsa da tüm yorgunlara ithaf etme isteğim beni dinlendiriyor.
Reyhan Gazel

5 Ocak 2012 Perşembe

‘İnsan’sa Anlar



Bilgiyi
Sevgiyi
Temenniyi
Seveni
Yüreği
Canlıyı
Heyecanlıyı
Mutluyu
Keşfi
Kederi
Sezgiyi
Duyguyu
Aklı
Mutsuzu
İyiyi
Sevilmeyeni
Hüznü
Çiçeği
Hayvanı
Yaşamı
Yolları
Ölümü
Kitapları
Hisleri
Aşkı
Metaneti
Savaşı
Hırsı
Telaşı
Güzeli
Basiti
Acıyı

"Boşuna kendinizi kandırmayın; sürekli yaptığınız şey neyse siz osunuz." (Aristotales)



Reyhan Gazel

1 Ocak 2012 Pazar

Sevsem mi?




Gökleri uçuk kaçık akıl, biraz da yalnızlık sarsa, bulutların içinden bir çift güzel göz baksa, bir sen kalsan, bir ben… Bir de gökyüzünün renkleri… Yine de sever miyim?

Cıvıl cıvıl öten güzel kuşların yürek kıpırtısı her yanda dolaşsa, akrebim hiç bitmeyecek gibi gelen tırmanışı gözümün önünden aksa, bir de otlar serpilse… Yine de sever miyim?

Pembe güllerin arasından küçük bir kelebek uçsa, uçarken de her yana neşe saçsa, gece olunca baykuşların sesini duysam… Yine de sever miyim?

Ortada dolaşan kirpi gibi her yanı gezsem, küçük bir ceylan misali atlayıp dursam, inekler süt verirken kenarda beklesem… Bir ben, yine bir ben kalsak… Yine de sever miyim?

Bir şirin köpeciğin koşturmasını uzaktan izlesek, bulutlar dağılırken şöyle bir gezinsek, çiseleyen yağmurun altında beklesek… Yine de sever miyim?

İnceden akan yağmurun altında uyuyakalsam, göklerde uğuldayan kent gürültüsünü inceden duysam, bir sen, bir de yine sen kalsan… Yine de sever miyim?

Her şeyi sevip bir seni sevmesem, seni sevip hiçbir şeyi sevmesem, bir başıma oradan oraya koşsam, almadı bir daha koşsam… Yine de sever miyim?

Ufukta beliren küçük bir kızın gözlerindeki mutluluğu görsem, sinek misali her yana konsam, yaşamın en güzel gününü hiç düşünmesem… Yine de sever miyim?

Ölümün ardından gülümsesem, ölenin ardından acı çeksem, kaybolup gidenin yakasına yapışsam, bir biz, bir de yine biz kalsak… Yine de sever miyim?

Kapıların önündeki ayakkabıları kenara koyarken seni unutsam, unuttuğumun sen olduğunu hiç hatırlamasam, her masalda annemi düşünsem… Yine de sever miyim?

Yine de sevmeye devam etsem, severken hep gülsem, sevmeyi sevsem, seveni sevsem, sevse de bilmeyeni düşünsem, bilmeden seveni anlasam, düşünüp ne düşündüğünü bilemeyeni bekletsem, her yandaki kuşların sesini dinlesem, kuşları dinlerken üzülmesem, böcekleri gülerek kovsam, sevgiyi bilmeyeni anlayamasam… Yine de sever miyim?

Gökleri, göklerin altındakileri, göklerin çok uzağındakileri, göklerin yerini bile bilmeyeni, bilse de söyleyemeyeni, yaşamı yaşayamayanı, yaşamları bilemeyenleri… Allah’a havale etsem… Yine de sever miyim?


Reyhan Gazel

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...