18 Nisan 2009 Cumartesi

Şiir Tadında








Bir gün kardelen, çimen, çam ağacı, fil, papatya, deve dikeni, karınca, aslan, gül, kaplan, deve, menekşe, geyik ve kunduz konuşuyorlarmış. “Ne olacak bu memleketin hali? “
Fil kimseye söz hakkı vermek istemiyormuş. Ağır ağır, oturaklı ama akıcı konuşmasıyla
“Düzelir, düzelir, neler gördük bugüne kadar, her şey güzel olacak, sakin olun….” Karınca sürekli araya girerek “Ben de konuşabilir miyim?“ diyormuş. Ama karınca bu, eti ne budu ne kimselerin umurunda değil. Gül hep gülümseyerek dinliyormuş konuşulanları. Geyik bir sözü alsa… Ah alabilse… Sabaha kadar artık Allah ne verdiyse…

Çam ağacı hep ayakta dimdik dinliyormuş memleketin halini. Nasılsa düzelir bakışıyla. Deve dikeni dertli mi dertli… Sanki dünyanın yükü onun sırtında. Kunguz oradan oraya hiperaktif davranışları cümlelerin arasına serpiştirip, ortalıkta ne üdüğü belirsiz şekilde dolaşıyormuş. “Aman bana ne ben işime bakarım” tavırlarıyla. Karınca kardeş hadi sıra sende “Ne ben mi konuşacağım. Durun konuşuyorum. Bir dakka, bir dakka ya durun neydi konuşma konusu ha ekmek kavgası, benim ekmekle sorunum yok zaten hep var, hep de var olacak…” Çimen ise kıpır kıpır, rüzgara kaptırmış kendisini. Aman kimse bozmasın keyfini.

Aslan kükremiş “Ben varken kime kalır memleketin sorununu çözmek. Çözülecek sorunları getirin ben hepsini çözerim. Oturduğum yerde, gerekirse savaşırım da sizler için. Var mı bana cevap verebilecek?“ Rüzgâr titretirken çimen birden dönmüş yüzünü aslana
“Var” Nasıl yani? “ Var cevabım size sayın aslan” “Söyle bakalım” “ Şey bırakın bu işleri bakın rüzgâr ensemizde masaj yapıyor dinleyin güzel sesi. Dinleyin bakın gördünüz mü yaşamak ne kadar güzel, bırakın memleketi önce kendinizi kurtarın.” Papatya desteklemiş çimeni. “Bence de” Yaşamak güzel diyerek çimenle birlikte gözlerini kapatıp dinlemeye başlamış rüzgarın sesini. Kaplan da katılmış onlara, çam ağacı, fil, deve dikeni, gül, deve, geyik, menekşe, karınca, kunduz bile. Ya kardelen!

Kardelen… Güzel kardelen. Karları delecek kadar kendine güvenen. Karların ortasında açacak kadar güçlü, kışın ortasında doğayı mutlu edecek kadar sevgiye aşık, memleketi içten mutlu edecek kadar akıllı, güzeller güzeli kardelen…. “Karakışta gösterir kendini tüm yaşama direnenler, karakışta gösterir kendini tüm yüreği yanıklar, karakışta gösterir kendini tüm sevgiler, karakışta gösterir kendini tüm yürekler, mutluluğa hasret kalanların umududur tüm savaşlar… Oysaki mutluluk içinizde, güven, sevgi, güç kendinizde… Memleket kendi ellerinizde, yüreğinizde. Bırakın konuşmayı, delin karları…”

Haklısın kardelen doğru söze bizden de bir şapka merasimi, sana hediye. Yaşa yaşayabildiğin kadar, yüreğin yettiği kadar, umudu tüm canlılara verene kadar…

Tüm karları delenlere, kardelen de benden hediye… Şiir tadında…

Reyhan Gazel

5 Nisan 2009 Pazar

Yürekten Akanlar







“Geldim de duymadılar” dercesine kaynarken bir anda soğumuş yüreği, kor olmuş ateşe dönerken eğildi. Eğildiği anılarının karşısında, silik ama yerli yerinde duranlarla yetinmeyi bilmesi gerektiğini iyi biliyordu. Başka ne yapabilirdi ki?

Kocaman olmuş her şeyle yıkılmadan didişebilmek az da olsa ayakta tutabiliyordu ama… Yetmiyordu, yetemiyordu. Ya içindekiler… Bilmiyordu düşünememeyi. Anlatamıyordu yıkılmış geçmiş günleri… Bir boşluk içinde yine de güçlü az da olsa atakta yüreği bir an bile kendinden geçebilmeyi, dönebilmeyi ne de çok isterdi. Yıllar yıllar öncesine… Ama geçmişti, geçiştirilmişti bir kere. Geride kalan hoş bir sedaydı geçiştirilenler.

Gün ağarmadan güne başlarken, geçmişin ezikliği içinde vaz geçilmez kıldıklarından birisiydi annesini düşünmek. Rahatlıyor ama silik anıların karşısında bir kez daha eziliyordu. Ne de çok olmuştu sıcak bir elden su içmek, saçlarının arasında dolaşan şefkati hissedip uykuya dalmak… Uyanırken sanki hiç uyumamış gibi arada geçen zamanı hoş saymak. Ayaklarının yere bastığı andan itibaren sığınacak güzel bir çift yürekle güne başlamak… Kaybedeceğini hiç bilememek…

Kimseler yokken yanında her zaman sadece sevgiyi verebilecek kadar koca anne yüreğinin yaşantısından gitmiş olması yalnız yüreğini daha da yalnızlaştırdı. Kimse annesi kadar sıcak bakmadığından o da kimselere bakamadı. Yüreği sıcak bir elin hasretini aradı, aradı, aradı… Bulamayacağını bile bile aradı. Kabul edemedi, aradı. Bulamadı. Şaşırdı bulamamasına bir hışımla tekrar aradı. Ama aradığı yer belki yüreğinden geçen silik bir kahvaltı anı, belki bir bayram sabahı… Silik anıların dışında elinde bir şeyin kalmadığını görmeyi hiç istemedi. Görmeyi istemeye istemeye yaşamaya devam etti.

Bir sabah kalktığında zamanın hoş geçmediğini iyiden iyiye anladı. Uykuya dalarken saçlarının arasında gezinen şefkati özlediğini fark etti. Nedenini bilemedi. İçindeki şefkati aradığı koşulsuz sevginin yerini kimselerin dolduramadığını bildiği için o dakka aramayı da bıraktı. Ama sabah uyandığında içinde hoşluk olmayan bir boşluğu nasıl dolduracağını hiç bilemedi. Koşulsuz sevginin içinden çıkıp yenilmemek için didişmesi gereken yaşama nasıl dik bakacaktı?

Kendisini küçük bir mezar taşının dibinde ağlarken bulduğunda rahatlamışçasına derin bir oh çekti. Ama küçük taşın dibinden ayrılırken yine boşluk, olmayan hoşluk kahretti. Bir an bile gözünden sakınmayan, kendisini hiçe sayarak her an şefkati hazır olan bir annenin yerini kim doldurabilirdi ki? Koşulsuz sevgiyi başka kim verebilirdi ki?

Geçmişin hesaplaşmalarının büyük olduğunu bildiğinden, koşulsuz yanındaki yüreğin içini acıttığı anları düşünmek bile istemiyordu. Ama düşünüp için için kahroluyordu. Her kahrolduğunda da şefkat elinin üzüldüğünü biliyordu. “ Benim için üzülmeyesin sakın. Sen üzülürsen ben daha çok üzülürüm. Bunu bilesin. Mutlu ol yavrum, yemeğini ye, uykunu al. Bak göreyim seni…” Bu sesler kulağının içinden değil, yüreğinin içinden geliyor, bir daha acı veren silik anıları düşünmemeye çalışıyordu.

Bu duygu içini kemirirken boş gelen yaşam savaşının içinde boş olmayan uğraşları birer birer veriyor, kendisini eskimiş, silikleşmiş şefkatle geçirdiği günlerin hasretinden uzak tutuyordu. Tutabildiği kadar…



Bir gün bir şiir yazmak geldi aklına. Yazdı da…

Bu şiir derinlerinden akan koca bir yürek şiiriydi. Kimselerle paylaşamadığı yalnızlığını haykırırcasına, ama kendine haykırırcasına koca yürekli bir şiir. Tıpkı annesinin yüreği gibi…



Annem


Sen gideli;
Hüzünlü
Öylesine
Yine de anılarınla mutlu
Güzelce dilimlenmiş bir ekmeğin parçası gibi tek başına


Kalabalıklar içinde şefkatsiz
Varlık içinde hoşnutsuz
Sıcacık ellerinin uzağında soğuk
Güzel yüzünün karşısında donuk

Bana niye sormadın giderken?
Niye, nereye gittiğini bile söylemeden
Gittiğin yerden “nasılsın” demeden
Kalakalmak, ötesi yok.

Boşluk, hiçlik, karanlık, yalnızlık
Tüm kötü duyguları verirken
“Artık kime sarılacağım” diyemeden,
Bir başına yaşayabilmek ne zor anne?

Günler günleri kovalarken
Derinlerimden ılık bir anı beni oyalarken
Sıcak yüreğini herkesten çok özlerken
Yine bir başıma, yine annesiz


Bir kez daha beni sevdiğini söyleyemeden
Oyalanırken yokluğun ne olduğunu sabahları sezerken
Kapımda acı acı çalan kornaları dinlerken
Yine de beklerken yaşamak nasıldır bilir misin?

Her toprakta seni görmek
Her çiçekte seni düşünmek
Her hıçkırıkta seni hissetmek
Her cümlemde seni aramak

“Yalnız değilsin” deme bana
Yanımda herkes var ama
Sen?
Ya sen?

Senin güler yüzün, solmayacak gibi bildiğim sözün, sıcacık çayın, kimsesiz kalsam da yanımda oluşun…
Yeter anne, gel. Gel. Gel. Kimsem olsa da gel, olmasa da gel. Yeter ki gel.


Reyhan GAZEL

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...