28 Ekim 2011 Cuma

DENİZLERİ AŞTA GEL






Yıllar, yıllar önce bir şarkı vardı; "Denizleri aşta gel kurbanın olam… Kurtar beni buralardan…" 20’li yaşların başlarında ve âşık bir genç kız olarak aşkımı böyle çağırırdım. Çünkü uzaktaydım… Beni sadece onun zorluklara rağmen bulunduğum yerden kurtarabileceğine inanarak, sanki duaymış gibi bu şarkıyı söyler dururdum. Cahillik işte…

40’lı yaşlara doğru ise diyorum ki; denizlerdeki dalgalar birbirinin içinden çıkıyor. Biri diğerini kendi içinde var ediyor, biri bir dalganın içinden çıkarken, diğeri farklı boyutta ve şekilde aynı anda var oluyor, tıpkı yaşamın tümü gibi… Dalgalarla mücadele zor… Dalgaları takip edebilmek, kontrol altına alabilmek, her birini gözlemleyip ortaya çıktığı anı yakalayabilmek, tüm dalgaları bir arada görebilmek…

Gökyüzünün altında her şey eski olsa da, her yaşta yaşamın içeriği farklı algılanabiliyor. Her yaşantıda yaşam farklı algılanabiliyor, yaşamda nelerin beynimizde nasıl yansıyacağı değişebiliyor… Yine de her insan kendi evreninde olan bitenleri kendi gördüğü, bildiği şekilde yaşayabiliyor… Sanki tüm dünyadaki insanlar aynı gözle yaşama bakıyormuş gibi…

Gerçek yaşamını görebildiği durumlarda sadece insanı yanıltmayan kendisidir. Her şartta, her durumda, her yaşta farklı görebildiği güzellikleri bildiğinden olsa gerek.

Yaşamın tüm değişen durumlarını kendi değişimi gibi algılama eğiliminde olan insan, hatta değişimi kendisinin gerçekleştirdiğine inanıyor. Haksız da değildir böyle düşünenler. “Değişmeyen tek şey değişimdir” diyen Herakleitos’a buradan selam etmek gerek. Yaşama ilişkin bu kavramayı yüzyıllar önce görebildiğinden… Değişimi beyninde yaşayanları ve tüm evreni değişime açık olarak anlayabildiğinden…

Zamanın bile her an değiştiğini bilip de yaşamın önce insanda sonra tüm evrende olmadığını söylemek şaşkınlıktır. Şaşkınca yaşamı izlemektir, müdahalesiz, katılımsız, sessizce… İnsana uygun olmayan bir biçimde… Değişimi ‘öncelikle’ yaşayan bir varlık olan insan olarak hem de…

Değişiyorum, değişiyorsun, değişiyoruz… Her an, her gün, her hafta, her yıl… Ölene kadar, hatta öldükten sonra bile… Bir anda toprağa karışmadığımıza göre… Yok, olmadığımıza göre… Her şartta önce kendi beynimizdeki değişime, sonra yaşamın tüm değişimlerine ayak uydurabilmemiz dileklerimle…

Kolaylıklar dilerim
Reyhan Gazel

27 Ekim 2011 Perşembe

İRONİ NE KADAR İNSANCIL





Herkes biliyor, hem de her şeyi, evrenin sırlarından tutun da, kapı komşusunun evine en son gelen akrabasına kadar. İnsanın ‘bırakın biraz da biz bilelim‘ diyesi geliyor böyle anlarda. Ama fırsat kalırsa…

Bilenler bilmeyenlere anlatsın, bir bildiğim var o da ne kadar çok şey bilmediğin, biliyorsan anlatsana, bir bilmecem var çocuklar… Hadi sor…”ama sormayayım nasılsa biliyorsunuz”… Sahi bilmediğini bilen var mı? Pek rastlamadım, belki size denk gelmiştir.

Yaşamda herkes bilgi küpü gibi adeta. Kimsenin bilmediği yok gibi. Bilinmeyen kalmamış gibi. Herkes sürekli bilgi edinmek için didiniyormuş gibi… Herkes her şeyi biliyormuş gibi… Her şeyi bilmek mümkünmüş gibi… Bir biz kalmışız bilmediklerini bilen sanki.

Bilgi edinmek hem kolay hem zordur, bilene… Yaşam telaşında birçok şeyi kenara itip uğraşmak gerek, düşünebilene… Yaşamda kenara itilenlerin sayısı bilgiye ayrılan zamana oranla daha çoksa, "bilen" bilgiye o kadar yaklaşır, anlayabilene… Tersi durumdakilerin pek şansı olmaz, görebilene… Ama bu durum bir tarafa herkes yine de her şeyi bilir, en azından bildiğini söyler. Yakalanmadığı sürece de devam eder, yaşayana…

Her yerde herkes her konuda konuşabilir, bildiğini düşündüğünden. Dinleyen de bilmiyorsa sorun da çıkmaz. Karşılıklı bilgi alış verişi kolaydır o zaman. Tersi halinde ‘gerçekten bilenin’ durumu zordur. "Bilenin" işin içinden çıkabilmesi, ironinin ne kadar insancıl olduğu sorusuna verdiği cevapla doğru orantılıdır. O anda kararını vermelidir, geciktikçe karar vermesi zorlaşır, sıkılır, bunalır, gerilir. Bilgiye ulaşmak için verdiği çabanın yanında bir de bilmeyenler karşısında sıkıntısını çekmek, yorar.

İroni bazen insancıl da olabilir. Bilmeyeni bilgiye yönelttiği nadir de olsa görülebilir. Denemek gerek. Burada bilmeyenin, ama bildiğini söyleyenin, kişiliği devreye girer. Kendi bildiklerinde ısrarcı ise ironi kavgadan başka sonuç getirmez. En iyisi huzuru kaçırmadan, kafa sallamaktır. Tutar çoğunlukla. Kişi onay görünce rahatlar, etrafına yeniden bilmiş gülücükler sallar, bilen sıkıntıdan ellerini kemirirken hem de. Bu böyle gider.

Sokrates yüzyıllar önce söylemiş: “ Bildiğim bir şey var o da hiçbir şey bilmediğim” Aklınla çok yaşa Sokrates. Bilgiye ulaşmanın zorluğu bir tarafa, evrende bilinmesi gereken o kadar çok şey var ki. Bil, bil… Bitmiyor. Bitemez de. Bitse zaten evren de biter. Tüketilemedikçe evrenin kıymetinin artması da bundan. Ama ‘yola erken çıkan yol alır’ yollarda bilgiyi aramaya başlayan da hep kazanır. En azından bilmenin hazzını, bilgiye ulaşmanın güzelliğini…

Bu yüzden K. Jaspers “ Felsefe yolda olmaktır” dememiş midir? Düşünerek yaşama devamı bu kadar güzel sadece bir filozof anlatabilirdi. Düşünmenin bitmezliğini… Bitemezliğini…

Yolda olanlara selamlar…
Reyhan Gazel

26 Ekim 2011 Çarşamba

GÖKKUŞAĞININ ALTINDAKİLER







Her yağmur ardından gökkuşağını getirir. Altından geçmek için insanlar koştursun diye. Gökkuşağının altından geçenlerin tüm dileklerinin kabulünün varsayılmasıdır koşturmacanın nedeni. Gökkuşağını daha yakından görmek için değil.

Oysaki gökkuşağı büyük bir doğa harikasıdır, tüm dileklerin kabulü için altından geçilmek istenmesi onun kendi değerini azaltmaz.

Tüm dileklerin kabulü için doğa harikasının altından geçmenin gerekliliği güzel bir aldatmacadır aslında. Bu işi becerebilmenin zorluğu, hatta çoğunlukla imkânsızlığı bir mesaj veriyor olsa gerek. Görebilene…

Tüm dileklerimizin kabülü için sadece doğa harikasının altından geçmenin yetmeyeceği aşıkardır anlayana… Yaşamda hiçbir isteğin çabalamadan gelmediğini, gerçekleşmediğini bilenler için…”Gökkuşağı bul, altından geç ve isteklerine kavuş” düşüncesi gökkuşağı bulmanın zorluğu bir yana, altından geçebilmenin de zorluğunu anlatır. Tüm dileklerimizin gerçekleşebilmesinin zorluğunu anlatırcasına…

Bir şeyi başarabilmek için epeyce uğraşmak gerekir. Ter dökmek, zaman zaman koşturmak, inmek, çıkmak, yorulmamak… Tıpkı gökkuşağının altından geçmek istenirken verilen çaba gibi…Belki bir provadır, yaşamdaki isteklerimizin gerçekleşebilmesini kolaylaştırmak için. Kim bilir?

Doğa yağmurla temizlenirken, sokaklar, çiçekler, kuşlar, ağaçlar, evler, çatılar… Ardından doğanın başına taç takılır. Tertemiz, mis gibi, insana yaşam enerjisi veren renkleriyle. Bu renkler sıradan renkler de değildir, birbiri ardına göze hoş gelen, cıvıl cıvıl, mutluluk veren renklerin birlikteliği. Altından geçmek istemek yürek ister, yüreği olana… O güzelliğe yaklaştıkça gözleri kamaştırdığından… Tıpkı dileklerimize yakınlaştığımızda yaşadığımız gibi…

Doğanın tacı gökkuşağı, bu yazıyı okuyanların başında da olsun isterim…

Sevgiyle kalın
Reyhan Gazel

25 Ekim 2011 Salı

BU SABAH GÜNEŞ DOĞMUYOR







Bazı sabahlar güneşin doğmadığını hissederiz. Aslında güneş doğmuş, yaşam yeniden kurulmuş, bulutlar olması gerektiği yerde, insanlar koşturmaya devam ediyordur… Ama yüreğimiz güneşi göremeyecek kadar sıkıntıda. Böyle sabahların acı yüzünü yüreklerinizde hissederken neler yaparsınız?

Cevabınızı duyuyor gibiyim. “HİÇ” Evet, hiçbir şey yapmazsınız, tüm insanlar gibi. Tüm davranışlarımızın çıkış noktalarını belirleyen ve bedeni yönlendiren yürek hissizleşince, yüreksiz neler yapılırsa o yapılır. Yani “HİÇ” Yüreksizce yapılanların “HİÇ” olarak düşünülmesi garip olmasa gerek. En azından benim okurlarıma garip gelmemeli. Hala garip gelen varsa bilin ki, okurum olmamışsınız henüz.

Tüm yaşamımızın var olduğu yüreklerimiz yaşamdan tat almadığında, bedenlerin yaptıkları işe yarar mı? Yüreklerin yorulması bir anda da olmaz. Yürek sabırlıdır, bekler, bekler… Ama istenmeyenlerin üst üste geldiğinde kendinden geçer. Kendi gibi olmaz. Olması gerektiği yerinde durmaz. Bir başka şey olmayı da kendine yediremez. Beklerken yıpranmışlığı yaşadığından takati kalmaz ve güneşin doğduğunu bile görmez. Güneş bile bir şey ifade etmez.

Pırıltı içinde karanlıktadır o anda yürek. Kendine de dönemez. Dönse, kendinin gücü güneşi, kendine göstermeye bile yetmez. O kadar dardadır.

Bir hamle güneşe bakar yürek. Güneşin pırıltını derinlerden görmeye çalışır. Hala kendine gelmeye çabası vardır. Ama pırıltıda bile karanlık görür. Beden bu anda bir sürü işle meşguldür. Yüreklerin olmadığı tüm işlerin içinde didiniyordur. Bir oraya bir buraya… Dokunmayın bedene bildiği gibi yaşasın sevgili okurlar.

Bir süre böyle güneşsiz günleri yaşar yürek. Ne yapsın! Tüm evrene aşık olduğundan güzelliklerin bitmediğini bilerek rahattır aslında. Bir an gelecek ve güneşi görecektir mutlaka. O an yürek kendine kendisi sahip çıkar. Çünkü kendinden başka ona güzel dokunacak kimse yoktur. O dokunuş, derinlerden hissettirir kendini. En azından yalnız değildir. Bir kendisi bir de kendisi…

Öyle bir an gelir ki yürek gözlerini daha iri açar. “Görmem gerekiyor güneşi” Görmeye de başlar, ‘görmem gerekir’ derken… Biraz daha zamanı vardır bilir… Ama pes etmez. Evrenin her yanı güneşin pırıltısı kadar göz kamaştırır. Bunu çok iyi bilir, bir kendi bir de kendi olduğu için… Sonra… “ Güneşi görüyorum. Tam karşımda işte. Tüm evreni aydınlatan benim karşımdaki güneş. O öyle bir ışıltı verir ki onsuz olmaz hiç bir şey. Güneşi görmeyenlere üzülürüm. Göremeyenlere de. Görmek bile istemeyenleri hiç anlayamam. Bir an görememek hiç görememekten daha iyidir. Üstelik güneş kaybolup geri geldiğinde daha derinlere girer. Bulduğumuzda çocuk gibi sevindirir bizi. Görün hepiniz güneşin doğuşunu, güneşi, yaşamı, yaşamın tüm renklerini… Hadi…” Aslında o anda yürek güneşi değil bir taşı görüyordur, karşısında taş ona güzel bir bakış atmıştır, gözü ona takışmıştır. Ama taş bile yüreklice bakıldığında güneş tadı verir, bilene, görebilene…

Herkesin güneşi öyle bir açsın ki gözleriniz sadece pırıltı görsün…
Reyhan Gazel

19 Ekim 2011 Çarşamba

GÜLLERİN İÇİNDEN












Karakışta olduğu kadar güzün de gülleri düşünmek bir başkadır. Yapraklar dökülürken, gökyüzü yeryüzüne “yaklaşsam mı?” diye sorarken ne güzeldir güllerin yürekteki yansıması. Bilirim. Yeryüzünde gül yokken düşünerek mutlu olmayı…

Düşüncede var olan bir gülün yürekteki yansıması, o kadar incedendir ki… Küçük evrenleri sıcacık yapan… Karakışı unutturan cinsten adeta. Yüreklere baharı getiren… Bir gülü düşünmek bile yeter tüm bunlar için. Gülün her şeye gülümseyen yüzü evreni ısıtırken, güller yaptığı büyüklükten habersiz öylece yerinde durur.

Bir gülü düşünmek… Düşüncede bir gül var etmek… Gülü yürekte var sayarak yaşamaya çalışmak… Her gülde yaşamı görmek…

Karakışta bile gülü düşünmekten ötesi olabilir mi? Mutlulukla, huzurla, kendinden emin, rahatça… Küçük bir gülün koca doğada yapayalnız huzurlu bakışını anlatır gibi… Tüm evrene bir başına karşı koyar gibi… Düşünmeyi deneyin…

Bahar geldiğinden her yer yenilenirken, gül yürekten öte, gözlerimizde de açmaya başlar. Gözümüzün gördüğü her yerde. Her an yanı başımızda. Görebildiğimizde tabii. Gözlerin gülleri bile görememesi ne zordur…

Kırılma, üzülme, zorlama, görebilenlerle yoldaş, göremeyenlerle arkadaş… Gerisi… Dahası… Yok.


Usulca eğilip:

“ Ey küçük yürek! Ey koca beden! Ne bekliyorsun dahası için. Dahası yok, olmayacak. Görebilmek için yüreklice yaşamak gerek her daim. Yüreği yerinde olmayanlara inat, daha bir inat, yaşamak gerek. Küçük yüreklerdeki koca evren, küçük evrendeki koca yürek… Ne duruyorsun daha… Beni gör artık, her yerde, her şeyde…”

Diyen küçük bir güle kim ne diyebilir ki. Karşı durulur mu bu güzel sözlere… Yaşama güllerle katılmak için… İsteyenlere tabii…

Reyhan Gazel

16 Ekim 2011 Pazar

Geçmez Bu Günler




Gökyüzünün ve yeryüzünün birbirine yaklaşmasını özlemişim.

Hem de hiç bitmeyecek bir ahenkle dans ederken bulutlar; Mavi, beyaz, gri…

Arada bir damlalar, bazen iri, bazen minnacık, bazen de tepeleme… Üzerimize yağarken bile o kadar güzeller ki.

Gökyüzü belli ki yeryüzünü çok özlemiş yine. Kavuşmalarını izlemek mutluluk pekiştiriyor; Sevgiyle, ilgiyle, güzellikle…Yüreklerimizin içindeki güzellikleri çevremizde görebilmek öyle bir mutluluk ki…

Biliyordum yüreklerin aslında karşımızda olduğunu…

Her zaman yüreğimiz ellerimizde yaşarken, arada bir içimizde sakladıklarımızı yakınımızda, dışarıda görebilmek gülümsetiyor. Yaşam gülümsetiyor, yaşayabilmek mutluluk veriyor… Sevdiğimizin ellerini gökyüzünden yeryüzüne inen yağmur damlaları gibi serinletici etkiyle yaşayabilmek öyle güzel ki…

Arabaların insanı ürküten sesleri bile duyulmaz oluyor böyle anlarda. Böyle anlar ya çok olsa?Ne iyi olurdu değil mi? Hep yüreğimizi dışarıda da görebilsek. Görüyoruz, görmüyorlar, görebilirler…Görmeseler olmaz, o zaman yaşam gülümsetmez. Gülümsemeyen yüzlerde rayihalar saçılmaz, saçılamaz. Varsa saçılan güzel kokularımız etrafı donatamaz. Nasıl donatsın ki?

Minicik bir bebeğin mis cennet kokusunu duymadan yaşayabilmek ne acıdır. Yolda karşılaştığımız bebeğin mis kokusunu bile bilemeden yanından öylesine geçmek, yüreğimizin içindeki cennet kokusunu dışarıda göremeden yaşamaktır.

Acı vermesi bundan.

Sineklerin acil çıkışı arayan kıpırtıları karşısında bile gülümseyebilenler, yüreğini dışarıda da görebilenlerdir. Yaşamı, yaşam gibi, karmaşıklığını bile gülümseyerek karşılayabilmek zor olsa da mutluluktur, gülümsettiğinden…

Her daim mutluluk arayanlara son sözümüzü söyleyelim: İçinize ve dışarıya gülümseyin

Reyhan Gazel

4 Ekim 2011 Salı

Bence Anlamlı

Gökyüzünü düşünürken bir anda yeryüzünde helak olduk. Savrulduk, yılmadık, yine savrulduk, zaten yılamayız da. Yıldığımızda elimizden kim tutar demeden ayakta kalmaya çalışmanın zorluğunu yaşadık. Bu ne zordur bilir misiniz? Gökyüzünü beklerken telaşa düştük. Yorulduk, yılmadık, yine yorulduk, zaten yılamayız da. Yorulduğumuzda kim elimizden tutar bile diyemedik. Kimse yoksa el de yok, biliriz. Bu ne zordur bilir misiniz? Gökyüzünü düşlerken gökyüzünü göremez hale geldik. Yıkıldık, yılmadık, yine yıkıldık, zaten yılamayız da. Yıkıldığımızda kimse kaldırmadı. Kaldıracak kimse olmaz, biliriz. Bu ne zordur bilir misiniz? Gökyüzünü istedik bir anda gökyüzü kayboldu. Sarsıldık, yine yılmadık, yine sarsıldık, zaten yılamayız da. Sarsıldığımızda sıcak bir gülüş aradık. Kimse yoktu, olmasını istedik. Bu ne zordur bilir misiniz? Gökyüzünü beklemeyi bıraktık, istemeyi, düşlemeyi, beklemeyi… Her şeyi. Çünkü bizim adımıza birileri düşlüyor, gözlüyor, bekliyor, istiyor… Bununla yetindik. Arada birkaç iyi insanı bulduk, belki de aramayı unuttuğunuzdan birilerini kaçırdık. Biz bu yorgunlukla yaşarken hüzünlendik, üzüldük, dualarla ayakta kaldık. Tek dostumuz, tek çaremiz Allah’a sığındık. Bu sefer bulduk. Yıkılmayı durdurduk, düşlerimize geri döndük. Aral Gazel adına annesi olarak yazdık. Aral kim derseniz; Allah’ın bize en güzel emanetlerinden… Tıpkı; Samet, Güz, Furkan, Tolga, Ecem, Ceyda, Ahmet, Ali, Ayşe… Sedat, Hasan, Asiye, Fatma, Harun, Mesut, Ayça, Tuğba, Hüsna, Metin, Kader, İrem, Sevda, Mahmut, Beril, Güliz, Betül, Hande, Yasemin, Selim,………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………Gürbüz, Hale, Yalçın, Damla, Büşra, Kemal, ……………………………………………………………..Çoşkun, Hüseyin,………………. Şeyma…………………………………………………………………… Reyhan Gazel

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...