29 Haziran 2008 Pazar

Bir "Bilge" ye Geçikmiş Mektup







"Benim dilim, çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı… "

“Dile getirmekte güçlük çektiğim, dile getiremediğim bir hüzün var bu seste…Hem tatlı,hem… Nasıl söylemeli ? Sanki çok görmüş geçirmiş…Acıları da sevinçleri de bilmiş…Dünya kadar eski bir… bir… bir bilgeliğin sesi bu… Evin arkasından, dereciğin oradaki ağaçlardan gelir. Her şeyi unutturur bana birkaç dakika… Güzel bir şey bırakır içimde sustuğunda, ya da, belki, ben uykuya daldığımda… "

“Gece nerede, hangi anda başlar? Buna hangimiz karar verebildi? Gecenin geleceği, geldiği, indiği, sardığı, gömdüğü, hep birer benzetim olarak söylenebilir; gecenin üzerimize kapanmakta olduğunu, bizi ezeceğini hepimiz gördük. Hangimiz, kaçınılmaz olduğu bilinen şeyler karşısında bile, kendini biraz daha aldatmaktan, bu kaçınılmazdan kaçılabileceği, belki de bu korkulanın başa hiç gelmeyeceği umuduna- bütün boşluğunu bilerek-kapılmak çocukluğunu göstermekten utanç duydu? Hiçbirimiz, dense yeridir sanırım.” (Bilge Karasu)


Bir "Bilge" ye Geçikmiş Mektup


Yıllarca direndim öldüğünü kabul etmeyerek, aklıma geldiğinde hep için için ağladım. Ama nedendir bilinmez artık sayfaların tekrar, anıların silik… Bir insanın ölümü meğer ne zormuş? Gittin gideli hep aklımdasın aslında üzülme … Ama hep bekledim beni arayacağın çağıracağın anı. Hep zor anlarımda aklıma geldin kızdım sana. Kabul ettim artık hocam sen gerçekten ölmüşün. Mezarını öğrenmenin zamanı gelmiş demek ki. Yıllar, yıllar sonra. Karşıyaka mıydı?

Benimle son konuşmanda kızgındın, sesin zor çıkıyordu ama kızgınlığın çok… Ne yapıyorsun dediğinde deyiverdim hemen köy öğretmeni oldum diye “Herkes hak ettiği yaşamı yaşar ne yaparsan yap bu kural değişmiyor. Yolun yine de açık olsun ama beni 4 yıl neden uğraştırdın o kadar gerek var mıydı?

“Vardı hocam vardı…"

Köyde de çok şey öğrendim. Aldığım eğitimin tadı hep sardı eğitim verdiğim tüm çocukları. Ama yarım kaldı her şey. Sen bana kızarsın da ben sana kızamaz mıyım? Biraz daha yaşasaydın ya hocam. Ne vardı göçüp gidecek? Bıraktın beni sevgiyi bilmeyen insanların yanına. Galiba ben de senin gibi kedilerle yaşayacağım. Hep sadık kalmasın ama sevdim mi tam sevsin diye… Gerektiğinde tırmalasın diye… Yaşamın hep güzelliklerini gösterdin, öğrettin, yine sevelim insanları derdin hep. Seviyorum herkesi ama yaşam o kadar kolay değilmiş ki! Bunu anlatamadın bana. Yetmedi zamanın belki de. Zor ama ayaktayım okuduklarımla, gördüklerimle, yüreğimle… İnsanım her şeyden önce gerçek bir insan. Zafiyetlerimi göstermekten çekinmeyecek kadar gerçek insan.

Oku dedin hep oku, okumanın zararı olmaz. Önceleri sen aramayınca hep okudum hep… Ama mutsuz oldum okudukça. Olmadı yaşama tam karşılık gelmedi yazanlar. Akademik çalışmaların boş olduğunu da iyiden iyiye anladım. Oku ama o kadar oku… Sonra, sonrası yok…Yazdım o dakka. Yazayım ki belki yaşama kavuşurum diye. O da olmadı hep yazdım , yazdım… Kitap yazdım olmadı, makale yazdım olmadı, senin hep istediğin gibi röportaj bile yapıp yazdım, yine olmadı… Eksikti bir şeyler. Basın da olmadı bu arada. Yetmedi. Seni düşündüm ama konuşamayınca senin yazdıklarını okudum, yine boşluk. Tüketmek derdin ya hep. Tüketene kadar oku… İnan tükettiğimi hissedince bile olmadı. Boşluk, hiçlik… Belki de senden farkım şuydu; hep yaşamda karşılığını aramak yazılanların, yazdıklarımın. İşte o zaman anladım, boşluğun kaynağını. Bu sefer rota değiştirdim yaşamın içine girdim, bırakıp yazı yazmayı, okumayı…

İşte en çok o zaman üzüldüm be hocam. Yıllar boşa geçmiş meğer. Görmek gerekiyormuş yaşamı, kafayı kaldırıp. Yaşamın içine iyice de girdim o aralar. O kadar ki çocuk bile doğurdum. Gülme vallahi doğurdum. Evleneceğime bile ihtimal vermiyordun ben bir insanı var ettim. Adını bilge koymayı çok istedim ama koyamadım, dilim elim varmadı. Seni hatırlamak istemedim onda. Aral oldu adı. Cengiz Aytmatov’ dan aldım adını. İyi de oldu adı gerçek bir aral hikayesi yaratıldı adıyla sanıyla. Sonra, sonrası çok acı toplumda toplumu görmek… Meğer ne tatsız bir yaşamdaymışız. O dakka keşke hep okumaya devam etseydim de topluma karışmasaydım dedim hep içimden. Oldu bir kere.

Hatta hocam şaşırmayın ama toplumla mücadele bile ettim, halen de ediyorum. Ne olur gülmeyin bu sana uygun değil demeyin. Bir sivil toplum kuruluşunun kurucularından oldum. Temsilcisi oldum sıkıntısı olan insanların. Yaşam neler gösteriyor gördünüz mü? Sen yıllarca oku yaz… Sonra toplumla kavga etmeye başla birden. O da yetmeyince kavgam büyüdü. Öyle bir kavga ki senin kızacağın işler yaptım. Bürokrasiye girdim. Şaşkın şaşkın baktığını görür gibiyim.

Sen yanımda kalsaydın durum elbet başka olurdu. Hala senin evinde kedinden kaçarak çalışıyor olurduk. Evlenip çocuk da doğurmazdım. Okurduk sadece, yazardık ancak. Dünyayı tanımlardık senle. Kendi kendimize. Sen bana anneni anlatırdın kimseye anlatma dercesine kısık sesle. Annenin senin için tadını anlatırdın, seni onun yerine koydum söylemleriyle’

Ben sana gülerek sorardım:

“Hocam neden ben?“

Hep dediğin gibi…

”Çok küçüksün de ondan”

“Her küçük olan senin için bu kadar özel mi?"

“Hayır sen özelsin, kimsede olmayan sende var, yüreğin var tertemiz, katıksız...”

Gülerdim sana kibar kibar.

“Sağolun hocam…“

Bu böyle sürer giderdi. Ama o zaman gerçekten küçüktüm daha 18.

Şimdi büyüdüm yine aynı şeyleri söyler miydin ki?

“Söylerdim“

Dediğini duyar gibiyim

“Sen benim gözümde hiç büyümeyeceksin… “

Bugün biraz daha farklı düşünüyorum her şeyi. Kaçıştı aslında senin hep okuman, yazman. Her okur yazarda olduğu gibi. Yaşamdan kaçış.

"Nereye kadar hocam?"

Yaşamı okumak iyi elbette ama yaşamın kendisini kendinde okumak…

Yaşarken okumak…

En iyiyi bulmak için yaşamın içine girmek…

Girdikçe tüketemediğini görmek…

Bitmeyen senfoniyi anlık durumlarda durdurabilmek…

Yaşamın içindeki aksaklıkları çözmek için mücadele etmek…

Bunlar senin bende eksik bıraktıklarındı. Bunu gördüğümde öldüğünü anladım aslında. Bana verdiklerinle ayakta kalamayacağımı anladım. Yaşama teslim oldum ama yaşamın içinde kendimden, varlığımdan ödün vermeyerek. Bana öğrettiklerini yaşamın içine geçirerek… Bunu da kendim yaptım inan. Kimseler yoktu bana yeten, olmayacak da… Çünkü her insan yalnızdır, doğduğunda da öldüğünde de…


“En azından, okurlarım olabileceğine inanmak istiyordum. Oysa şu anda biliyorum ki, benim dışımda bu yazdıklarımı okuyacak, okuyabilecek tek kişi var. Bu kişi defterimi yok etmeyebilir de. Karar vermek bana düşüyor. Şu birkaç defterimi yırtıp yakmak, külünü yemek mi, bitirip her şeyi ona da okuttuktan sonra yok etmek mi, yoksa, ona bırakmak mı gerekir? “ (Gece / Bilge Karasu)


Yine de katıksız, kimselerin anlayamadığı bir sevgiyi yaşattın bana. Bir daha hiç kimsede yaşayamayacağımı da yaşamın içinde görmemi sağladın. Sağolasın tüm emeklerin için…

Mezar taşında yazdığı gibi: Sazanderelinin Ruhuna Fatiha

Reyhan Gazel

Biz de Varız!







Akıllardan önce yüreklerin konuştuğu anlarda, gözlerimizden inceden bir yaş akar. Bu inceden yaş, akılların tümünün anlayamayacağı derinlikte süzülürken, dilimiz hareket etmez olur. Dil görevini inceden akan yaşa bıraktığından, o anı anlayabilmek / anlatabilmek için ne dillerimiz ne de aklımız yetmez olur.


Engelli bir çocuk karşısında tüm insanlar bu durumdayken, engelli çocuklarımızın “biz de varız” diye hala haykırmasını nasıl açıklarız?


Bu kez uzun yıllardır cevaplanamayan, cevaplanmaya çalışılsa bile benim anlayamadığım bir durumun analiziyle karşınızdayım. Bu analiz çok da zor olmayacak, hemen her gün yaşadığımdan…


Engellilik, istenmeyen bir durum olarak aniden yaşantıya girdiğinden bu durumu yaşayan herkesin şok yaşadığını algılayabilmek gerekir. Bu şok durumu aylarca da sürebilir, yıllarca da… Şoktan çıkabilmeyi başaranlar, yeni duruma ilişkin uygun yaşantıyı en iyi şekilde yaşamaya çalışır. Bu zor bir süreçtir. Bu süreci zorlaştıran ise engellinin engeli değil, yaşanan toplumsal sıkıntılardır.


“Akıllardan önce yüreklerin konuştuğu anlarda gözlerinden inceden yaş akanlar” yaşatırlar bu sıkıntıyı. Böyle durumlarda engelliler “ keşke gözlerden yaş süzüleceğine dillerden çözüm dökülse” diye söylenmeden edemezler. Ağlayanların engelliye bir hayrı olmadığını anladıklarından…


Engelliye hizmeti hayır amaçlı düşünen, bir gülümsemeyi bile gece rahat uyuyabilmek için yapanlar, gerçekten hayır işlemek istiyorlarsa biraz da akıllarıyla iş yapsalardı onca engelli ve ailesi bu kadar sıkıntı yaşar mıydı? “Biz de varız” haykırışı, gözlerden süzülen yaşlarla sonuç alınamayacağını bilen bir haykırıştır.


Duygunun engeli olmaz. Duygu her insanda aynı etkiyi bırakır. İstenmemek, hor görülmek, sürekli acınmak her engellinin ve ailesinin yaşadığı toplumsal sıkıntıların temel kaynağıdır. Oysa ki, toplumlar tek tip insandan değil, farklıkların bir arada yaşayabilmesinden oluşmaz mı? Ayrışmak, yok sayılmak hiçbir insana yaşatılmamalıdır.


Ötekiler deyip bir kenarda kendi kaderleriyle baş başa bıraktığımız engellilerin, bırakılan kenarda neler yaşadığını düşünmemek öncelikle “ insan” olmaya ihanettir. Evde konuşacak kimsesi olmadığı için ağlayan yavrularımla konuştuğumda, yaşanan ihaneti daha net görmek, yine de onlar için sevgi beklemek çok mu anlamsız?


Dışarıda “ötekileştirilmiş” gençlerin içinde bulunduğu sıkıntılı ruhsal durumları her an gördüğümden, yürekten üzülürüm. Yalnızlıklarını bile yaşamın kendisi diye düşünen gencecik bedenleri… Bir insan merhabasında kabaran yüreklerini yanlarında görmenin, o an aldıkları hazzı onlarla yaşayabilmenin bir sonraki adımını bildiğimden, içim daha büyük acı duyar. Vazife galibi olarak hayır yapmanın sonucunda rahat rahat evlerine dönenleri gördüğümden... Ne vazifesi? Yaşam bu kadar mı basit, tek düze? Hep aynı insanlarla…

Tekrar söylüyorum:

“BİZ DE VARIZ“

27 Haziran 2008 Cuma

Sazandereli Hocam





Akşam olmuş ya da olmamış, olan akşam olmuş da ne olmuş? Kime ne? Güz güllerini göremeyene akşam, sabah, gece, gündüz de ne?

Güzün ortasında açan güllerin güzelliğini görememiş, yaz başı gülleri görmüş kaç yazar? Her kim görmüşse artık.

Kanıtlanamayacak kadar ciddi olan yaşam sezilerini, derinlerde bırakan gözleri görmeyeni kim neyler? Kim neyler de neylemesine, neyleyen nerede eyler?

Bir küçük kuş misali oradan oraya, dallara, çiçeklere, böceklere konan yürekler eylerse mutlaka iyi eyler. Bilene… Sıradan, sakince, yalın…

Çiçekleri yaşamın içine yerleştiremeyen gözler, görse ne olur görmese ne olur? Görebilene…

Var olanı var olmayanla ayıran seziler bilinse, bilinmese, sazandereye gidilse, gidilmese…Giden naptı ki, bilmeyene…

Öylesine, oracıkta… Küçük aralıkta, yaşamdan kopuk…

Sazandere neresi ki, bilene… Boşluk mu, doluluk mu, anlayana… Devam mı tamam mı dercesine yaşama, küçük, inceden bir çalım atar gibi.

Güzün açan güllerin güzelliği, kardelen misali yürekleri yerinden oynatırken, sazanderede ne işin var be hocam. Gidecek yer mi kalmadı? Dereler çağlarken gerçeğin ta orta yerinde üstelik.

Yine de olsun. Git gidebildiğin kadar, nasılsa herkes orada. Orada da olacak. Hep olduğu gibi. Senin dediğin gibi herkes sazandereye bir gün gidecek. Er ya da geç.

Mezar taşında yazdığı gibi sazanderelinin ruhuna Fatiha…

Bize de Ankara’dan sazandereye selam iletmek düşüyor. Buraların puslu havasında neler yok ki ama kime ne? Sazanderedekilere ne?

Hava nasıl oralarda bari onu deyiver mi desem? Demeden başka bir yazıya mı geçsem?

Bilge Karasu Hocamın ruhuna bir Fatiha da bizden olsun…

Reyhan Gazel

Bir Lider Aranıyor!







Bir millet, kendisine rehberlik eden, kılavuzluk yapan insana inanmakla ya büyük mutluluklara kucak açar ya da büyük acılara…

Tarih, bir çağı bitirip yenisini açan ya da başına kurşun sıkarak ‘milletini’ terk eden lider hikayeleri ile doludur.

Hastanede, postanede, çarşıda, iş yerinde... İnsanların bir arada olduğu her yerde, herhangi bir hareket karşısında, hareketi yönlendirici, bir araya getirici, hedefi 12 den vurucu bir kişidir; lider.

Bir liderin ortaya çıkışı epeyce zaman alır. Bu zaman sabrı da beraberinden getirir. Toplum içinde fark edilebilme, fark edildikten sonra toplulukları yönlendirebilme, toplulukları yönlendirirken, toplumsal hassasiyetleri göz önünde tutarak eylemde bulunabilme yani, toplumun gerçek nabzını elinde tutabilme sıradan bir liderin özellikleridir.

Tüm bu özellikler zamansız ve plansız gerçekleştirilirse erken bir yenilginin de kapıları açar. Bu nedenledir ki, sıradan olmayan lider, liderlik etme arzusu içinde olduğu topluluğa zamanını doğru ayarladığı eylemleri yaptırırsa, yaparsa bir daha sırtı yere gelmez. En azından arkasındakiler sırtını yere getirtmez.

Lider, yönettiği topluluğun amaçsız gezinmesine asla izin vermez. Çünkü böyle bir toplulukta içe dönük mücadelenin başlayacağını çok iyi bilir. İçe dönük mücadelenin sonunun hayırlı olmayacağını da. Bu nedenle lider, yönettiği topluluğa hedef ile birlikte moral de verir.

Avrupa Hun Devleti Hükümdarı Attila bir liderde bulunması gerekenleri; bağlılık, cesaret, arzu, duygusal güç, fiziksel güç, sezgi, kararlılık, tahmin, zamanlama, rekabetçilik, özgüven, sorumluluk, inanırlılık, ısrarcılık, güvenilirlik olarak sıralamıştır. Farabi ise, sağlıklı, uyanık ve zeki, iyi hatip, ikna edici, eğitime düşkün, cesur, cömert, ileri görüşlü, adaletli… olarak sıralamıştır.

Bir çok kişi tarih boyunca lider ve özellikleri sıralamışken, günümüzde durum biraz farklıdır. Liderin tanımı, liderin algılanışı, liderin durumu… En çok sesini çıkaranın lider algılandığı bir dönemden geçerken, çevresindeki üç kişiyle kendisini lider düşünenden ne kendisine ne ülkeye… Gelmez gelmesine de bunu bilenlerin de sözü geçmez.

Arkasına bir şekilde birilerini alanın lider olduğu bir ortamda bizlere de Osman Gazi’nin oğluna vasiyeti kalır:

“ Nerede bir ilim ehlini duyarsan, ona rağbet ve istikbal göster. Yumuşak davran, alemi adaletinle şenlendir. Memleket işlerini noksansız gör.”

15 Haziran 2008 Pazar

Siyaset Kültüründe Uzlaşma







Siyaset kültürünün gelişmesinin gerekliliğinin vakti geldi de geçiyor bile. Bu gereklilik ne yazık ki bir proje olmaktan öte gidemezken, uygulanabilirliğinin ötesinde istenilirliği bile tartışılıyor.

Siyaset, devlet işleriyle ilgili düzenlemeleri yapabilmek için, herkesle etkileşimde bulunabilmeyi gerektirir. Bu nedenledir ki siyaset, “uzlaşma” kültürünü de içermek durumundadır. Sorun da tam bu noktadan çıkıyor: “Uzlaşıyorum, uzlaşıyorsun, uzlaşıyoruz… Üstelik kendi bildiğim gibi” Birileri “uzlaşma” yı kendi bildiği gibi yapa dursun, hali hazırdaki siyaset kültüründe, bilinen uzlaşma tarzlarının devlet işlerindeki düzenlemelere olumsuz katkısını hep birlikte görüyoruz.

Ülkemizin her yanında “uzlaşma” kavramı etrafında kenetlenmeye çalışanlar, uzlaşmada bulunacak olan tarafların durumunun, kendi iradeleriyle değil, karşı gücün etkisiyle şekillenebileceğini düşünmüyorlar. Çünkü, uzlaşmayı kendi bildikleri gibi gerçekleştirmek istiyorlar. Bu durumda da beklenmedik anlarda bir tarafın “uzlaşmayı” bozabileceği riskini yüreklerinde taşıyorlar. Her an kendileri de “uzlaşmayı” bozabileceğinden… Bu böyle gidiyor.

Oysa ki, “uzlaşma” yapmak isteyenler öncelikle, karşı tarafın kendileriyle eşit sayılabilecek bir güce erişmesine olanak sağlayarak, açılımları birlikte gerçekleştirebilme gücü verecek düzenin kurulmasına yönelik yol alınmasına katkı yapabilir. Bu yol da, devlet işleriyle ilgili düzenlemeleri yapabilmeyi hem kolaylaştırır hem de azami yarardan dolayı iyi, üretken vatandaş olmaya ilişkin motivasyonu getirir.

Siyaset kültürünün gelişmesinde “uzlaşma” nın önemini bu kadar açıkken, gerçekleştirebilmenin ilk şartı olarak ”çatışma” kültürünün siyasetten uzaklaştırılması gerekliliği ortadadır. Birbirleriyle “çatışma” değil, “uzlaşma” içinde olması gereken tüm siyasi anlayışların yüzleri bireysel beklentilerinden çok ülkemizin yeni dünya dengesi içindeki rolünü genişletmesi ve korunmasına çevrilse daha az kaygılı günleri beraber kucaklama isteğimiz gerçekleşecektir.

Aksi halde, gerçekleşemeyen “uzlaşma” kendisini “çatışma” nın tetikleyicisi rolünde bulabilir. Bu da zaten inceden hezeyan içinde olan herkesi kontrol edilemeyen büyük hezeyanlara yönlendirebilir.

Yeni Partiler Geliyor!







Fıtratı gereği insan gücü sever. İnsanın sevdiği, istediği güce ulaşabilmesi ise 2 seçenekten geçer: Ya güçlü gördüğü yapının/ kişinin/ kişilerin yanında yer alacak ya da kendisini güç haline getirmek için uzun yıllar çabalayacak.

Güç haline gelmek için uzun yılları olmayan, sabır gösteremeyen, gerek görmeyenler çoğunlukla bir güce adeta yapışır, onu kimse yapıştığı güçten ayıramaz.

Siyasi partiler büyük güce talip olanlardan, büyük gücü isteyenlerden kurulur. Partilerde bir araya gelenler, kendi güçlerini birleştirip toplu halde ülkeyi yönetmek için büyük bir gücün talipleridir. Bir topluluk birkaç nedenle birbirlerine bağlıdır. Kolay kolay ayrılamayan bağlılık nedenleri her siyasi parti için başkadır.

Yönetme arzusu güçlü olma sevgisinden kaynaklanır. Çünkü yöneten her zaman güçlüdür, karar alabilir, istedikleri yaptırabilir. Bu durum insanı cezp eder. Gücü eline alan ise, kaptırmamak için daha güçlü kalabilmenin yollarını arar durur. Yönetim elinden giderse gücün de gideceğini bildiğinden bunu yapması doğaldır.

Son birkaç aydır Türkiye gündemi büyük güç savaşlarına sahne oluyor. Büyük sahnede bulunmayanların, geçmişte bulunup kendi küçük sahnesinde yaptığı çekimlerden doğal olarak mutlu olmayanların, gücü ele geçirme çabaları gün yüzü gibi ortada. Bu çaba en doğal şekliyle yeni parti oluşumları olarak karşımıza çıkıyor. Denenmemiş, tanınmayanlar bir tarafa, eskiden güçlü olanların tekrar yeni parti oluşumu içinde olmaları pek anlaşılır değil. Herkes güç elindeyken ne yapabiliyorsa zaten yapmıştır diye düşündüğümden…

Her gün gazetelerin özellikle birince sayfalarında yeni oluşumlardan en az bir haber bulmak mümkün. Neredeyse milletçe her gün bir parti kuruyoruz. Haftada eder yedi parti. Daha ne olsun…

‘Kurt puslu havayı sever’ sözü bugünün siyaset anlayışını ne kadar güzel özetliyor. Hava puslu, kurtlar birer birer çıkıyor. Ortalıkta pus olmasa bile yaratılıyor. Kurt olan çok olunca pus da daha artıyor. Pus arttıkça kurtlar çoğalıyor. Kısır döngü gibi, herkes güç olma yarışında bir adım öne geçme derdinde. Öne geçeni arkadaki hemen mindere indiriyor, onu da bir önündeki indiriyor. Bu böyle gidiyor. Eski kurtlar daha deneyimli olduklarından bunu daha kolay yapıyor. Raconu bilmek önemli tabii.

Ortalık lider isimlerinden geçilmiyor. Neredeyse sokaklar lider kaynıyor. Elini çarpsan misali. ‘Bu işin bu kadar kolay olduğunu bilseydim…’ diye içinden geçirenlerin sayısı da oldukça fazla. Lideri bulursak gerisi kolay mantığıyla herkes güç olma yarışında hızla ilerliyor.

Yanına üç kişiyi alan siyasi parti kurmaya çalışıyor. Hemen en çok konuşan da lider sıfatıyla öne geçiyor. Parti kurmak isteyen diğer üç kişi bu durumu hemen fark edip karşı manevralar alıyor… Bu böyle gidiyor. Biz de sade vatandaş olarak lider olmak için üç kişi bulamamanın hüznü ile çırpınıp duruyoruz. Hey Allahım ne günlere kaldık!

Büyük Oyunun Neresindeyiz?







Düz yolda yürüyebilmek kolaydır. Engebeli, dağlık, taşlık, bataklık… yollarda yürüyebilmek ise biraz siyaset bilgisi gerektirir.

Bu nedenledir ki, puslu gündemlerde, her an sıcak haberin geldiği dönemlerde siyaset keyiflidir. Kimin neyi ne kadar öngörebildiğini, kimin sağlam kalabildiğini, kimin fırtına öncesinde de fırtınayı sezip tedbir alabildiğini…

Birkaç aydır sade vatandaşlar olarak heyecanla takipteyiz. Her an yeni bir gündemi öğrenebilmemizin, öğrendiğimiz gündemi eski gündemlerle değerlendirebilmemizin bizlerdeki akıl fırtınası beynimizi bir an bile rahat bırakmıyor. Bu öyle heyecanlı bir süreç ki, metroda, hastanede, postanede… her yerde insanlar -tanıdık/tanımadık- iletişim kurarak dalga dalga bilgi yayıyor. Küçücük çocuklar bile gündemdeki yerlerini bir birey olarak alarak akıl yürütmeleriyle katkı yapıyorlar.

Dinlediğimizde herkes haklı. Haksız kimse kalmamış! Kapatan haklı, kapatılmasını isteyen haklı, kapatmaya karşı olan haklı, kapatılmasını istemeyen haklı… Öylesine hararetli tartışılıyor ki, herkes sonuna kadar haklılığını anlatıyor. Oysa ki büyük oyuna giden yollar küçük gündemlerin birlikte düşünülmesiyle ortaya çıkıyor. Küçük gündemler çocuklar arasında bile hararetli tartışılırken, büyük oyunun neresinde olduğunu düşünene de pek rastlanmıyor.

Siyaset zor iştir. Ağzı laf yapanlara göre düşünülse de, beyni öngörenlere daha çok iş düştüğünü görebilmek gerekir. Yıllar öncesini bilmek, yıllar sonrasında gündeme gelebilecek büyük oyunun/oyunların gidişatını sezebilmek, müdahil olabilmek herkesin yapabileceği bir iş değildir. Olsaydı çok konuşan herkes bu işi yapabilir, yıllarca ayakta kalabilirdi.

Genellikle “ben demiştim” ile yürüyen siyasi anlayışımız, ileriyi en net görebilen donanımlı insanların katkısıyla gelişebilir. Günlük dolgularla, pansuman gündemlerle yürüyen bir siyaset ne ülkemize ne de büyük oyunu/oyunları sezebilenlere katkı yapamaz. “ben demiştim” diyenlerin değil, büyük oyunu önceden görebilenlerin düşünsel müdahaleleriyle daha kalıcı ülke politikaları sayesinde büyük oyundaki rolümüzü genişletebileceğimiz açıktır.

Gündemin haberlerini birbirinden bağımsız olarak düşünen insanların, siyasetçilerin sadece konuşarak ülkemize katkı yapamayacağını söylemeye gerek yoktur sanırım. Son tahlilde, konuşarak değil, üreterek, ülkemizin gerçek gündemlerini görerek hareket eden insanlara her meslekte ihtiyaç artıyor. Çocukların siyaset sohbetleri ile çocukluklarını yaşayamamaları ise daha vahim bir tablo oluşturuyor. Yazık…

13 Haziran 2008 Cuma

Talihsiz Yavru









Henüz 15 yaşındaki ilköğretim öğrencisi Celal Taşdemir'in okul kapısındaki ölümü Osmangazi'yi yasa boğdu. Ailevi sorunları nedeniyle psikolojik sorunlar yaşayan buna rağmen hayata tutunmaya çalışan Taşdemir'in insanı kahreden yaşam hikayesi ise o öldükten sonra ortaya çıktı...

Celal Taşdemir...

O henüz 15 yaşındaydı...

Çene yapısındaki sağlık sorunu nedeniyle yıllarca konuşamadı. Bu nedenle psikolojik bunalıma dahi girdi.

Buna rağmen azmetti ve okulun en başarılı öğrencileri arasına girdi.

Karnesini almak için gittiği okulun kapısından girmek üzereydi ki ölümün soğuk nefesini bedeninde hissetti. Kafasını çarpttığı beton zeminden bir daha kalkamadı.

Okul yönetimi ailesine çocuklarının ölüm haberini vermek istedi; ancak ne annesine ne de babasına bir türlü ulaşılamadı.

Çünkü o, çok sevdiği annesini geçirdiği bir kalp krizi sonrası kaybettiği kimseye söyleyememişti...

Evde kendisine bakabilecek birinin bulunmadığını da...

Taşdemir'den geriye kalan ise sağlık sorunlarıyla boğuşan bir baba, kendisi gibi konuşamayan bir kardeş ve pekiyilerle dolu bir karne oldu.

3 Haziran 2008 Salı

Otistik Bir Melek Düştü

















Küçücük bir çocuk Abdullah...Aslında 11 yaşın içinde ama küçücük bedeni
en fazla 7-8 gibi duruyor. Hiç konuşmuyor, ince yüzünü en sevimli
yapan öndeki tavşan dişleri ve yüzünden eksik olmayan tebessüm...


Abdullah otistik. Kendi evi ve eğitim aldığı okulundan oluşan
küçük dünyasında neler yaşadı bilinmez. Okuldan fırsatını yakaladı mı kaçma
eğilimlerinin nedeni aslında öylesine masum ki: Evine gitmek. Evden
fırsat yakalayıp da kaçma nedeni aynı derecede masum: Okuluna gelmek.
Bu bir oyun onun için.


4 gün önce evin önünde babasıyla oynarken bir saniyede gözden
kayboldu Abdullah. Haftasonuydu ve akşam 9 civarıydı saat. Babası onu
saatlerce aradı, bildiği yollardan giderek izini sürdü, okuluna gitmek
isteyeceğini de düşündü okulun önüne kadar baktı. Karakollara
bildirdi sonunda.


Tam eve yeni dönmüştü ki karakoldan aradılar, verdiğiniz eşgale
uygun bir çocuk bulundu. Göztepe köprüsünde araba çarpmış, kolu
kırılmış hastanede dendi. Oğlunun bir kol kırığıyla da olsa bulunduğuna
sevinen baba soluğu hastanede aldı. Oysa gittiğinde çok geçti...


Abdullah evden bir anlık boşluk yakalayıp kaçtığında aklında
okuluna gitmek vardı. Onca yolları, sokakları nasıl aşıp Göztepe
köprüsüne kadar geldin, korkmadın mı, yorulmadın mı Abdullah. Tehlikeleri
bilemezdin, yollarda insanlığın can verdiğini de bilemezdin.


Göztepe köprüsüne bağlanan yan yolda çarptılar Abdullah'a ve
bırakıp kaçtılar. Uyluk kemiği kırılmıştı, kafasını çarpmıştı ve
küçücük bedeninin üzerinden geçen lastiklerin izi duruyordu. Tam iki saat
yolda kalmıştı, çarpan yaratık kaçmıştı ama o yoldan iki saat
boyunca geçen diğer arabalar da mı görmemişti? Tam olayın olduğu yerde
mobese kamerası çekmişti bütün olanları. 2 saat küçük bedeni yolda
bir kurtarıcı beklemişti ve sonunda ambulans gelip hastaneye
götürmüştü. Hastanede 20 dakika sonra can verdi Abdullah. Ölüm nedeni iç kanama
ve beyin kanamasıydı.


Bağırdın mı Abdullah, korktun mu? Ölürken bile yüzünde
gülücük vardı diyor baban, bunu da oyunun bir parçası mı sandın da güldün
küçüğüm... Hemen hastaneye yetiştirilseydin bugün belki de yaşıyor olacaktın.


Nefesim daralıyor, insanlığımdan utanıyorum ve senden bütün
hayat adına af diliyorum Abdullah. O masum ve sevimli tavşancık yüzün
gözümün önünden gitmiyor. Sana adil davranmadı hayat, şimdi
ışıklar içinde uyu meleğim...

Elmira ELGEZDİ

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...