8 Kasım 2009 Pazar

Yürekteki Sevgi

Koca koca konaklarda yaşamış, sevgiden, yürekten bir haber olmuş, yüreğin sevgisiz solacağını bile düşünmemiş olanlar, olduğunu düşündüklerimiz, göklerde uçuşan sinekler kadar yaşama giremediniz yine. En azından birilerinin yüreğine konamadınız yeni. Konamayan yüreklerle yaşamaya çalışırken, bilemediniz gerçeği. Nasıl bileceksiniz ki?

Bir otun bile yürekten akan sevgi seliyle alınmasının yaşamdaki karşılığını bilemediniz. Sevgiyi sadece karşı cinste bulduğunuzdan, ya da bulduğunuzu sandığınızdan. Oysa ki, yürekler o kadar geniş ki, sevginin tüm ışıltısı yerli yerinde orada oturuyor. Hiç ayrılmadılar ki. Nasıl ayrılsınlar zaten. Sevgisiz yürek, yüreksiz sevgi olur mu? Sevgi sadece bir kadında ya da adamda olur mu? Olursa ne olur? Söyleyeyim mi? Bence sonuna kadar okuyun. Kendiniz daha iyi bulun, bulduğunuzu yüreğinize yazın.

Tüm yüreklerden uzak yaşayanlar bile yüreklerinde yer edinen sevginin kıymetini bilerek beslerken, sevgiyi sadece başka yüreklerde arayanlar hep olmuştur. Bu şekilde mutsuz yaşamlar hep görülmüştür. Mutsuz yaşamlar sulaşıcı bir hastalık gibi her yana yayılırken, mutsuzluk da yayılmıştır. Üstelik bulaşıcı hastalığın hızından daha hızlı.

Bir ortamda bulunan sevgisiz bir yürek bir anda sevgisiz birkaç yürek, sonra da sevgisiz çok yürek olduğundan, mercek altına alındıklarında tek yürek olmadıklarını görürüz. Tek yürek kalamadıklarını da. Hep bir başkası da olacak kendi yüreklerinin yanında. Olmazsa kıyamet kopar sanki. Kopmaz aslında, ama…

Hep kendisi gibi bilen, düşünen yüreklerin içindeki sevginin peşinde olanlara sitemim yazdırtıyor bunları. Oysa ki, yürekteki sevgi her şeye, herkese verilirse gelişir. Geliştikçe mutluluk saçar, bulaşıcı hastalıktan daha büyük bir hızla üstelik. Her ortama, her yüreğe, her yapılan işe…

Böyle yaşayan yürekler, içindeki sevgi kıpırtısı ile var olurken, olmaya çalışırken, her şeye aşık olabilirler. Her insana, her çiçeğe, her güzelliğe, her böceğe, her…

Her şeye aşık olanların içinde kimseye değişilmeyecek büyük bir sevgi vardır. Bir insandan öte… Yaşama sevgiyle bağlananlardır bu insanlar. Yürekten akanların, yürekten karşılığını bulduklarından daha bir şevkle yaşarlar. Bu öyle bir şevktir ki, hiç bitmeyen, bitemeyecek olan, her şeye rağmen… Gözlerinin önünü görebildiklerinden, yaşamı daha iyi görürler. Ne de güzel görürler!

Bu güzel görüş, her yana dağılır, bir insana da dağılır, sevgiliye… Hem de daha iyi dağılır. Daha bilerek, daha düşünerek, yaşamı daha iyi kavrayarak… Böyle sevgilerin kıymetini anlayabilmek yürek ister. Ama bu yürek, sevgi içerikli bir yürek… Sevdiğinin yanında her an durmak isteyecek kadar darda olmayan bir yürek. Her şeyi sevdiğinden…

Reyhan Gazel

7 Ağustos 2009 Cuma

Gelincikler Solmasın

Sabahın ilk ışıklarıyla uyanan her yan, güzel bir çift göz karşısındaymış gibi umutla güne “selam” derken, hiç bitmemiş, bitemeyecek kadar sıcaklığı olan küçük bir gelincik ortada ama bir başına duraksıyordu. Bu duraksamanın yüzümüzde uyandırdığı geçici güzellik, kaba bir rüzgârın sessiz çığlığı ile yok olurken, insanın daha bir sevesi gelmesin mi? Sanki tüm yaşammış gibi ortada ama bir başına duran gelincik artık hiç gitmeyecek kadar dimdikti. Nereye gitsin ki?

Gidecek yeri olmayanlar iyi bilir. Ortada duraksamaktan başka hiçbir yerde ayakta kalamayacak olan gelincik, gitmek istese bile gittiği yerde yaşayamayacağını, ayakta ölmesini de hiç kimsenin göze alamayacağını iyi biliyordu. Gelincik ölmemeliydi.

Her yan koşturanlarla doluyken ölmemeyi bile kendisine iş edinebilecek kadar zorda olan gelincik için, dimdik durabilmenin zorluğu bir yana, kenardan onu süzenlerin iç geçirmesi de işe yaramıyordu. Bir gün birisi mutlaka kaba bir rüzgâra esir edecekti. Bekliyordu.

Solmaması gereken tüm güzelliklerde olduğu gibi gelincikte de durum hep aynı kaldı. Hep bir başına ama duraksayan duruşu, gözlerin önünden olmasa bile yüreklerin ötesinde hep durdu. Duracaktı da. Nasıl durmasın ki?

Gözlerin önünde olmasa bile, yüreklerin ötesinde kalan gelincik zorda dururken, gözünün önünden ayırmayanlar için bilinmezliklerle dolu sıcaklığın içtenliği hep, her yanı sardı. Nasıl sarmasın ki?

“Gelincikler solmasın! Solarsa yürekler de solar” dercesine akan gözyaşlarına inat, kimseler gelinciğin kaba rüzgâra karşı durabilmesini sağlayamadı. Her bir kaba rüzgâr, derinlerden akıttığı esintiyi gelinciğin tam yüreğine kondururken, düşünmeden estirdi gitti. Nasıl düşünsün ki?

Gelincikler yok oymaya yüz tutarken, serin gelen bir günün ortasında, her yan sıcak ama bir o kadar da kapsayıcı bütünlüğü ile kendinden emindi. Gelincik de kim?

Kim mi?

Gelincik yüreklerimizin içindeki sevgi... Belki de tüm yaşam, olmadı yaşamın orta yeri, yine olmadıysa daha ne diyelim?

Bir şey demeyelim. Ne denebilir ki?

Gelinciğin orta yerde kendinden emin ama sıcacık duruşunu sevgi olarak bilmeyenlere ne denebilir ki?

“Hiç.”

7 Temmuz 2009 Salı

Bizim Sokağın Sakinleri

“Bizim Sokak”, her sokaktan bir başkaydı. İnsanlar sokağın içine girdiklerinde her yer aynı yerinde duruyor gibi görünse de, durmazdı. Her an bir farklılaşma, bir yaşantı değişikliği, bir önceki günden farklı bir olay… Her sokak gibi. Her sokakta yaşananlar, burada da yaşanıyordu. Ama tek farkla; biz o sokağın sakinlerini iyi tanıyorduk.

Günlerden Pazartesi


Gün bir anda ağardığından, gece ne kadar erken gider. Hafta sonu tatili de, geç kalkmalar da, gün içinde sokakta gezmeler de… Gün, yeni bir haftanın, yeni bir başlangıcın sinyalini verse de, yürekler bir önceki günden kalma uyuşukluk halindeydi. Bu uyuşukluk gün ortasına kadar kolay geçmezdi. Günün ilk ışığıyla birlikte, biraz uyuşuk, biraz yorgun yine de umut dolu bir hafta başlıyordu.

Bu haftanın ilk sokak sakini Fatma, erkenden evinden dimdik çıkarken, Kısmet evine yeni dönüyordu. Kısmet uykulu gözlerle Fatma’yı selamlarken esneyerek “günaydın” diyebiliyordu ancak. Gerisi yoktu. Zaten hiç de olamadı. Her zaman Fatma evine girerken, Kısmet evinden çıkıyor ya da tersi oluyordu. Bu hiç değişmiyordu. “Günaydın” la başlayıp “iyi akşamlar” ile biten bir komşuluktu ikisinin komşuluğu. Yine de sıcacık ve yürekliydi. Kısmet evinin yolunu yorgun yorgun alırken, Selin annesinin kucağında bakkaldan ekmek alabilmek için gidiyordu. Yine mutlu mutlu gülerek Kısmet Teyzesine içten bir gülümseme fırlattı. Hep herkese yaptığı gibi.

Kısmet, evinden içeri girdiğinde artık oturacak hali kalmamıştı, hemen yattı. Hem de üzerini çıkaramadan. Sabaha kadar pavyonda şarkı söylediğinden sesi yorgun, bedeni yıpranmış, elleri içkiden titriyordu. Aslında banyoya girerek duş almayı istedi, ancak bedeninin yorgunluğuna yenik düşerek hemen uykuya daldı. Sokağın gürültüsünü bile duyamayacak kadar derin bir uykuya…

Ayşe oğlunun elinden sıkı sıkı tutarak, bir yerlere yetişme telaşındaydı. Hep yaptığı gibi… Yine yeni bir şeyin peşindeydi belli ki. Oğlu ise annesine sürekli bir şeyler soruyordu. Haftanın ilk günü demeden sabahın köründe yine sorularını sıralıyordu. Ayşe ise sakin ama koşar adımlarla oğluna laf yetiştirmeye çalışıyordu. Yavuz, arabasıyla haftalık toplantısı için hızlıca geçerken Ayşe’yi gördü:

“Günaydın Ayşe. Nasılsın?”
“Günaydın Yavuz. İyiyim. Bir iş görüşmem var da geç kaldık oğlumla gidiyoruz.”
“Gel bırakayım seni.”
“Yok sana ters olur. Biz gideriz. Sen işlerinden geri kalma.”
“İyi günler, görüşürüz.”

Halide, sabah kahvaltısı için taze ekmek derdindeydi. Bakkala ekmeğin gelip gelmediğini sorarak, ekmeğini kucaklaması ve hemen evine koşması bakkalı hüzünlendirmeye yetiyordu. Bakkal, Halide’nin bu halini her sabah gördüğünden alışmıştı ancak, Halide’nin kaybettiği eşi yakın arkadaşı olduğundan O’nu her gördüğünde hüzünlenirdi.

Halide hızlı adımlarla haftanın ilk gününün kahvaltısı hazırlama telaşındayken, gözü yine ölen eşinin resmine takıldı. Ağlarken bile yine de kahvaltıyı hep alıştığı saatte hazırlamaya devam ediyordu. O kahvaltı mutlaka aynı saatte hazırlanacaktı. Yoksa ölen eşinin ruhu sızlardı. Buna kendisini alıştırmıştı. Yonca, Halide’nin bu haliyle her sabah alay ederdi:

“Çatlak patlak yus yuvarlak. Karameli… Halide hey duyuyor musun? Kocam öldü kabul et artık. Kimse senden kahvaltı beklemiyor””
“Sen kendi işine bak, şımarık kız.”
“Ne şımarığı Teyzem, senin için diyorum. Gül azıcık ya. Seni bir gün güldüreceğim.”
“Sen işine git diyorum sana. Geç kalıyorsun yine”
“Bana bir şey demiyorlar ki. Yoksa seninle vakit harcar mıyım?”

Halide, hızla kahvaltı hazırlığına devam ediyordu bu konuşmadan sonra da. Haftanın ilk kahvaltısı hep önemliydi eşi için.

Mehmet biraz daha geç giderdi işine sokağın diğer sakinlerinden. Ancak her sabah mutlaka evinden çıkar biraz yürüyerek, bakkaldan gazetelerini, ekmeğini alırdı. Bu arada gördüğü herkese iyi niyetlerini, güzel sözlerini sıralardı. Bunu hiç ihmal etmediğinden sokakta çok sevilirdi.

“Okumuş adam yine de bak herkesle arkadaş. Kimseyi küçümsemiyor.”
“Evet. Çok iyi bir adam. Bir de evlense…”
“Evlenir elbet. Ülke sorunlarından fırsat bulursa”

Harun tek başına yürüyemediğinden her sabah bakkalın çırağı O’na ekmeğini, gazetesini evine kadar götürürdü. Bakkalın çırağı bu gidişten çok memnun olur, sabahları güzel bir sohbetle güne başlamış olurdu. Harun’un güzel konuşması çok mutlu ederdi. Kimse O’nun kadar kendisiyle ilgilenmiyordu. Bakkalın çırağı için öğrenecek o kadar çok şey vardı ki…

Nebahat, bu sokağın sakini olmamasına rağmen tanınırdı. Çünkü çalıştığı evde yıllardır tüm alışverişi kendisi yapardı. Erkenden işe başladığından, öğlene doğru evden çıkarak sokaktakilerle merhabalaşabilirdi. Bunu da severek yapardı. Herkes O’na sokağın sakini muamelesi yaptığından bundan kendisine ciddi pay çıkarırdı. Mutlu olurdu. Sakala girdiğinde, hemen bir iki evle ilgili dedikoduyu ihmal etmezdi.

“Bizim Yavuz Bey yine çok sinirli. Eşiyle kavgalı evden çıktı. Oğlunu odadan çıkaramıyorlar bir türlü. Canım çıkıyor vallahi.”
“Düzelir. Oğlan kötü durumda mutlaka düzelir. Üzerine gitmesinler çocuğun. O da unutur.”
“Yok düzelmiyor bir türlü. Her gün daha kötü durumu. İyice içine kapandı”
“Telaş etme sen kendi işine bak.”
“Zaten onun için dertliyim. İşime bakamıyorum. Evde sıkıntı büyük. Bana da kötü davranıyorlar.”
“Geçer bacım, geçer.”

Nebahat’in günlük dedikodusuyla seslenen ortalık öğlene doğru daha sesli hale gelmeye başlar.

Mehmet için artık işe gitme zamanı gelmiştir. Hafta sonu dinlendiğinden biraz uyuşuk ama yine de dimdik evinden çıkarak yürümeye başlar. Naci hastanede yatan çocuğu için birkaç parça eşya almanın derdinde koşturarak evine girerken Mehmet’le karşılaşırlar:
“Nasıl oldu çocuk?”
“Bilmiyoruz. Bekliyoruz hala.”
“Allah şifa versin, hadi sen işine bak, ben geç kaldım.yapabileceğim bir şey olursa…”
“Biliyorum sağolasın.”

Gaffar, çocukları için ekmek parasının derdinden sokaktakilerle pek iletişime girmezdi. Vakti de yetmezdi ancak eşi herkese görüşür, dertleşirdi:

“Gaffar geçen hafta çok kötüydü. Bu hafta iyi olsa bari. Adam çok yıpranıyor. Üzülüyorum ve korkuyorum. Ya O’na bir şey olursa?”
“Merak etme, sapasağlam adam. Ne olacak.”
“Aslında işi olduğu için şükür ediyorum. Ama yine de işte…”

Bakkal sokağın en önemli iletişim kaynağıydı. Herkes O’nunla bir iki kelam etmeden duramazdı. Çok sevildiğinden herkes her şeyini anlatırdı. Gaffar’ın eşi de haftanın ilk gününe böyle dertleşerek başlamayı ve moral bulmayı dileyerek bakkalla konuşmuştu. Oldu da. Daha mutlu döndü evine.

Akşama doğru yavaş yavaş herkes evinin yolunu tutarak daha hızlı hareket etmeye başladı. Haftanın ilk günü geçmeye başlamıştı, haftaya da alışılmaya… Yine herkes kendi derdine, kendi yüreğine dönmeye başladığında ise hava kararıyordu. Gün bitiyor, umutlar ertesi güne saklanıyordu.

İyi uykular “Bizim Sokak”

18 Nisan 2009 Cumartesi

Şiir Tadında








Bir gün kardelen, çimen, çam ağacı, fil, papatya, deve dikeni, karınca, aslan, gül, kaplan, deve, menekşe, geyik ve kunduz konuşuyorlarmış. “Ne olacak bu memleketin hali? “
Fil kimseye söz hakkı vermek istemiyormuş. Ağır ağır, oturaklı ama akıcı konuşmasıyla
“Düzelir, düzelir, neler gördük bugüne kadar, her şey güzel olacak, sakin olun….” Karınca sürekli araya girerek “Ben de konuşabilir miyim?“ diyormuş. Ama karınca bu, eti ne budu ne kimselerin umurunda değil. Gül hep gülümseyerek dinliyormuş konuşulanları. Geyik bir sözü alsa… Ah alabilse… Sabaha kadar artık Allah ne verdiyse…

Çam ağacı hep ayakta dimdik dinliyormuş memleketin halini. Nasılsa düzelir bakışıyla. Deve dikeni dertli mi dertli… Sanki dünyanın yükü onun sırtında. Kunguz oradan oraya hiperaktif davranışları cümlelerin arasına serpiştirip, ortalıkta ne üdüğü belirsiz şekilde dolaşıyormuş. “Aman bana ne ben işime bakarım” tavırlarıyla. Karınca kardeş hadi sıra sende “Ne ben mi konuşacağım. Durun konuşuyorum. Bir dakka, bir dakka ya durun neydi konuşma konusu ha ekmek kavgası, benim ekmekle sorunum yok zaten hep var, hep de var olacak…” Çimen ise kıpır kıpır, rüzgara kaptırmış kendisini. Aman kimse bozmasın keyfini.

Aslan kükremiş “Ben varken kime kalır memleketin sorununu çözmek. Çözülecek sorunları getirin ben hepsini çözerim. Oturduğum yerde, gerekirse savaşırım da sizler için. Var mı bana cevap verebilecek?“ Rüzgâr titretirken çimen birden dönmüş yüzünü aslana
“Var” Nasıl yani? “ Var cevabım size sayın aslan” “Söyle bakalım” “ Şey bırakın bu işleri bakın rüzgâr ensemizde masaj yapıyor dinleyin güzel sesi. Dinleyin bakın gördünüz mü yaşamak ne kadar güzel, bırakın memleketi önce kendinizi kurtarın.” Papatya desteklemiş çimeni. “Bence de” Yaşamak güzel diyerek çimenle birlikte gözlerini kapatıp dinlemeye başlamış rüzgarın sesini. Kaplan da katılmış onlara, çam ağacı, fil, deve dikeni, gül, deve, geyik, menekşe, karınca, kunduz bile. Ya kardelen!

Kardelen… Güzel kardelen. Karları delecek kadar kendine güvenen. Karların ortasında açacak kadar güçlü, kışın ortasında doğayı mutlu edecek kadar sevgiye aşık, memleketi içten mutlu edecek kadar akıllı, güzeller güzeli kardelen…. “Karakışta gösterir kendini tüm yaşama direnenler, karakışta gösterir kendini tüm yüreği yanıklar, karakışta gösterir kendini tüm sevgiler, karakışta gösterir kendini tüm yürekler, mutluluğa hasret kalanların umududur tüm savaşlar… Oysaki mutluluk içinizde, güven, sevgi, güç kendinizde… Memleket kendi ellerinizde, yüreğinizde. Bırakın konuşmayı, delin karları…”

Haklısın kardelen doğru söze bizden de bir şapka merasimi, sana hediye. Yaşa yaşayabildiğin kadar, yüreğin yettiği kadar, umudu tüm canlılara verene kadar…

Tüm karları delenlere, kardelen de benden hediye… Şiir tadında…

Reyhan Gazel

5 Nisan 2009 Pazar

Yürekten Akanlar







“Geldim de duymadılar” dercesine kaynarken bir anda soğumuş yüreği, kor olmuş ateşe dönerken eğildi. Eğildiği anılarının karşısında, silik ama yerli yerinde duranlarla yetinmeyi bilmesi gerektiğini iyi biliyordu. Başka ne yapabilirdi ki?

Kocaman olmuş her şeyle yıkılmadan didişebilmek az da olsa ayakta tutabiliyordu ama… Yetmiyordu, yetemiyordu. Ya içindekiler… Bilmiyordu düşünememeyi. Anlatamıyordu yıkılmış geçmiş günleri… Bir boşluk içinde yine de güçlü az da olsa atakta yüreği bir an bile kendinden geçebilmeyi, dönebilmeyi ne de çok isterdi. Yıllar yıllar öncesine… Ama geçmişti, geçiştirilmişti bir kere. Geride kalan hoş bir sedaydı geçiştirilenler.

Gün ağarmadan güne başlarken, geçmişin ezikliği içinde vaz geçilmez kıldıklarından birisiydi annesini düşünmek. Rahatlıyor ama silik anıların karşısında bir kez daha eziliyordu. Ne de çok olmuştu sıcak bir elden su içmek, saçlarının arasında dolaşan şefkati hissedip uykuya dalmak… Uyanırken sanki hiç uyumamış gibi arada geçen zamanı hoş saymak. Ayaklarının yere bastığı andan itibaren sığınacak güzel bir çift yürekle güne başlamak… Kaybedeceğini hiç bilememek…

Kimseler yokken yanında her zaman sadece sevgiyi verebilecek kadar koca anne yüreğinin yaşantısından gitmiş olması yalnız yüreğini daha da yalnızlaştırdı. Kimse annesi kadar sıcak bakmadığından o da kimselere bakamadı. Yüreği sıcak bir elin hasretini aradı, aradı, aradı… Bulamayacağını bile bile aradı. Kabul edemedi, aradı. Bulamadı. Şaşırdı bulamamasına bir hışımla tekrar aradı. Ama aradığı yer belki yüreğinden geçen silik bir kahvaltı anı, belki bir bayram sabahı… Silik anıların dışında elinde bir şeyin kalmadığını görmeyi hiç istemedi. Görmeyi istemeye istemeye yaşamaya devam etti.

Bir sabah kalktığında zamanın hoş geçmediğini iyiden iyiye anladı. Uykuya dalarken saçlarının arasında gezinen şefkati özlediğini fark etti. Nedenini bilemedi. İçindeki şefkati aradığı koşulsuz sevginin yerini kimselerin dolduramadığını bildiği için o dakka aramayı da bıraktı. Ama sabah uyandığında içinde hoşluk olmayan bir boşluğu nasıl dolduracağını hiç bilemedi. Koşulsuz sevginin içinden çıkıp yenilmemek için didişmesi gereken yaşama nasıl dik bakacaktı?

Kendisini küçük bir mezar taşının dibinde ağlarken bulduğunda rahatlamışçasına derin bir oh çekti. Ama küçük taşın dibinden ayrılırken yine boşluk, olmayan hoşluk kahretti. Bir an bile gözünden sakınmayan, kendisini hiçe sayarak her an şefkati hazır olan bir annenin yerini kim doldurabilirdi ki? Koşulsuz sevgiyi başka kim verebilirdi ki?

Geçmişin hesaplaşmalarının büyük olduğunu bildiğinden, koşulsuz yanındaki yüreğin içini acıttığı anları düşünmek bile istemiyordu. Ama düşünüp için için kahroluyordu. Her kahrolduğunda da şefkat elinin üzüldüğünü biliyordu. “ Benim için üzülmeyesin sakın. Sen üzülürsen ben daha çok üzülürüm. Bunu bilesin. Mutlu ol yavrum, yemeğini ye, uykunu al. Bak göreyim seni…” Bu sesler kulağının içinden değil, yüreğinin içinden geliyor, bir daha acı veren silik anıları düşünmemeye çalışıyordu.

Bu duygu içini kemirirken boş gelen yaşam savaşının içinde boş olmayan uğraşları birer birer veriyor, kendisini eskimiş, silikleşmiş şefkatle geçirdiği günlerin hasretinden uzak tutuyordu. Tutabildiği kadar…



Bir gün bir şiir yazmak geldi aklına. Yazdı da…

Bu şiir derinlerinden akan koca bir yürek şiiriydi. Kimselerle paylaşamadığı yalnızlığını haykırırcasına, ama kendine haykırırcasına koca yürekli bir şiir. Tıpkı annesinin yüreği gibi…



Annem


Sen gideli;
Hüzünlü
Öylesine
Yine de anılarınla mutlu
Güzelce dilimlenmiş bir ekmeğin parçası gibi tek başına


Kalabalıklar içinde şefkatsiz
Varlık içinde hoşnutsuz
Sıcacık ellerinin uzağında soğuk
Güzel yüzünün karşısında donuk

Bana niye sormadın giderken?
Niye, nereye gittiğini bile söylemeden
Gittiğin yerden “nasılsın” demeden
Kalakalmak, ötesi yok.

Boşluk, hiçlik, karanlık, yalnızlık
Tüm kötü duyguları verirken
“Artık kime sarılacağım” diyemeden,
Bir başına yaşayabilmek ne zor anne?

Günler günleri kovalarken
Derinlerimden ılık bir anı beni oyalarken
Sıcak yüreğini herkesten çok özlerken
Yine bir başıma, yine annesiz


Bir kez daha beni sevdiğini söyleyemeden
Oyalanırken yokluğun ne olduğunu sabahları sezerken
Kapımda acı acı çalan kornaları dinlerken
Yine de beklerken yaşamak nasıldır bilir misin?

Her toprakta seni görmek
Her çiçekte seni düşünmek
Her hıçkırıkta seni hissetmek
Her cümlemde seni aramak

“Yalnız değilsin” deme bana
Yanımda herkes var ama
Sen?
Ya sen?

Senin güler yüzün, solmayacak gibi bildiğim sözün, sıcacık çayın, kimsesiz kalsam da yanımda oluşun…
Yeter anne, gel. Gel. Gel. Kimsem olsa da gel, olmasa da gel. Yeter ki gel.


Reyhan GAZEL

29 Mart 2009 Pazar

Engelli Olmak






Sevgili dostlarım,

yine Arzu bizler için yüreğini ortaya koyup güzel bir yazıyı kaleme almış. Bana da her zamanki gibi sizlerle buluşturmak kalıyor.

Yürekten okuyun
---------------------------------------

Hani hep deyip de inanmadığımız bir söz vardır: “ Hepimiz potansiyel olarak engelliyiz. “ diye. İşte ben o sözün nasıl gerçekleştiğini sizlerle paylaşmak istiyorum. Genç, güzel, sevilen, başarılı olan benim bir anda, kazayla bile değil baş ağrısı sebebiyle değişen hayatımı çok kısaca anlatıp, sizlere hayatın gerçeklerinden bahsedeceğim. Bahsedeceğim ki hazırlıklı olun, bahsedeceğim ki etrafınızdaki engelli bireylerle empati kurun, bahsedeceğim ki mücadeleci olun ve asla yılmayın, bahsedeceğim ki bulunduğunuz durumdan şikayet etmeyin ve şükredin.

Ben birkaç gün süren baş ağrısının son gününde doktora gitmek için evden çıktığım o andan sonrayı ve o anı müteakip iki ayı hatırlamıyorum. Yoğun bakımdan çıktıktan sonra da dört beş ayı kah hatırlıyorum kah hatırlamıyorum ama başımı bile çeviremediğimi ve çektiğim o ızdırapları o kadar iyi hatırlıyorum ki. Hastanede kaldığım yirmi bir ayın sekiz ayında yatakta tedavi gördüm ama inanamadım, rüyada olmalıydım, konuşamıyordum, yemek yiyemiyordum, ben sapasağlamdım yok ben bu kabustan uyanacaktım. Ama uyanmadım o zaman anladım ki bu rüya değilmiş. Daha sonra durumumu kabullendim, bu kabullenişte zor olmadı fıtratım itibariyle. Düşünsenize o dalyan gibi, becerikli kız gitmiş yerine hareketsiz, konuşamayan ve asimetrik biri gelmişti. Güzelliğin g sinden eser kalmamıştı. Hiçbir zaman ne annem, ne babam, ne de etrafımdaki insanlar durumumdan dolayı benden utanmadılar ve her yere girip çıktım. Sadece bakışlardan rahatsız oldum, sanki uzaydan gelmiştim.

Bazen insanlar iletişimde bulunmaya çalışırken iletişime geçmek bir yana sorularıyla o kadar rahatsızlık veriyorlar ki. Zaten konuşurlarken, soru sorarlarken çoğunlukla ben muhatap alınmıyorum, benim yerime yanımdakine soruyorlar. Ve ben bunu hiç anlamış değilim. Yoksa beni adamdan mı saymıyorlar? Benim ağzım, dilim yok mu? Bazen bu duruma o kadar illet oluyordum ki anlatamam.


Zaman ah vah deyip üzülme değil, mücadele etme, kaybettiklerimi geri kazanmak için savaşma zamanıydı. Daha yirmi iki yaşındaydım fakat gerçeklerin de farkındaydım. İğneyle tünel kazmaya başladım ama bu yolda yalnız değildim Allah’ tan sonra iki yardımcım daha vardı annem ve babam yada babam ve annem. Annelerin çocuklarının hep yanında olması alışılmıştır ama babalar istisnadır, işte benim babam da o çok az olan istisnaların içindedir. Başarımda da büyük pay sahibidir.


Doktorların yaşamaz, yaşasa da yatakta kalır dedikleri iki kere öbür dünyaya gidip gelen ben yılmadan çalışarak yürüdüm normal olmasa da konuştum ve ağzımdan yemek yemeye başladım.


Büyük bir azimle, olumsuz bütün şartlara rağmen yarım kalan okulumu sınavdan sınava gidip soruların cevabını o az çıkan sesimle ve sorunlu nefesimle vererek bitirdim, avukat oldum ve yüksek lisans yapıyorum. Gerçi derslere gidebilseydim bile sağ kulağım duymuyordu, kalabalık başımı döndürüyordu ve o koskoca anfide hocanın anlattıklarını nasıl duyacaktım? Evet çok büyük bir mücadele verdim ve veriyorum. Engelli olmanın vermiş olduğu bütün sıkıntıları yaşıyorum. Beni tanımadan önce insanlar pek kaile almıyorlar çünkü ben engelliyim. Tanıdıktan sonra da çok şaşırıp takdir ediyorlar çünkü yine ben engelliyim. Hayret! Nasıl olmuş da başarılı olmuşum, beni tanımayan bazı aklı evvellere göre işte öylesine.


Ben sonradan engelli olmanın vermiş olduğu sıkıntılarla boğuşuyorum, iyileşeceğim inanıyorum ve biliyorum. Peki diğer engelliler? Neden onlara gereken önemi vermiyoruz, başarılı olmaları için yollarını açmıyoruz ve acıyarak vah vah diyerek bakıyoruz? Durun ben size cevabını vereyim. Çünkü bu konuda cahiliz. Okumuş olmak, iyi üniversiteler bitirmek bu konuda bilgi sahibi olup, empati kurmaya yetmez. Çok güzel bir atasözümüz var: “ Ağaç yaşken eğilir. “ diye. Hakikaten engelli bilincinin eğitimi çocukken verilmeli. Gerçi şu son senelerde insanlar yapılan programlar sayesinde daha bilinçlendi. Ama tıpkı bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi ilkokulda bu eğitim verilse her şey daha güzel olacak.


Engellilere karşı tutumlarımız insan hakları evrensel beyannamesinde “ Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar. “ ifadesiyle vücut bulur, bize düşen de hayata geçirmektir.


Ben körlük, sağırlık yada adı başka olan bir oyun oynamadım ama ne kadar zor bir oyun olduğunu tahmin edebiliyorum. Çünkü zihinsel engel hariç en ağırından hafife doğru engelleri yaşadım. Kör olmadım ama görme engelini de haddinden fazla çift görerek, dünyamı döndürecek şekilde yaşadım.


Tabi ki engellilerin sorunlarıyla ilgilenen, o sorunları kendine dert etmiş çok değerli kişiler var ama yeterli değil. Kendime şu soruları soruyorum: “İnsanların engellileri anlayabilmeleri ve empati kurmaları için acaba hayatlarının bir bölümünü engelli olarak geçirmeleri mi gerekiyor?“ Ya da illa yüreği yanan kişilerin mi engellilerin sorunlarıyla uğraşması gerekiyor?

Av. Arzu Besiri

14 Mart 2009 Cumartesi

Engel Nerede?







Bedende, görüntüde, elde, ayakta, dilde, kulakta… Ne fark eder ki. Yaşama ilişkin kendimizden kaynaklanan bir farklılıktır sonuçta. Bu farklılık öyle bir şeydir ki, neredeyse tüm ilişkilerimizi etkiler. Komşumuzla, arkadaşımızla, eşimizle, annemizle… Sürekli birilerinden yardım almak zorunluluğu ilişkilerin de seyrini değiştirir.

Oysa ki, her insan, bir başına yaşayabilmek ve istediği anda iletişime girebilmek ister. Yani kendisini küçük evreninde kendisi istediği gibi var etmek ister. İstediği algıları yaşantısına sokabilmek, istediği değerleri yaşayabilmek… Ancak, yaşama ilişkin sınırlanma durumu kendisinden kaynaklandığında bunu yaşayabilmesi zorlaşır.

Yaşamaya dönük sınırlılıklar ise tüm ilişkilerde önde olmak zorunda kalır. Ellerini kullanamayan bir birey, başkalarının ellerini az da olsa desteğinde görmek durumunda kalır. Yürek acısa da… Bu her birey için sıkıntılı bir durumu anlatır. “İnsan”ın bireyselliğine aykırıdır.

Kimse kimseye bağımlı yaşamaktan mutlu olmaz. Bu mutluluk vermez her şeyden önce. Ancak, bu sıkıntılı durum, ellerini kullanamayana ‘el verenlerce’ daha da zorlaşabilir. Bunu yaşamak zorunda kalmanın acısı öyle büyük olur ki.

Özellikle yaşamı daha iyi yaşamaya yönelik hakların talebinde yaşanan yürek acısı daha da büyür. Kırılgan yürekler daha da kırılır, zorlanır. Farklı yaşamak zorunda kalmaya kader denir de, buna kader denir mi? Denmez elbette. İnsan eliyle yapılan hiç bir şeye kader denmez.

Bu durumunda başlıktaki sorumuza tekrar dönelim: Engel nerede?

Yaşama bakışımızdaki kısıtlılıklar asıl engeli yaratır. Var olan engelle zaten zor olan bir yaşamı daha da zorlaştırır. Bunu yüreklerin anlaması, kabullenmesi zordur.

Engelle doğulabilir, engelli olunabilinir ama engel çıkaran bir yaşamda var olmak kolay değildir. Bu zorluğa rağmen yaşamaya çalışmak, üretebilmek ise kendi başına ayrı bir zorluktur. Ama aşılabilir. Daha dimdik durdukça, yaşama daha doğru adımlarla atıldıkça, üretebildikçe…


Yürekleri kendinde olan tüm engellilere selam olsun

5 Mart 2009 Perşembe

Direniş

Sevgili dostlarım,

yaşam bana o kadar güzel sürprizler yapıyor ki... Şimdi de beni Av. Arzu Besiri ile karşılaştırdı. Arzu yaşamı zorluklarla geçmiş ama yılmamış hep üretmiş bir genç kızımız. Halen önemli sağlık sorunları ile uğraşmakta. Ama yaşamda dimdik, iletişime açık ve yaşamda herkes kadar engelli...Bence fazlası var eksiği yok. Keşke herkes Arzu kadar engelli olup bu kadar engelsiz yaşayabilse...

Yazdıklarını okuyun göreceksiniz.

Seni seviyorum Arzu.

---------------------------------DİRENİŞ


“ Bir başınıza değilsiniz,
Sizden farklı olanlar var.
Ve başka çareniz yok,
Ya birlikte yaşamayı öğreneceksiniz,
Ya da birbirinizi tüketeceksiniz. “
Hrant Dink


DİRENİŞ


Sosyoloji düzenin nasıl işleyeceğini araştırır, nesnesi toplumsal davranış ve ilişkilerdir ve bunları açıklarken bazı kavramlara yer verir. Bu kavramlardan direniş toplumsal hareketlere potansiyel oluştururken, var olan stratejilerin de değiştirilebileceğini gösterir ve yapar.


Değişimi sağlayan faktörlerin başında insan, zaman ve mekan gelir ve direniş bu faktörlere bağlıdır. Direniş içinde değişimi barındıran bir sosyal gerçekliktir. Ayrıca bireyin konumunu da sorgular. Bir yandan farklı olma hakkına sahip çıkar ve bireyleri hakikaten birey yapan her şeyi vurgularken, öbür yandan bireyi parçalayan, başkalarıyla bağlarını koparan, cemaat yaşamını bölen, bireyi kendi üzerine kapanmaya zorlayan ve kısıtlayıcı bir biçimde kendi kimliğine bağlayan her şeye saldıran mücadeleler direnişi oluşturur. Bu mücadeleler tamamen “ birey “ den yana ya da “ birey “ e karşı olmayıp; daha çok , “ bireyselleşmenin yönetilmesi “ ne karşı yürütülen mücadelelerdir. Direnişin temel önemini başlangıçtan farklı biri haline gelmek oluşturur. Oyun ancak nasıl biteceği bilinmiyorsa zahmete değer. Bir toplum, bir iktidarın, sadece tek bir iktidarın uygulandığı üniter bir gövde değildir; bir toplum, gerçekte farklı ama yine de spesifiklerini muhafaza eden iktidarların yan yana gelmesi, ilişkisi, koordinasyonu ve hiyerarşisidir.

Dolayısıyla iktidar bölgeleri vardır. Toplum, farklı iktidarlardan bir takımadadır. Direniş, engellilerin direnişi bu farklı iktidar bölgelerinde gerçekleştirilir.
Engellilik modern toplumda göz ardı edilmeyecek kadar belirginleşen ve bu süreçte de hem kavramsallaştırılması hem de bir fenomen olarak kapsamı sürekli olarak genişleyen dinamik bir olgu olarak karşımızdadır. Engellilik fenomeninin dinamik yapısı modernite ile doğrudan ilintilidir. Tarihin hiçbir döneminde toplumlar bu kadar nüfus barındırmadığı gibi belki de hiçbir dönemde de günümüz kadar risk altında değildi. Toplumlar bu kadar nüfus barındırdığı için, direnişler bu kadar çok olmakta ve aynı zamanda da politik olmaktadır.


Belirli bir ereğe varmak için başvurulan araçların gösterilmesi stratejiyi oluşturur. Stratejinin kurgusu, adı, tanımladığı alan değişik olsa bile, bu kurgunun altında, gündelik hayatta insan topluluklarının başvurduğu yollar, pratikler ve taktikler aslında sadece yeni zamanlara uygulanır. Kurguda önemli olanının inanç olduğu düşünülürse, inançların değişimiyle beraber kurgularda değişerek gündelik hayata uygulanmaktadır ve gündelik hayatın sosyolojisi “ totality “ dir. Çünkü; var olan, mevcut tecrübeler ile kişisel tecrübelerin birlikte incelenmesi gündelik hayatın sosyolojisidir.

Kurguya karşı, gündelik hayatta direnişler gerçekleşir. Ağaç ve çiçekleri dışarıdan görürüz fakat toprağın altında göremediğimiz şeyler var. Orada humus var, bir hayat var. Bu gündelik hayata benzeyen bir şey; yukarıda olanlar aşağıyı da etkiler. Gündelik hayat içerisindeki kurgular ele geçirilip, değiştirilebiliyor. İnsanlık tarihinde ki değişimlerde böyle, alt yapı aynı kalmıyor. İşte engelli hareketleri de böyle. Sağlıklı bireylerin yani güçlü olanların ve onların dillerinin hakim olması engelli bireylerin direnişleriyle beraber değişmektedir. Engelli bireylerin verdikleri mücadelelerle artık yeni strateji bireyin sağlıklı veya engelli olmasına değil, birey olmasına bağlıdır.


Direnişe sebep olan isteklerin başında tanınma mücadelesi vardır. Vaktiyle yerine getirilememiş taleplerin yorumlanmasına ve kabul ettirilmesine ilişkin yürütülen kavgalar, yine kolektif aktörlerin yer aldığı ve onurlarının çiğnenmesine karşı çıkıldığı, meşru haklar uğruna verilen mücadelelerdir. Engelli hareketleri de bu meşru haklar için verilen mücadeleyi kapsar.


Engelliler direnişlerinde başarılı oluyorlar belki ama sosyal sorunlar üç aşağı beş yukarı aynı ve yeni biçimlerle devam ediyor. Konuyu açacak olursam, Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı Koordinatörlüğünde 7 Temmuz 2005 tarihinde kısa adı ile özürlüler kanunu çıktı. Bu kanunun gerekçesinde engelli bireylerin topluma eşit katılımının sağlanması, bağımsız yaşam becerilerinin kazandırılması ve eğitim ve rehabilitasyon hizmetlerinde eşit fırsatların sağlanmasının önemi belirtildi. Buna bağlı olarak çoğu yerde özel eğitim okulları ve tedavi merkezleri açılıyor, açılmakta fakat buralarda eğitmen eksikliği had safhada. Çünkü özel eğitim bölümü mezunu veren sadece beş üniversitemiz mevcut.
Engelliler orjinalitelerini, farklılıklarını keşfetmeye başladılar, değişim de buralardan gözlenebilir. Değişim, engellilerin kendi yapabileceklerini keşfetmelerine sebep olan yapabilme muktedirliğine sahip olduklarını fark etmeleri ve yapabileceklerini yapmaları için imkan veren dış dinamiklerin de oluşmasıyla başlamıştır. Kişisel deneyimlerin ve güçlü karakterlerin rolü direnişin gerçekleştirilmesi için önemlidir. Öznel deneyim biçimleri sorusallaştırmalar yoluyla oluşturulur, geliştirilir ve dönüştürülür.


Engelliler başarılarıyla nasıl olsa engelli başarılı olamaz yönündeki kurguları değiştirmişler ve toplum içinde hak ettikleri saygınlığa kavuşmuşlardır. Bu başarılı kişilere; görme engelli Anayasa hukuku doçenti Serap Yazıcı, milletvekili Lokman Ayva ve yine görme engelli ressam Eşref Armağan, işitme ve konuşma engelli oyuncu, yönetmen Levent Beşkardeş örnek olarak verilebilir. Engelli bireylerin sağlıklı diğer bireyler gibi sergiledikleri bu başarıları, kurguları değiştirirken stratejilerin ve taktiklerinde değişmesine sebep olmuştur. Koşulların yarattığı farklılıkları silmenin yolu doğal farklılıkları ortadan kaldırmak değil, insanların kimliklerini onaylamasından geçer. Başarılarını göstermek için engelliler farklılıklarını kabul etmeli ve kendilerinde ki eksiklikleri görmekten vazgeçmelidirler.


Türk Dil Kurumu sözlüğünde insandan iki eli olan, iki ayak üzerinde dolaşan, sözle anlaşılan, akıl ve düşünme yeteneği olan en gelişmiş canlı diye söz edilmesi engelli insanı tarif etmemekte dolayısıyla oluşturulan kurgu da başarılı olamamaktadır. Hatta bu engellileri tarif etmemekle beraber engelliler arasında bile ayrım yapmakta, bedensel ve zihinsel engellileri hesap etmemektedir. Artık bugün, engelliler bu insan tanımının homojenleştirici etkisine yeni taktiklerle cevap veriyorlar. Engellilere karşı devlet, toplum ve zihniyet yapısı farklılaşmıştır. Eski teoriye göre engelliler evde oturmalıdır zaten sağlıklı insanların da yaptıklarını yapamazlar.


Teori, gündelik hayattaki pratiklerden ve söylemlerden etkilenerek kendini yenileyebilir. Mesela okul genelde kafamızda sağlıklı insanların rahatlıkla gittiği bir yer iken artık onun içinde engelli olarak biz de yer alıyoruz. Okula da gideriz, toplum içinde farklı roller de üstleniriz. Kendimden örnek vermek istiyorum; çok zor hatta imkansız şartlar altında hukuk fakültesini bitirdim, avukat oldum, sağlığım için spor yapmaya devam ettim ve şu an yüksek lisans yapıyorum. Toplum içinde farklı roller üstlendim, yani direndim. Bu direniş sayesinde çoğu şeyi, hatta imkansız sayılacak şeyleri başardım. Gerçeklik algısını hikayemle değiştirdim. Kendi hikayemi yazarak engelliliğimi yönlendirdim ve kimsenin engelliliğinin aynı olmadığını göstererek, kendi gerçeğimi yarattım.
Burada inançların değişiminin etkisinden de söz etmek istiyorum. Ülkemizde bundan on, on beş yıl kadar önce engellilerin okula gidebileceğine hatta toplumda üst statüde roller üstleneceğine inanılmazken inanılanların değişimiyle beraber engellilerin toplumdaki statüleri de değişmiştir. Artık engelliler de her alanda varlar. Tıpkı baş örtülülerin çok değil bundan yirmi, yirmi beş yıl evvel okumayıp, evde oturacağına dair inanç gibi.


Bir şeye inandığımızda, aynı topluluğa üye olmuş, taraf olmuş oluyoruz. Önemli olan bu inancı şiddetle savunmak değil, onun bir parçası olmaktır. Örneğin ben engellilerin haklarını fazlasıyla savunmuyorum fakat hayatın içinde sağlıklı insanların yaptığı her şeyi yaparak kendi hikayemle inançları değiştiriyorum. Öyle ki hikayemle sadece engellilere direniş için güç vermekle kalmıyor, etrafımda ki sağlıklı insanlara da “ Ben yaptığıma göre sizde yapabilirsiniz yeter ki içinizde ki kuvveti ortaya çıkarın. “ mesajını veriyor ve hayatlarının değişmesine sebep oluyorum. Aklıma gelen bir örnek şu: benim daha hastaneden çıkar çıkmaz, hastalığımın üçüncü yılında hukuk fakültesini bitirmek için üstün bir gayretle sadece sınavlar için bile olsa okula gitmem ( derslere girmeme sağlığım müsaade etmiyordu ) ve o zorluklara rağmen ders çalışıp, başarılı olmam beni tanıyan bütün hocalarımı ve asistanları şaşırtmış; daha hukuk doktoru olamayanların doktor ünvanını almasına, diğerlerinin de kısa zaman dilimi içerisinde daha da yükselmesine sebep olmuştur. Hatta benimle konuşmak ve görüşmek, ne kadar çok zorlukla başa çıkarak mücadele ettiğimi dinlemek onları çok rahatlattı, teşvik etti ve daha fazla çalışmalarına neden oldu.
Modernliğin herkese teşmil edilebilecek, “ eşitlik ve aynılığa “ vurgu yapan evrenselciliği yerine “ farklılıklarımız “ daha çok dile getirilmeye başlandı. Bu dilde hem bir direniş var hem de farklılığın zenginlik olduğunu söyleyen yeni bir “ öz “ arayışı söz konusu. Bu yeni öz arayışı ve direnişler toplum içinde engelli bilincinin de oluşmasına sebep oldu.
Sağlıklı ve engelli insanların aralarındaki çatışmaların ötesinde temel değerler üzerinde anlaşmaları önemlidir. Bu değerler iki grubu da çok genel anlamda birbirlerini tanımaya götürecek olan insanlığın evrensel birlikteliğidir. İnsani figür basit bir figür değil, hem engellilerin hem de sağlıklı insanların oluşturduğu bir figür olmalıdır. Ve farklılıklar hayatı, hayatı paylaşmayı anlamlı kılar. Bu farklılık da içinde engelli ve engelli olmayan bireylerin sahip oldukları belli özelliklerle oluşur.
Sağlıklı bireylerin, engelli bireylere karşı tutumu; bilim, teknoloji ve uygarlığın gelişimiyle değişiklik göstermektedir. Bir dönem engelliyi öldürme, ıssız yerlere terk ederek ondan kurtulma yolları aranmıştır. Bu çoğunlukla engellilerin geçim ve korunma yönünden sağlıklı insanlara yük oldukları düşüncesinden kaynaklanıyordu. Bir dönem de engelliden kurtulmak yerine onları kötü işlerde çalıştırma yoluna gidilmiştir. Değirmenlerde su taşıyıcısılık, fahişelik, dilencilik gibi işlerde kullanılmışlardır. Tevhid dini ve bilimdeki gelişmeler sağlıklı insanların, engelliye karşı tutumunu da değiştirmiş, onların da insanca yaşama hakkı olduğu, olması gerektiği yaygınlaşmıştır. Fakat daha 20. yüzyılda Hitler’ in sağlıklı nesil oluşturma hayaline ters düşen engelli insanlar temerküz kamplarında hekimler tarafından kobay olarak kullanıldıktan sonra topluca fırınlarda yakılmışlardır. Bugün engellilerle birlikte yaşamanın mümkün olduğunu düşünen insanlar ve düşündüren koşullar mevcuttur. Ve bu hakların alınmasında direnişin rolü yadsınamaz. Bu direniş hem engellilerle hem de kendini başkalarıyla birlikte ele alan, başkalarının bireyselliğini de önemseyen sorumluluğa sahip kişilerce başarılmıştır. Sağlıklı olmanın bu direnişe katılmakta önemi yok, strateji herkesi kuşatıyor. Biz toplum içinde farklı pratikler yaşıyoruz. Yaşadığımız somut olaylar bizim direniş pratiklerimizi oluşturuyor. Örneğin daha iyi yaşam mücadelesi veriyoruz. Ortak bir takım talepler veya çıkarlar etrafında başka insanlarla bir araya geliyoruz. Engellilerin cemaatleri veya kültürel ilişkileri içinde bulundukları stratejiden bağımsız değil. İçinde olduğumuz strateji hegemonik ilişkileri, insanların uyumlulaştığı yerleri, toplumdaki güçlü grupların dayatmış olduğu normları, bu normlara karşı bireylerin, sınıfların, toplumsal aktörlerin vermiş oldukları cevapları içeren bir yerdir ve esas olarak kurgulanmış sınırlar içinde şekillenir. Kafamızda, tahayyülümüzde bir sınır oluşturur.
Türkiye’ deki engelli hareketlerinin niteliğini anlamak istediğimizde, söz konusu stratejiyi, yani Türkiye Cumhuriyeti’ nin sosyal politikalarını incelemek gerekiyor. Engelli hareketleri ya da bireylerin talepleri, çıkmazları ve sorunları, hepsi bu strateji içinde geçiyor. Stratejide şimdilerdeki bu değişim güçlü aktörlerin kolay ya da zorla kabul ettirdiği bileşenlere bağlıdır. Geçmişte de engelliler direndiler fakat başarılı olamayınca bu insanlar kendilerini başka türlü anlattılar. Engellilerin istekleri son bulmadı; başka ya da aynı insanlar da yeni bir dil vasıtasıyla vücut buldu. Engelliler önlerine çıkan engeller nedeniyle yönünü değiştirdi ama yollarına devam ettiler. İnsanlar içinde bulundukları stratejiye toplumsal olarak bir takım taktiklerle cevap vermeye devam ederler. Engelli hareketleri de geçirdiği dönüşümlerle birlikte, belirli bir dünya görüşü ve onunla bağlantılı stratejilerle dile getirilen direnişlere yol açmıştır. Bence sağlıklı bireylerin direnişlerinin sürekliliği olmadan engelli bireylerin direnişleri de hem oluşamaz hem de anlaşılamaz.


Engelli hareketleri bireylerin mutluluğunu ve engelli kültürünün oluşmasını sağlar, bunların yanında hakların kazanılmasına da öncülük eder. Kültür toplumsal aktörlerin idare ve kontrol etmeye çalıştıkları bir modeller ve kaynaklar bütünüdür. Kültürün yönelimi kolektif bir emekle, belirli bir topluluğun içinde bulunduğu hareket seviyesiyle belirlenir. Engelli kültürünün yapılanmasında zorlukları yenme gücü ve direniş hikayeleri önemlidir. Bu direniş hikayeleri ve tarihsellik düzeyi birlikte yaşam seyri teorisini oluşturur. Yaşam seyri teorisi birey ve çevresi arasında dinamik değişim ve etkileşim olduğunu varsayar. Kişilerin yaşam deneyimleri ve bunların etkilerini araştırmak üzere kurgulanan yaşam seyri teorisi, multidisipliner bir yaklaşımdır. Bir çok disiplinin gözlem ve deneylerini içerir fakat herhangi bir şeyin açık teorisi değildir. Ama insanların değişim ve gelişimi hakkında çalışma ve düşünmenin yoludur. Kısacası yaşam seyri teorisi içinde, içinde bulunduğumuz stratejide taktiklerin, bunun içinde yer alan engelli taktiklerinin değişik tezahürlerini barındırır.


Gündelik hayatta taktikler gelişirken stratejiler güçlerini kaybetti ve engellilerin içerisinde bulunan, saklanan duygular ortaya çıktı. Bu duygularla yapılan her çalışma, mücadele dışarıda ki mantıkların değişimine yardımcı oldu. Burada essentializmin özellikle stratejik essentializmin rolü büyüktür. Essentializm kişinin kendisini kabul ederek ona göre taktikler geliştirmesi olduğuna göre, engelliler de bu şekilde taktikler geliştirerek essentializmi daha doğrusu stratejik essentializmi uygulamışlardır.


Stratejik essentializm kişiye atfedilen kimliklere, kişinin stratejik olarak sahip çıkması ve içeriden mücadele etmesidir. Engelli hareketleri ve sonucunda yaşanan değişimler de böyle olmuştur. Engelli bireyler stratejik essentailizmi uygulayarak direnişlerini sürdürmüş ve stratejileri değiştirmişlerdir. Örneğin, engellilerle ilgili hakların savunulması toplumda engelli bilincinin oluşturulmasına ve üniversitelerin engelsiz olmasına dair projelerin geliştirilmesine ve uygulanmasına, asansörlü otobüslerin toplu taşıma da kullanılmasına neden olmuştur. Bence yaşam seyri teorisi stratejik essentializmin uygulanmasıyla gelişmiştir.




AV. ARZU BESİRİ
BİLGİ ÜNİVERSİTESİ İNSAN HAKLARI HUKUKU YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ

22 Şubat 2009 Pazar

Sen Hiç Düşündün mü?

Sevgili Özlem, seni yeni tanıdım ama sanırım uzun yıllar seni bırakmayacağım. Minik oğlunu ve seni öpüyorum. Allah size de tüm bizler gibi güç versin.

Sevgiyle kalın












Sen gözlerinle işitmenin, ellerinle konuşmanın nasıl olduğunu hiç düşündün mü? Büşra 13 yaşında, işitme engelli. Kulakları duymadığı için, gözlerinle dudakları okumaya ve el işaretlerini anlamaya çalışıyor. Ağzıyla anlatamadıklarını, elleriyle yaptığı işaretlerle anlatmaya çalışıyor. Sen Büşra’ya, kuşların ötüşünü, akan suyun sesini, bir bebeğin ağlama sesini, duyduğun zaman içinden dans etmek gelen melodileri anlatabilir misin?

Sen teninle görmenin nasıl olduğunu hiç düşündün mü? Metin 15 yaşında, görme engelli. Gözleri görmediği için, parmak uçlarıyla dokunduğu her şeyin şeklini hayal etmeye çalışıyor. Sen Metin’e çiçekleri, okyanusu, pırlantaları, hayvanları, sevdiği insanların görünüşünü anlatabilir misin? Gitmek istediği yere, onu elinden tutup, götürebilir misin?

Sen bu dünyayı algılamadan yaşamanın nasıl olduğunu hiç düşündün mü? Orhan 9 yaşında, otistik bir çocuk. Kendi dünyasında yaşıyor. Gerçek hayatı ve etrafındaki insanları algılayamıyor. İnsanlarla iletişimi yok. Sen Orhan’a sesini duyurup, sana bakmasını sağlayabilir misin?

Sen farklı bir ırktan görünmenin nasıl olduğunu hiç düşündün mü? Rabia 8 yaşında, down sendromlu bir çocuk. Genlerinde bir kromozom fazla diye, dünyanın neresinde olursa olsun, down sendromlu çocuklar bir birlerine benziyorlar. Genelde, fiziksel ve zihinsel olarak geç gelişiyorlar. Sen Rabia’ya neden anne ve babasına benzemediğini açıklayabilir misin?

Sen ayaklarının yerine, tekerlek kullanmanın nasıl olduğunu hiç düşündün mü? İbrahim 11 yaşında, ortopedik engelli. Belinden aşağısını hissetmiyor. Bu yüzden yürüyemiyor. Tekerlekli sandalye yardımıyla gitmek istediği yerlere ulaşmaya çalışıyor. Önüne birçok engel çıkıyor. Sen İbrahim’e kaldırıma çıkmak için, asansör bulunmayan binalarda üst kata çıkmak için, otobüse binmek için yardımcı olabilir misin?

Sen gereğinden fazla enerjini nereye kullanacağını şaşırmanın nasıl olduğunu hiç düşündün mü? Mustafa 12 yaşında, hiperaktif bir çocuk. O kadar çok enerjisi var ki, bunu nereye kullanacağını bilemiyor. Yerinde oturamıyor, her şeyi karıştırıyor, hareket etmeden ayakta duramıyor, sürekli dolanıyor, geceleri uyuyamıyor. Sen Mustafa’nın enerjisini alabilir misin?

Sen istediğin halde, kaslarına söz geçirememenin nasıl olduğunu hiç düşündün mü? Hüseyin Can 10 yaşında spastik bir çocuk. Yürüyemiyor, konuşamıyor, ellerini düzgün kullanamıyor, yutmakta zorlanıyor, düştüğü zaman kalkamıyor. Sen Hüseyin Can’a yürümeyi, konuşmayı, kalem tutmasını ve yemek yemesini öğretebilir misin?

Sen çevrende olup biteni anlayamamanın nasıl olduğunu hiç düşündün mü? Selçuk 14 yaşında, zihinsel engelli. Ne gelden anlıyor, ne de gitten. Okuma yazma bilmiyor. Kendisine söyleneni yapmıyor. Kendi istediklerini başkalarına nasıl anlatacağını bilmiyor. Sen Selçuk’a akıl verebilir misin?

Tüm bu çocuklar engellerinden dolayı diğer çocuklarla birlikte zaman geçiremiyorlar. Çocuklar oyun oynarken, onlar uzaktan seyrediyorlar. Konuşmayı becerebilenler sözlerle, konuşamayanlar, elleriyle, gözleriyle veya vücut dilleriyle annelerine yalvarıyorlar “beni de oraya götür, ben de onlarla oynayacağım” diye. Sen engelli çocuklara, diğer çocukların onlarla neden oynamak istemediğini açıklayabilir misin?

Sen işitme engelliye sesleri anlatamazsın. Görme engelliye renkleri tarif edemezsin. Otistik çocuğun seni fark etmesini sağlayamazsın. Down sendromlu çocuğun görünümünü açıklayamazsın. Ortopedik engellinin ayakları olamazsın. Hiperaktif bir çocuğu durduramazsın. Spastik bir çocuğun ihtiyaçlarını karşılayamazsın. Zihinsel engelliye akıl veremezsin.

Onlar bunları senden zaten istemiyorlar. Onlar acıyarak bakan gözler de istemiyorlar. Onların ihtiyaçlarını karşılayan aileleri var. Onlar senden sevgi ve duyarlılık istiyorlar. Dışlanmamak istiyorlar. Onlarla yolda karşılaşınca, yolunu değiştirmemeni istiyorlar. Diğer çocuklarla birlikte olmak istiyorlar. Bir tebessüm, bir merhaba, onlara verebileceğin en büyük hediye. O zaman fark edeceksin ki, onların da sana verebileceği birçok şey var.

Engellilerin ayrı dünyaları yok. BU DÜNYA HEPİMİZİN.

Özlem Yıldırım

7 Şubat 2009 Cumartesi

OKUYUM VE DÜŞÜNÜN LÜTFEN






Sevgili dostlar,

aşağıda gün içinde bir şekilde bana ulaşan onlarca mesajdan birisini yayınlıyorum. İsimler bende saklı. Elbetteki gereken neyse yapılacaktır. Ancak, yanı başımızda olan dramlara "dur" denmesi için hepimizin aynı duyarlılıkta olması gerekiyor. Yasalar her zaman mağdurun yanında olsa da arada insana bağlı olarak ortaya çıkan hak kayıplarını bildirmek, hakkın peşine düşmek için herkese ihtiyaç var. Aileler ve engelliler tükenmişlik içinde ve bizlerin yüreklerine o kadar ihtiyaç duyuyorlar ki... Bu yazıyı okuyan herkesin yüreklerini tüm engelliler için konuşturmasının zamanı geldi artık. Hatta çoook geç kalınmış. Telafi edebilmek için çok çalışmak gerekiyor... Çok.

Sevgiyle kalın


Merhaba sayın Reyhan GAZEL Abla sizi rahatsız etmek istemezdim ancak yaşadığımız olaylar ve bize yapılan haksızlık ve Adaletsizlik karşısında çaresizlikden size başvurmak zorunda kaldım verdiğim rahatsızlıkdan dolayı özür dilerim,Bundan dört sene önce 14 yaşındaki çocuğumun okuması yazması hiç bir sorunu yokken aniden gözlerinde görme kaybı oldu doktorlar sarı nokta diye söylediler gitmediğimiz bir yer kalmadı bütün imkanlarımızı kullandık olmadı bankalardan kıredi çektik bazı doktor çaresi yok dedi bazısıda çaresi olmayan hastalık olmaz dediği için bu duruma düştük doktorların daima mutlaka kullanması gerektiğini söylediği iki adet ilaç var birisi ocuvite lutein diğeride fısh body oils diye bir ilaçdır S.G.K.ödemiyor çok pahalı olduğu için maddi imkansızlıkdan dolayı alıp kullanamıyoruz bu durumu bilen öğretmenler bizim için bir imkan olduğunu söylediler evde bakım diye bir kanun çıkmış oraya baş vurun ilaçlarını alıp kullanırsınız dediler çocuğumun iki adet raporu var birisi % 100 biride % 85 ağır özürlü bu raporla sosyal hizmetlere baş vurduk çocuğum normal okulda eğitim alamadığı için özel rehabilitasyon merkezine gidiyordu görmeyle ilgili öğretmen olmadığı için bilgi öğrenemiyordu sonra Devlet okuluna görmeyenler için öğretmen geldiğini öğrenince oraya gönderdik rehabilitasyon merkezinden kendilerinede göndermemiz yönünde baskı yapıldı çocunu aylığa bağlattıracağız deyip bana bazı evrakda imzalattılar bir engelli yakını bize çocuğunuz rehabilitasyon merkezine gitmiyorsa boşuna evde bakıma baş vurmayın kesinlikle olumsuz gelir çünki evi konrol etmeye gelen görevli M...O. Rehabilitasyon merkezinin sahibi C... G. yakınıdır demişdi ve öylede oldu olumsuz gördüler eşim işci sekiz yüz veya dokuz yüz aylık alıyor oda alabilirse onuda kıredi ödüyor ev kirası ödüyor başkada hiç bir gelirimiz yoktur ailecek pisikolojik bunalımdayız Yüce Allahımın bize verdiği bu özürden dolayı bütün yakınlarımız cevremiz tarafından dışlandık ayıplıymışız gibi insanlardan kaçar olduk Sayın Reyhan abla bize yardımcı olun Devletimizde bizi dışlamasın bize yapılanın adaletsizlik olduğuna inanıyoruz bu mağduriyetimizin giderilmesini rica ediyorum.

1 Şubat 2009 Pazar

Gününüz Aydın...







Günün aydınlığı ile yüreğin aydınlığını bir tutanlar, tutup da neyi tuttuğunu bilemeyenler… Bilseler de bildiklerini yürek tutulmasında unutanlar… Tutulanın, yürek olduğunu anlayamayanlar… Bir çocuk görünce sadece gürültüyü düşünenler… Yüreği aniden yerinden çıkan birine laf etmeyi borç bilenler… Bildiklerini borç olarak düşünemeyenler…

Yazdıkça yazasım gelen her şeyi ardı ardına birkaç satıra sığdıramadığım için yazmadığımı anlayamayanlar… Anlamaya da çalışmayanlar… Anlamaya çalışanları da yok sayanlar…

Bir köprünün birleşme dışındaki işlevlerini düşünemeyenler… Birleştiren köprünün neyi, neden birleştirmesi gerektiğini anlayamayanlar... Neyi anlamadığını bile ahmakça “anlıyorum” diye cevaplayanlar… İkinci soruda cuvallayanlar…

Çuvallamayı taktik olarak sunanlar… Taktiğin geniş açılarını anlamakta zorlananlar, ötesini bilemeyenler… Öteleri sadece kendilerinde düşünenler… Kendi dışlarındaki yürekleri hiç düşünmeyenler…

Neyi, neden yazdığımı tahmin bile edemeyenler… Ettikleri tahmini “salakça” olarak yorumlayanları görmezden gelenler…Gördüklerini düşündükleri her şeyin aslında görmedikleri bir şey olduğunu bile göremeyenler…

Ne deyim?

Bitsin mi?
Bitmesin mi?
Söyleyin…

Ben söyleyeyim: Yüreğinizi kendi ellerinize alın. Sonra diğer yürekleri de kendi yüreğinize dost bilin. Dost bulmadığınız yüreklere gül uzatın. Gülü almayanları bırakın gitsin. Dokunmayın. Kırmayın. Onları da yeşertin. Yeşermiyorsa en azından siz suyunu verin, içiniz rahat olsun. Bu rahatlıkla sadece ve sadece üretin. Bir de SEVGİYLE KALIN…

Yazan: Bir dost.
Şimdi diğer yazıya geçebilirsiniz.

Sevgi töreni







Bir an gelir yürek sesi bile duyulmaz olur. Kulakların duymaması bir tarafa, yürek, ‘yürek’ olduğunu unutur.

Törensel bir düzenekle kendinden çıkan yürek, kendisini bilemeden yaşamaya başlar. Bunu başaran, yürek dışında insana hükmeden bir yapının varlığını anlatır. Beyin, zeka, akıl… üçlemesi. Bu üçleme iş başına geçtiğinde olur olanlar. Yüreğe inat yaşananlar, yürekten sevgiyi söküp atarken, sevginin yerine hiç konmaması gereken üçlemeyi koyar.

Tören başlamıştır artık. Her birlikte aynı şekilde, aynı çizgide, aynı işleyişte… Yaşandığı gibi, bilindiği gibi, istendiği gibi, kabul gördüğü gibi… Gibi, gibi…

Törensel düzenekte yaşanan sevgilerin sıklığı, üçlemenin gücünü anlatıyor gibi görünse de, aslında güçten öte, güçsüzlüğü çağrıştırır. Yürek karşısında işe yaramayacak kadar üstelik. Nasıl yarasın ki?

Gardını alarak bir başına sessizce kenarda tutulan yüreğe ne yapabilir üçleme? Sadece törenden öte…Tören bitince herkes kendi evinde, yüreğiyle baş başa kaldığında üçleme, dörtleme olsa kaç yazar? Üçlemenin hükmü, tören bitimine kadardır.

Yaşantıların içine girdikçe, törensel sevgilerin sıklığını ve istenirliğini gördükçe, sevginin yürekten olmadığı anların, birkaç tören boyu kadar hüküm sürebildiğini bilememek zor olsa gerek. Görülmediğine göre…

Bedeni eline alan üçleme, basit gibi görünen yürekten çıkan küçük bir bakışla devreye girerken, üçleme biter, gider… Nereye? Bize ne?

Yüreklerin sevgiye sahip çıkan kararlılığı, sessiz ve inceden bir çığlığa dönüşürken, üçleme olsa kaç yazar? Tören nasıl olsa bitecektir, hiç bitmeyen tören var mı ki?

Törensel bir düzenekle yaşamaya alışanların, bir gün gelip yüreklerine teslim olduklarında söyleyecek küçük de olsa bir sözün olmayışı da bundandır. Nasıl olsun ki?

Üçlemeyle başlayan sevgilerin sıradanlığı, sıklığıyla paralel gittiğinden, yürek öyle durumlarda ‘yürek’ olduğunu unutmasın da ne yapsın? Unutmasa, üzülecek, gerek var mı, şu kısa yaşamda? Bundan da bize ne? Bize ne mi? Evet bize ne?

Herkes kendi yaşamını yaşar, istediği gibi hem de. Üçleme, dörtleme, beşleme, altılama…. Yüzbinmilyonlama… Balıklama… Hop diye. Bazen doğrudan direkleme… bize ne?

Doğruları bilene ne? Yüreklerini unutanların törenlerinden bize ne? Ama sıklıkla karşımıza çıktığından, bazen bize ne denmez. Her yerde, her an…

Birbirini seviyormuş gibi yapanlar, yaptığını sananlar, yapsa da beceremeyenler, ne yaparsa yapsın sevemeyenler… Üçleme, dörtleme, beşleme, balıklama… Canınız kaçlama istiyorsa… Törensiz yaşayamayanlar, törenlerde varlıklarını bulanlar, yüreklerini unutanlar… Tümünden bize ne? Gerçek sevgiyi bilenlere ne?

Gerçek sevginin yüreklerdeki ağırlığını ve gücünü bilenler, mutludur, her an mutludur. Tören olsun olmasın hem de. Yürekler törende olduğundan belki de.

Sayıyoruz; en çok üçleme yapanlar bir adım öne, yalan yok ama, en az yapanlar yerinde… Aradakiler canı nereye isterse…Şimdi en öndekiler bir adım sağa, marş marş… Aradakiler ister sağa ister sola, geride kalanlar, yerinde kalmaya devam etsin. Tekrar en öndekiler sağdan devam etsin, gidebildikleri kadar. Aradakiler aynen ne yaparsa yapmaya devam etsin, geridekiler yine yerinde…

Geriye kalan bizdendir. Aradakilerden kalan sağlar da bizimdir. Vermeyiz.

21 Ocak 2009 Çarşamba

Yürek Burkan Bir Öykü






Çorum'da yalnız yaşadığı harabe evde yaşam mücadelesi veren 80 yaşındaki Ayşe Yıldız, kendisine uzanacak yardım eli bekliyor.

250 TL gelirinin 150 TL'sini kira verdiğini belirten yaşlı kadın, bazı günler karnını doyurmak için şekerli su yapıp ekmeğini suya bandığını söyledi. Uzun yıllar önce eşinin vefat ettiğini ve yalnız kaldığını anlatan Ayşe nine, hayatta kalma mücadelesi vermeye çalıştığını anlatarak, "Tek çocuğum var onun da durumu benden daha kötü.

Bazen şekerli su bazen ise sabah kahvaltısında içine bir kase yoğurdun içerisine şeker katarak ekmekle yemeye çalışıyorum. Sadece karnımı doyursunlar yeter. Yaşım geçmiş, bu yaştan sonra ben parayı neyleyim, Huzurevine gitmek istemiyorum, şu yalnız dünyamda karnımı doyursunlar, bir de küçük bir soba alsınlar bana yeter" diye konuştu.

Sobayı yakamadığı günlerde soğukta oturduğunu ve battaniyeye sarılarak ısınmaya çalıştığını söyleyen yaşlı kadın, hayırsever vatandaşların kendisine yardım etmesini istedi.

4 Ocak 2009 Pazar

Kendini Çocuğunun Eğitimine Adadı







İzmirli anne, yürüme engelli 10 yaşındaki kızını kucağında okula götürüyor, teneffüste de kucağında bahçeye çıkarıyor..


İzmir'in Tire ilçesine bağlı Boynuyoğun köyünde yaşayan 36 yaşındaki Ayşe Keçeci, kendini, doğuştan yürüme engeli olan kızının eğitimine adadı. Taşımalı sistemle 5 kilometre mesafede bulunan ilçedeki Şehit Ali İhsan Kalmaz İlköğretim Okulu'nda okuyan 10 yaşındaki kızını 5 yıldır her sabah hazırlayıp yağmur çamur demeden kucağında okula taşıyan fedakâr anne, okulda bekliyor ve teneffüste de kızını yine kucağında bahçeye çıkarıyor. Saat 15.00'te dersler bitince de kızını servisle köye geri götürüyor. Eşi Mehmet Keçeci'nin (41) inşaat işçiliği yaptığını ve zar zor geçindiklerini söyleyen fedakâr anne şunları anlatıyor: "Ameliyat ve tedavi masraflarını eşimin sigortası karşılıyor. Ancak okul masraflarını zorlukla karşılıyoruz. Ben de bütün gün kızımı okulda beklemek zorunda kaldığım için çalışamıyorum. Kızıma akülü bir tekerlekli sandalye alınırsa belki daha rahat eder."

İDEALİ İNGİLİZCE ÖĞRETMENLİĞİ
Başarılı bir öğrenci olan Hatice de, öğretmeni ve arkadaşları tarafından da çok seviliyor. İleride İngilizce öğretmeni olmak istediğini belirten küçük kız, "İki kez ameliyat geçirmeme rağmen şimdilik yürüyemiyorum. Ancak doktor amcalar son bir ameliyat geçirdikten sonra ileride yürüyebileceğimi söylüyorlar. Okuluma tek başıma gidemiyorum. Çünkü hiçbir okul yapılırken engelli öğrenciler düşünülmemiş" diye sitem ediyor.

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...