30 Aralık 2007 Pazar

Öyle Ağırım ki...











ÖYLE AĞIRIM Kİ…


Yüreklerin konuştuğu bir mikrokozmosu yaşamaya çalışınca, yorulmamak ne mümkün…Dillere inanmayan bir yaşamda var olmaya çalışırken, yaşamın ağır gelmemesi ne zor…Yaşamda kendini oluşturmaya çalışırken, değerlerimizi inandığımız gibi yaşayamamak, ne anlamsız…

Yüreklerin konuştuğu, dillerin anlamını yitirdiği, değerlerin bildiğimiz gibi yaşanmadığı bir yaşam ne ağır…

Böyle ruh haletinde mutlu olabilmek ne kolay…Mutluluğun derinlerden geldiğini bilenlere… Ağırlığı yaşayabilmenin bile mutluluk verdiğini düşünenlere…Mutlu olabilmeyi önce kendinde başarabilenlere…

Kendi yüreklerimizi konuşturduğumuzda, dillerin anlamını yitirmesinin güzelliğini gördüğümüzde, ağırlığın yüreklerimizi olgunlaştırdığını yaşadığımızda… Mutluluk kendiliğinden gelir önce yüreğimize, sonra yüzümüze…

Yüzümüzdeki mutluluk kıpırtısı, göz altlarımızdaki torbaları, yılların ağırlığını görünmez kıldığında, herkese sunduğumuz mutluluk çoşkusu sarar tüm yürekleri, ağırlığıyla birlikte.

Ağırlığın mutlulukla ardı ardına gelmesine şaşırmayın. Ağırlığın, olgunlukla eş duruşuna bakarak şaşırmayın. Olgunluğun yaşamda her küçük şeyde, mutluluk bulacak bir amaç edinmesi hiç şaşırtmasın. Olgunca, ağır bakılan yaşamda derinlerin her zaman işe yaradığını bilerek şaşırmayın.

Yaşamda, yaşadıklarının göz altlarını çökerttiği insanların gözleri, bir başka güler. Daha derinlere güler, yüzlerden öte. Kendimizi daha iyi hissettirecek bir gülümseme. Rahatlıkla kendimizi anlatacağımız güzel bir yüreğin yansıması gibi…

Ağladıkça rahatlayan gözlerin yüreklere verdiği ağırlıkla, yüreklerin kendini bulması, evrendeki yerini, evrendeki algılanışını… her şey bir başka görünür. Hiçbir şeyin anlamsızlığını hissetmeden, yaşamın içindeyse… acı veriyorsa…Acılara karşı durabilmenin huzuru ile…

“Öyle ağırım ki” sözünün mutluluk çağrıştırdığını yaşadığımdan, ağırlaşan insana daha dikkat kesilmenin, tüm yürekleri olgunlaştırdığına inanmam bundan. Belki kendimden bir parça… bilemem.

Öyle ağırım ki… öyle ağırsın ki… öyle ağır ki… ağırlar… Ağır hissedenlere hafifletici sözler…Mutluluk da yanında hediye…

Reyhan Gazel

26 Aralık 2007 Çarşamba

"Ötekileştirdiğimiz" İnsanlar



"ÖTEKİLEŞTİRDİĞİMİZ" İNSANLAR


Birkaç gündür oğlum ciddi sıkıntılar yaşıyor ve yaşatıyor. Derdini tam anlatamadığından, tepkilerini çözmek zorunda kalmak kaçınamayacağımız bir gerçek. Çözüyorum şifreleri, ard ardına yerleştirdiğimizde zor olmuyor. Ellerini daha sert ısırıyor, okula giderken üzerini giymemek için direniyor, sürekli birilerini kızdırmak istiyor…

Sıkıntısı var. Üstelik tepki verdiği arkadaşları…Onları çok seviyor ama yanlarına gitmek istemiyor. Neden acaba? Bir çocuk arkadaşlarını hem sevip hem yanlarında olmak istemiyorsa burada ciddi bir iletişim sorunu vardır. Bunu anlayabilmek zor değil.

Anlayabilmek zor olmasa da sorunu çözebilmek kolay değil. Bir çocuğun, bir başka çocukla iletişim şeklini değiştirebilmek kolay değil. Sorun değişmeyince yaşamda yaşanan bu sıkıntı, yaş büyüdükçe daha büyür. Bir süre sonra hiç çözülemez. Ağaç yaşken eğilir…

Yaşamın içinde birbirinden oldukça farklı insanları her zaman rahatlıkla görürüz. Konuşamayan, kilosunda normal dışı durum bulunan, bedeni herkes gibi olmayan…Biz bu insanlara “engelli” der geçeriz. Bizden uzak olsun da, söylemlerini de yanlarında yüreklerimizden geçirerek. Duygunun “engeli” olmayacağını düşünmeden, tıpkı yaşın olmadığı gibi. Duygu her yaşta, her şartta aynı izleri bırakır yüreklerde…

İstenmemek, kabul görmemek kolay baş edilir bir duygu değildir herkes için. Sürekli istenmemek ise görünmeyen engelleri ortaya çıkarır, bilene. Var olan engelin yanında üstelik. Tüm engelliler ve ailelerinin gerçekte yaşadığı gibi. Bir başka engelle de mücadele etmek zorunda kalmak kolay baş edilir değildir.

Ötekiler deyip bir kenara bıraktığımız “insanların” , bırakılan kenarda neler yaşadığını düşünmemek öncelikle “ insan” olmaya ihanettir. Evde konuşacak kimsesi olmadığı için ağlayan yavrularımla konuştuğumda , yaşanan ihaneti daha net görmek, yine de onlar için sevgi beklemek çok mu anlamsız?

Dışarıda “ötekileştirilmiş” gençlerin içinde bulunduğu sıkıntılı ruhsal durumları her an gördüğümden, yürekten üzülürüm. Yalnızlıklarını bile yaşamın kendisi diye düşünen gencecik bedenleri… Bir insan merhabasında kabaran yüreklerini yanlarında görmenin, o an aldıkları hazzı onlarla yaşayabilmenin bir sonraki adımını bildiğimden, içim daha büyük acı duyar. Vazife galibi olarak hayır yapmanın sonucunda rahat rahat evlerine dönmeleri gördüğümden... Ne vazifesi? Yaşam bu kadar mı basit, tek düze? Hep aynı insanlarla…

Merak etmeyin oğlumun sorununu çözebilirim. Yanındayız, hep… Ama her “öteki” çocuk bu kadar şanslı mı? Mücadele etmeyen, edemeyen ailelerinin yanında, arkadaşlarından sürekli uzakta kalabilmek o küçük yüreklerde nasıl yansır bilir misiniz? Ya da düşünebilir misiniz? Düşünmek bile istemeyenler için sözüm, düşünün!… Düşünün ki birilerini de düşündürün. Küçük yavruların, genç bedenlerin “ötekileştirilmesine” izin vermeyin. Onları sokaklarda görebilirseniz tabii ki. Onlar evlerinde, herkesten uzakta…Ama yürekleri hepimizle…Bekliyorlar.

Reyhan Gazel

Bu Dünyanın Dışından



BU DÜNYANIN DIŞINDAN


Yaşamı derinlerden, derin gibi durmayan bir bakışla baktığımdan, bazen herkes “yabancı” olur. Benim dünyama, mikrokozmosuma, baktığım yere…Karar veremem. “Ben mi dünyalıyım, gördüklerimin tümü mü? “Birileri bu dünyanın dışında, ama hangi taraf?

Bu duyguyu zaman zaman herkesin, “insan” olduğu için yaşadığını bildiğimden rahatça söylerim, çekinmeden, garipsenecek diye düşünmeden…Yüreğimden aktığı gibi…

Ait olmama hissinin her insanı tükettiğini bilmek de kendime getirir. Tükenmemek, var olmaya, yaşayabilmeye devam edebilmek için. Toparlanırım beynimin desteği ile yüreğimi geriye atarak. Hep olduğu gibi yüreğime haksızlık yaparak.

Acıları sonuna kadar yaşayamamak insanı ne kadar tüketirse, yürekleri, yüreklerin istediği gibi yaşayamamak da aynı oranda tüketir. Bunu bilerek haksızlığa devam etmenin yürekteki yansımasını, bastırılmışlığını da yaşayarak, yaşatarak… Ne yazık ki.

Yüreklerin istediklerini yaşayamamak, yüreklere rağmen yaşama tutunmaya çalışmak da boğar, bunu da iyi bilirim. Ama ne yardan ne serden geçilir, bunu hepsinden çok bilirim. Her insan gibi…Bana ait olmayan bir düşünce ile…

Yürekler bir yere bakarken, beyinler başka yere bakabilir. İkisini orta yerde buluşturmanın ne kadar yorduğunu da herkes bilir, benim kadar. Ama belki de farkım; “söylerim.” Utanmadan, sıkılmadan, kimseleri düşünmeden… En azından bunu yapabilirim.

Bu dünyanın dışında bulunma hissi, bir film izlemeye benzer, bilene…Film izler gibi gerçeği gözlemek bazen keyifli de olur. İnsanlara karışmadan, yorum yapmadan, işin sonunu düşünmeden, karşımıza çıktığı kadarını görerek…

Ancak; düşünmeden yaşanan yaşama, yakın yaşamak zorunda olmak, yorar, üzer, kızdırır. Bunların tümü acıtır. Acıyan yer yürek olunca da acı hissi, şiddeti daha büyür. Bilene…

”İnsanların” yaşamda var olabilme isteklerini anlayamadığımda yaşadığım duygular bunlar. Anlayamadığımda, anlamayı bıraktığım anda da geçen duygular aynı zamanda. Her insan gibi. Bazen anlayamamanın, algılayamamayla eş olmadığını bildiğimden rahatça söylerim de. Bu duyguları yaşadığım anlarda, kendimi bu dünyanın dışında gördüğümden, o zaman yürek daha az acır.

Yine de yaşayabilmek, her şeye rağmen küçük evrenimizde mutlu olabilmek zor değildir. Biraz içeriden, biraz dışarıdan… Bu böyle gider, zaman aktıkça. Bir gün toprağa kavuşana dek…

Hangi dünyada okuyorsanız, keyifli anlar dilerim.

Reyhan Gazel

23 Aralık 2007 Pazar

Unutulanların Dışında Unuttuklarım



UNUTULANLARIN DIŞINDA UNUTTUKLARIM


Yazılarımı dikkatle takip ederek beni onurlandıran aydın bir abim, son yazılarımdaki ruhsal durumumu analiz etti. “Gittikçe içe kapandığını düşünüyorum.”

Haklı. Benimle ilgili dikkatine de sevinmedim değil. Yazabildikçe, daha içe dönük yazıların ortaya çıktığını fark etmiştim aslında. Her yazdığım yazıda biraz daha derinleşerek, aslında “yüreklerin ne kadar derin” olduğunu göstermeye çalıştığımın anlaşılması mutlu etti.

Ana temam “yürek” olunca, insanı “insan” yapanın “yüreği” olduğunu vurgulayınca, yazılardaki içe dönüş de temellenmiş oluyor aslında. Yüreğin derinliğini bildiğimden…Yaşamdaki her şeyin çıkışı olduğunu düşündüğümden…Asıl var olanın “yürek” olduğunu anladığımdan…

“Yüreklerin”, “yüreklere” katkısının sınırsızlığı da unutmamam gerekenlerden. “Yürekten”, “yüreğe” geçişi de unutmamam gerektiği gibi… “Yüreklerin” solduğunda yanındaki “yüreklerin” neler yaşadığını anlayabilmek zor değil. “Yürekli” bakışlar için…

Bir “yüreğin” neler yaşadığını anlayabilmek için o “yüreğin” yaşadıklarını yaşamak gerekiyor mu? “Yüreklice” bakıldığında her şey o kadar açık ki…

Engelli bir çocuk annesi olarak, askere oğlumun gidemeyeceğini bile bile bir asker annesinin acısını “yüreğimde” yaşamamam için “yüreksiz” olmam gerekiyor. Ama “yürekten” bakanlar hep “yüreklidir.” Yaşantısında olmadan da sıkıntıyı “yüreğinde” yaşayandır… Tıpkı, kızı evden kaçan bir anneyi gördüğümde “yürekten” ağlamam gibi.

Yazılarımdaki hedef kitlem “yüreklilerdir.” “Yüreğini” yaşatmayan yanımda da “yüreğim” de de, “ çevremde de olamaz. Olsa da “yüreğim” almaz. Yazılarımı sevenler de “yüreklilerdir” Kendi “yüreğini” sevmeyen, besleyemeyen başka “yürekleri” zaten sevemez, besleyemez.

Unutulanların dışında unuttuklarım mutlaka vardır. Herkesin unuttuklarının tümünü unutmasam da benim unuttuklarım olabilir. Yaşamın acı veren yüzünden kaçan “yüreklerin” unutmaları daha çok acı verse de…Unutmam, unutturmam…Kendi unuttuklarımı hatırlatana minnettar kalarak…

İnsan beyninde unutmaya çalışsa da “yürekleri” unutmaz. Ancak “yürekler” kaçamasa da beyinler kaçabilir. Bunu iyi bilirim. Hep gördüğümden iyi bilirim. Benden eğlenceli yazılar, yaşamın görünen taraflarını yazmamı isteyenleri sürekli gördüğümden bilirim. Oysa ki yaşam “yüreklerdedir.” Bunu daha iyi bilirim. “Yürekten” görmeyi bildiğimden daha iyi bilirim. Herkesi, her yaşantıyı, her sıkıntıyı, her acıyı…Gülen yaşamları da görürüm. Gülen yaşamların ardındaki hüznü görebildiğimden rahat ederim. Çünkü “yüreğimle” birlikteyim.

“Yürekler” git gide derinlere akıyor, akacak da. Daha ulaşamadığım nice derinlikler olduğunu anlayabildiğimden…Keşfedilecek çok “yürek” olabilme ihtimali bile içimi sarıyor, yazı yazma isteğiyle…İnsanı “insanda” tanıyabilmenin rahatlığıyla… Görüntünün ötelerinden…

Yürekleriyle görebilenlere derinliklerinin devamını dilerim.

Reyhan Gazel

22 Aralık 2007 Cumartesi

Yürek Ritmi






YÜREK RİTMİ

Yaşamda bir ileri bir geri, iki ileri bir geri, iki ileri, bir geri… giderken, inişte çıkışı, çıkışta inişi görürken, yüreğimiz aynı yerde kalır mı? Yaşananların karmaşıklığı yürekleri nasıl etkiler?

Beyin kadar yüzeysel yaşamayan yürekler, yaşananlardan aldıklarıyla kendisini ayakta tutmak için ne kadar çabalar? Yüzeyde yaşananları derinlerden gördüğünde ne kadar etkilenir? sorularının yüreklerin yaşadıklarını net açıklayamayacağı açıktır.

Sabahları yatağımızdan kalkarken, “ Günaydın güneş, günaydın yeşil ovalar…” şeklinde güne başlamanın günün getireceklerini etkileyebilme şansı var mı? Huzurlu bir sabahın gecesini, günün garip, kontrolümüz dışındaki yorgunluğuyla karşılamanın yüreklere etkisi de aynı oranda büyük olur. Bedenden önce yüreklerin yorgunluğunu bildiğimizden…

Bir anda hızlanan gündüz telaşını, sevdiğimiz bir arkadaşımızdan gelen huzur dolu bir mesajla duraklattığımızda, yürek de duraklamaz mı? Her şeyi bir kenara bırakarak…Tüm telaşı… Bir anda evimizden gelen ani üzüntü veren haberle yüreğimiz yeniden hararet yaşamaz mı? O anda çalan telefonumuzla karşımızdaki kişiyle sakince konuşmamız gerektiği, her yaşananı bir yana itmez mi? Ya yüreğimizi…

Evden çıkarken, güne ait yapmayı unuttuğumuz bir çalışmayı hatırladığımızda yüreğimiz de sıkışmaz mı? Yetiştiremeyeceğimiz bir çalışma karşısında sıkıntısını sıkışarak göstermez mi? 2 gün sonra gideceğimiz bir toplantıda yapmamız gereken konuşmanın metni de bir anda beynimizden indiğinde, bellekle yürek çarpışmaz mı?

Yolda sıkıntılı yürürken karşılaştığımız güler yüzlü bir komşumuzla iki laf etmenin rahatlığı tüm yüreğimizi sararken, yaşama bir an için de olsa “dur” dememizin yürekteki yansıması nasıl olur?

Yaşananların tümü birbirinden o kadar ayrı ki… Getirdikleri, götürdükleri, verdikleri, aldıklarımız…Beynimizle doğru yere koyabilsek bile yüreğimizde doğru yere koyamadıklarımız…Yüreğin çoğunlukla isyanını bildiğimden rahatım. Konuşurken yürekten yüreğe akan farklı mesajların ağırlığını yaşadığımdan çoğunlukla. Diller yalan söylese de yürekten akışların doğruyu söylediğini düşündüğümden…

Bedenlerimiz dinlense bile yüreklerimizin dinlenebilmesi için belki de ayrı bir çaba göstermemiz gerekiyor. Yorgun yüreklerle üretebilmenin zorluğunu yaşamamak, gerçekten dinlenebilmek için…Yaşama arada bir de olsa ara vererek, yürekleri bir kuşun kanatlarında uçurarak…Nereye giderse oraya gidebilmesini sağlayarak…

Ritimle yaşarken, sürekli farklılıklarla baş etmeye çalışırken, yüreklerin unutulmaması dileğimle…

Reyhan Gazel

20 Aralık 2007 Perşembe

Paradigma Felci



PARADİGMA FELCİ...


“ Bence……..” diye başlayan sözler o “ben” e ait bakışı yansıtırken evrenin neresindedir? Cevap basit aslında: “ Kendi evrenin merkezinde.” Kendi evrenini tüm evren yerine koyanlar evrenin neresindedir? “bence dışında olması gerekir”

Şaka tabii ki. Kimseyi evrenin dışına çıkarmaya niyetim hiç olmadı. Kendi evrenini tüm evren zannedenler için de geçerli tabii ki bu düşüncem. Kızsam bile…

Yaşama kişisel bakışı anlatan paradigma, evreni ayraca almaktır aynı zamanda. Kendimizce bir ayraç…Kendi düşünce kalıbımıza giren her şeyi, düşünce kalıbımızdakileri, zihin haritamızı anlatır. Yani kendimize ait olan her şeyi. Yazılı olan, olmayan tüm kurallarımızı, kuralları nasıl anladığımızdan çıkardığımız sonuçları…

“Geçenlerde birisiyle tanıştım. Daha tanışır tanışmaz bana nerede oturduğumu sordu. Bu ne cüret! “
“ Ne var bunda, gayet normal, söyleseydin”
“ Nasıl kendine bu soruyu sordurtursun?”
“ Herkes her şeyi sorabilir, önemli olan senin cevabın”
“ Sorduysa ne olmuş, duyma, boş ver…”

Basit bir durum analizinde bile birbirinden oldukça farklı paradigmaları görebiliriz. Yukarıdaki yorumların da her birisi farklı zihin haritasına sahip “insan” larca söylenmiştir. Bu da normal…Yaşamın içinde herkes var…Her paradigma… Bu durum yaşamı daha güzelleştirmiyor mu?

Kesin doğru, gerçek tanımlarını kendimizce anlamaya, anlatmaya çalışırken, kendi düşünce biçimimizden büyük oranda yararlanırız. Sorun; kendimizce ait olan düşünce biçimlerini, herkesin yaşamına mal etmeye çalışmaktır. “Ben söyledim doğru bu” dememizdir.

Paradigma değişimi, paradigma felci, paradigma kayması…bu kavramların her biri, paradigmayı ayrıştırmaya, içeriğini ortaya koymaya çalışan anlayışların ürünüdür.

Bir paradigma, deneyimler ve başarısı kanıtlanmış süreçleri barındırabilir. Bu durum, bir paradigmanın her zaman başarılı olacağının da kanıtı değildir. Yeni bir paradigma, eskisini yanlışlayacak şekilde kalıpları yıkarak kendi kurallarını uyguladığında, eskisi için başarılı olabilecek bir zemin kalmaz.

Yaşamın değişimini kanıtlar gibi, paradigmaların değişebildiğini bildiğimden bu kadar rahatım. Paradigma değişimine direnenleri anlayamam, anlayamadım da. Her şey değişirken zihin haritalarının değişememesini anlamaktan da çok uzağım. Büyük firmaların bile sadece bu nedenle battığını yaşamın içinde yaşadığımdan...Kurumların, sivil toplum kuruluşlarının…

Paradigma felcine uğramamanız dileğimle…
Reyhan Gazel

19 Aralık 2007 Çarşamba

Hayat Bayram Olsa!




HAYAT BAYRAM OLSA!


Gözlerinin içinden süzülen dramın, bir dudak kıpırtısı ile sözlere dökülmesi an meselesi. Dokunsan hem konuşup hem ağlayacak. Ağlayarak konuşması “duyun, gözlerime inanmıyorsanız “ demek olmaz mı? Olur elbette ama duyana…İstediğimizi duyma yetimizi bildiğimden işe yarar mı? Emin değilim.

Bazen çok bunaldığımızda ya da çok neşeliyken “HAYAT BAYRAM OLSA” deriz. Bunaldıysak bu durumdan kurtulmak için, neşeliysek bu durumun sürmesi için…Bayramların hep keyifli geçtiğini düşünerek…

Bayramların bizlerde uyandırdığı güzel duyguları, yaşamak istememizden doğal bir tepki olmaz, bunu da bildiğimizden… Bayramlarda herkesin mutlu olduğu düşüncesini beynimizin, yüreğimizin bir taraflarına yazdığımızdan…

Oysa ki bayramlar yaşamın en güzel günleriyken, dramların da başladığı günler olabilir. Ömür boyunca, hatırlandıkça yaşanacak, yürekten asla gidemeyecek dramların…

Gözlerden yaşlar süzüldükçe, her süzülen yaşta yeniden yaşanacak…Acıların kabına sığmadığı anlarda dokununca, ağlayarak konuşulacak…. Her an… Her bayram…

Böyle durumları duyduğumuzda, yaşadığımızda “ Hayat bayram olmasın” deriz içimizden. Hayatın bayram olmasını isteyenlere sıkıntı vermeden. Kendimizi yaşamın orta yerine koymadan. Sessizce, yürekten…

Bayramlar yine de istenir. Yoğun telaşın içinde görmeye fırsat bulamadığımız dostlarımızın, akrabalarımızın yanımızda olmasını isteriz. Onların yanında mutlu olduğumuzdan, bir iki tatlı söz duymak için yollara düşeriz.

“Hayat bayram olsa!” Her an bayramlarda olduğu gibi mutlu olsak, dostlarımızın yanında, akrabalarımızın etrafında. Bayramların kıymetini bilerek yaşasak, hep bayram havasında. Bayramlarda acıları olanları da unutmadan…Hasta, yaşlı, yakınını kaybetmiş, dram içinde yaşayan…Onları da yanımıza katsak, duyguları paylaşarak azaltmak için.
Ne güzel olmaz mı?

Bayramların gerçekten bayram havasında geçmesi, acıları yaklaştırmaması
dileklerimle…

Reyhan Gazel

Bilen, Bilinen, Bildiğimiz



BİLEN, BİLİNEN, BİLDİĞİMİZ


Yaşam;

bilenin, bilinenin ve bildiğimizin etrafında dönmez mi?

Uzun uğraşlar sonucunda bindiğimiz otobüsün penceresinden bakarken, yaşam daha hoş görünmez mi? Otobüsün neden geç kaldığını bildiğimizden….Bilen olarak, bilinenle ilgilenmek durumunda olduğumuzdan… Trafik karmaşasını gördüğümüzde, yolun gidiş istikametinin de kalabalık olabileceğini düşündüğümüzden…

Hasta bir çocuğun iyileşmesinin ardındaki koşturmanın “insan”ı yorabileceği ihtimalini düşünüp, hasta çocuğu olan arkadaşımıza iyi niyetler göstermez miyiz? Bilen olarak, bilinene bildiklerimizi akıtarak.

Yaşamın orta yerinde yaşananların tümünü görüp, değerlendirip, yargıda bulunmaz yımız? Göremediklerimizle ilgili, yargıda bulunmaktan kaçınmak ise gerçek tutumumuz olmaz mı? En azından olması gereken… Ya da gördüklerimizin aslında gerçeği yansıtmayabileceğini bilerek, yargılamalardan kaçınmamız gerekmez mi? Bilen olarak kendimizi ortaya koyarak, bilinene bildiğimiz şekilde yaklaşmaz mıyız? Doğru/yanlış demeden… Ya da dememiz gerekirken…

Gökkuşağının tüm renklerini beynimizde düşünüp, yüreğimizdeki hafifletici etkisini hissetmez miyiz? Gökkuşağını konu edinip, kendimizde doğa harikası gökkuşağını bile değerlendirme yetisinde bulmaz mıyız?

Bilenlerin kendisini de bir gün bilinen yapıp, bildiğimiz şekle dönüştürmez miyiz? Dedikodu şekline…Bildiğimiz şeylerin bu şekilde ortaya çıktığını söylemeye gerek yoktur umarım. Neyi ne kadar bildiğimizi düşünmeden….

Bilen olarak, tüm evreni karşımıza da alırız yaşam döndükçe. Yaşamın döngüsüne ayak uydurmak ister gibi. Her an değişebilen bilinenlerle üstelik. Bilinende değişimin olabileceğini bilerek…Bilinen bazen küçük bir kuş olurken, bir anda evimizin koltuklarına dönüşür. Kılıflarının değişmesi gerektiğini bildiğimizden.

Yazı da bilinen durumunda karşımıza çıkar zaman zaman. Bilenler olarak emekleri bir çırpıda “bu nasıl yazı ?” diye yırtıp atarak. Emeklere ihanet ederek…

Emeklerin ağırlığının, yargıların, bildiklerimizin yeniden gözden geçirilmesi dileklerimle…

Reyhan Gazel

18 Aralık 2007 Salı

Kalp Kıranlar Okusun




KALP KIRANLAR OKUSUN


İki çocuk konuşuyormuş:
“ Sen benim kalbimi kırdın.”
“ Ben bir şey yapmadım ki”
“ Yaptın işte.”

Kalbinin kırıldığını söyleyen çocuk açık bir ifade ile kalbinin kırıldığını söylerken, diğer çocuk, arkadaşına onun kalbini kırmak için bir şey yapmadığını belirtiyor. Kim haklı?

Kimin haklılığı değil derdimiz elbette. Onlar zaten aralarında anlaşırlar, birisi özür diler, öteki sözle affeder… Ama kırılan kalbin yarattığı zarar dilde unutulsa bile kalpte unutulur mu?

Kalbin kırılması, yorgunluğunun dışa vurumudur aslında. Yürekten yaşanan tüm ilişkilerde kendini gösteren bir durumdur. Yüreklerin ortaya konması ile gelişen bir sonuçtur. Yüreğin ortada olmadığı durumda kalp kırılmaz, çünkü kırılamayacak bir yerdedir. Dışarıya çıkarılan kalp, bilerek dışarıda bırakılmıştır. Güvende olduğu düşünülerek… Ama o zaman gelen darbe vurur geçer derinlerden. Kırılır, zaten narin olan kalp.

Kalbini dışarıda bırakmış olan bir “insan” zarar görmeyeceğini düşünmüştür. En azından kalbini verdiği “insan”ın zarar vereceğini düşünmemiştir. Rahattır. Ancak, ansızın gelen bir darbe kırar, narin olan kalbin yorulmuşluğuna rağmen, hırpalar. Bunun yürekteki yansıması da aynı oranda büyük olur, bilenlere…

Kalpler yorgundur, genelde dışarıda olduğundan değil yorgunluğu, “kalp” olduğu için yorgundur. Yaşamdaki her şey bir arada olduğu için, her şeyle mücadele ettiği için, aynı anda, aynı çeviklikte… Kendi başına bir değil bir çok yaşamı yaşadığı için yorgundur. Arada bir başını dışarı çıkarttığında ise zarar görmek, acıtır, sıkar, boğar, gerer…

Kalp kıranlar diye bir meslek yoktur. Bu işi yapanlar her meslekten olabilir, yan iş gibidir. Her yaşta, her şartta, her ilişkide ortaya çıkar, ansızın. Beklenmedik biçimde. Neden böyle olduğunu bilen pek olmaz. Ya da ben rastlamadım.

Belki de tüm yaşamdaki ilişkilerimizde, kimin kalbi dışarıda kimin içeride bilmemiz gerekir. Dışarıda kalbi olanlara, bize güvendikleri için daha hassas davranmak önemlidir. Dışarıdaki kalbi kırmak bir tarafa, okşamak gerekir, sözle değil sadece… Mutlulukla, sıkılmadan hem de…

Hiç bir “insan” ın öteye bıraktığı kalbinin kırılmamasını isterim. "Her insan gülsün" ilkesiyle…

Reyhan Gazel

Kadınlar... Okumalı




KADINLAR... OKUMALI


Kadınlar…yürekleri ağlasa da yüzleri gülen, inadına ayakta kalanlar…Yaşamın olanca yükünü sırtlandıklarında bile yaşamı canlı tutan, yıkılmayanlar… Geleceğin görünmeyen mimarları… Sessizce toplumu, toplumun içinden, kimselere belli etmeden kuranlar… Tüm güzellikleri bedenlerinde ve yüreklerinde tutanlar… Dışarıya açılmalarını engelleyenlere rağmen her buldukları fırsatta okumayı, öğrenmeyi bekleyenler…

Geleceğin görünmeyen mimarları yine iş başında. Onca işlerinin arasında birkaç satır dünyadan haber alabilmek için didinmişler okumayı öğrenmişler. Ne de iyi yapmışlar. Her yaşta öğrenmek insanı yaşama daha anlamlı kılıyor, bunun hazzını almışlar. “Ömür boyu öğrenmeyi” önce beyinlerinde görmüşler. Okumanın önemini, yazabilmeyi, güzellikleri kendi elleriyle gösterebilmeyi…

Çocuklarının önünde mahcup duruma düşmeyecekler artık. “ Anne sen bunları bilmiyorsun” söylemleri onlardan çok uzak. Çünkü onlar da biliyor, daha da bilecekler. Eşlerine telefon açtırmak zorunda değiller anneleriyle görüşmek için. Çocuklarının ödevlerine yardımcı olabilmenin mutluluğu her şeye değecek. Kim bilir?

Ne mutlu size, ne mutlu ki bana yaşamımın en güzel Kadınlar Gününü yaşattınız, kendinizi yine kendiniz kıldınız, mutluluğunuzu sizin gibi yıllar sonra okumayı öğrenen arkadaşlarınızla paylaştınız. Daha anlamlı yaşam için rahat bir nefes aldınız. Siz mutlu oldukça bizler de buralardan bu güzel kahkahaları duyacağız emin olun. Yetiştirdiğiniz çocuklarınızla Ülkemiz adına daha yaşanılır günleri görebilecek olmanın huzurunu verdiniz herkese.

Eli öpülesi güzel kadınlar, yürekleri güzel, kendileri güzel, hayalleri gerçeğe dönüşen kadınlar… Örnek oldunuz bizlere, her şarta rağmen üretemeyenlere…

Tüm güzellikler sizlerle olsun.

Her Şeye Aşığım



HER ŞEYE AŞIĞIM


Durup dururken, göklerdeki kuşları yüreğimizde uçururken, dağların büyüklüğünü beynimizde anlayamazken, çimenlerin kıpır kıpır oluşunu gözlerimizle görerek değil, tenimizle hissederken ‘aşık’ olmamak ne mümkün. Her şeye aşık olamamak ne zor.

Aşka ‘aşık’ olmaktan öte, aşık olunacaklara ‘aşık’ olmak, aşkın kendisine değil, aşkı bulduklarımıza ‘aşık’ olabilmek beklenen bir bakış olmalı, yaşamın arasından.

Aşkı ‘aşkta’ bulmak, aşkın kendisinde bulmak, aşkı ‘aşık’ olunanda düşünmek de bir bakış, yaşama bakış… Yaşanılana bakış…Yaşanılmasını istenene bakış…

Kuşların yüreklere katkısını bildiğimden rahatım. Yüreklerim uçabilmesini istediğimden rahatım, uçan yüreklerin her şeyi görebildiğinden rahatım…

Yürekler uçarken, ‘insanı’ yüreklice yaşaması bana bunları yazdırtıyor. ‘İnsanı’, insanda yaşayan yüreklerin, her şeyi yüreklice görebilmesi yazdırtıyor. Yazdırtacak da…

Ağlayan bir ‘insanın’ neden ağladığını bilmek, ağlamaması için nasıl yaşaması gerektiğini bilmek, yaşama, ‘insana’ müdahale edememek kızdırıyor. Nice ‘aşk’ varken görememek, göremeyenlerin çokluğu uğraştırıyor. ‘İnsan’ adına uğraş…

‘Aşka’ ulaşamayanlar ‘insan’a da ulaşamaz düşüncem yüreğimde başı boş gezerken, dolu yerlerde kendini bulamaması üzüyor. Dolu yüreklerin ‘boş’ olduğunu bildiğimden…

Güzelliklerin, ‘güzel’ olanda güzelleşebileceğini yaşadığımdan, ‘güzel’e ulaşmaktan imtina edenlere kızmam da doğal.Yaşamın ‘güzel’ liğini göremedikleri için…’Güzel’ e ‘aşık’ olamadıkları için…

Her şey o kadar ‘güzel’ ki, ‘aşk’la bakıldığında…’aşık’ olunabildiğinde…Böcek bile güzel ‘aşık’ olarak görüldüğünde.

Yaşamı ‘aşk’ ile seyrettiğimizde, ‘güzel’ likleri görüp ‘aşık’ olduğumuzda yaşam daha anlamlı olmaz mı?

‘Aşk’ların yaşamı ‘güzel’liklere dönüştürmesi dileğimle…

Reyhan Gazel

Eşitlikçi Yaşam Algısı





EŞİTLİKÇİ YAŞAM ALGISI


19. Yüzyılın ilk yarısından sonra kendini daha da belirginleştirmeye başlayan, Batı ile Türk Toplumunun ayrıştığı temel noktalardan birisini Ahmed Mithat 1870'lerde " Batıda koca koca konaklar varmış.; fakat bunlara tasarruf bahtiyarlığı üç-beş kişiye münhasır kalacaksa koca koca binalar bulunacağına ufak ufak binalar bulunsun da herkes mal sahibi olsun…" diyerek aydın Türk duruşunu anlatmış.

Ahmed Mithat, büyük sanayi devriminin başladığı 19. yüzyıldan itibaren toplumları bekleyen büyük tehlikeyi de sezebilmiş, kişisel çıkarların arttığını, karşılıksız iyiliklerin azaldığını vurgulamıştır. Ahmed Mithat, daha çok İslamiyete dayalı, dengeli bir ekonomi modelini savunuyordu. " Ne demek? Cümlemizi bir Allah yaratmadı mı? Cümlemiz anasır-ı erbadan mürettep değil miyiz? Hepimizde cevheri insaniyet müsavi değil mi? … " Sözlerine bugün bile şapka çıkartıyor olmamız hala böyle bir özlemin sonucu olsa gerek.

İslami kültürün anlattığı, anlamamız gereken, "komşusu açken tok uyuyan bizden değildir.…" anlayışının ekonomi modeli haline gelmesi, sanayileşme sürecinde olan Türkiye'de batılılaşmış insanları bile rahatlatacak türden bir anlatımdır. "Her insan eşittir" ilkesinin beyinlerdeki, yüreklerdeki kalıcılığıyla bu söylem rahatsızlık vermez. Rahatsızlık vermemesinin ötesinde, günümüzün sentez değerlerine de katkı yapar.

Biliyoruz ki, "insan", var olma nedeniyle, var olabilme şartlarıyla kendisini mikrokozmos ( küçük bir evren) olarak oluşturmaya çalışan tek varlıktır. Aynı zamanda mikrokozmosunda kendisine ait değerlerini, yaşam standartlarını oluşturmaya çalışan da tek varlıktır. Yaşayabilmek için barınmak, korunmak, sıcak yemek yiyebilmek, giyinmek … zorunda olan bu tek varlık yine tek başına doğaya karşı durabilmek için de didinir, durur.

Yine "insan", barınmak, korunmak, sıcak yemek yiyebilmekten öte, ihtiyaç fazlası büyük konaklarda yaşamayı da bilmiş, bir başka "insan" açken sıcak yemekleri daha soğutmadan çöpe dökebilmiş bir varlıktır. Yazık çok yazık…

Batılı bir "insan" ile Türk "insanı" arasındaki engin farkı görmezden gelebilmek zordur. Ama "batılılaşmış insan" ile yaşamak durumunda olan "insanı" bugün bile görebiliyor olmamız insanlık adına çok üzücüdür. Her "insanın" bir olduğuna yüreklerden inananlar olarak üstelik…

Yine de inatla "Yaşam herkese gülsün" ilkesiyle küçük bir köşeden de olsa "insan" vurgusuna katkı yapabilmek büyük mutluluk benim için. Sizlerin de bu ilkeye bağlı olduğunuzu bilerek üstelik…

Sevgiyle kalın
Reyhan Gazel

17 Aralık 2007 Pazartesi

Yüreğimdeki Kuş






YÜREĞİMDEKİ KUŞ



Akıp giden zamanda mutsuzluğun, acıların kendisini yok etmeye başladığı anlarda, yüreğime bir kuş konar. Bu kuş yüreğimin içine o kadar narin konar ki, yük olmak bir tarafa yüreğimin yükünü kendi sırtına alır. Küçücük bir kuş, yüreklice yaşamı kendi sırtına alacak kadar büyür gözümde.

Yüreğim ağırlaşınca, kuşun kanatları da daha hızlı çırpmaya başlar. Ferahlatmak için, kendine getirmek için…Çırparken küçücük kanatlardan o kadar büyük bir rüzgar çıkar ki, yüreğim kendine gelmeye başlar.

Yüreğim dayanıklıdır çoğu zaman, kuşa gerek duymaz. Yine de kuşu kendi üzerinde tutmayı yeğler. Kaybolmaması için, her an göz önünde tutarak…Onun da yaralı olduğunu gördüğünden…

Yaralı yüreğim, yaralı bir kuşu sever. Yaralılar birbirini rahatlatabilir…Yan yana, koyun koyuna…Yaralı olmanın ne olduğunu bildiğinden kuş tekrar celallenir…Daha hızlı daha hızlı çırpar kanatlarını… Ama o kadar halsizdir ki küçük kanatları, yüreğim bile bazen kıpırdatamaz.

Yüreğimin kuşun kanatlarını halsizlikten kurtarmak için, zor olsa da yerinden kalkması beynimi yerinden oynatır. Beynim yüreğimin dinlenmesi gerektiğini bildiğinden kızar. “ Rahat dur! her yaralı kuşu iyileştirmek zorunda değilsin” Ama yüreğim dinlemez. Çünkü o kuş da yaralıdır, yüreğim gibi. Kol kola, birbirlerini ayakta tutabilmek için and içmişlerdir. Kim daha iyiyse ötekinin kolundan tutar. Bu böyle gider beynime rağmen.

Yüreğim yüreğinde kuş olmayanları hiç anlayamaz. Kuşun küçük kanatlarına gerek duymayanları “yürekli” saymaz. Kuşun yüreğime katkısını bilir, “böyle yaşamak ‘yürekli’ bir yaşamdır” der. Kuş da bunun farkındadır. Bu nedenle kıymetini bilmeyen “yüreklerden” uzak durur, yaklaşmaz. Kırılgan olduğundan…daha da kırılmamak için…

Yüreğim beynime rağmen kendini bir şekilde ayakta tutar. Bazen kuşu “kuş” un kendisi için iyileştirerek, bazen kuş, yüreğimi ”yüreğim” olduğu için iyileştirerek… Böyle bir döngü vardır içimde… Hep de var olacak bir döngü…Zaman aktıkça…

Beynime “gel bizimle birlikte ol ” derler her ikisi de. Beynim ikisini de sevmeye başlamıştır, çaresizce… Ayıramayacağını bildiğinden, yaşadığından… Bir gün büyük bir sürprizle yanlarına gider ve “ Artık hiç ayrılmayalım. Beni de alın” demek ister gibi, sessizce gülümser. Mutlu son ya da başlangıç…

Yüreğinde küçük bir kuşu daima bulunduranlara…

Reyhan Gazel

Hz. Mevlana'yla Yürek Yüreğe




HZ. MEVLANA’YLA YÜREK YÜREĞE


Kendi yaşamımı kendi ellerimle var etmeye çalışırken, bana kılavuzluk yapan düşünürleri, hocalarımı, …bir tarafa bırakmam mümkün değil. Tüm kendini var etmeye çalışan, kendi yüreğini kendi ellerinde tutmak isteyenler gibi. “İnsan” olarak küçük evrenimizi yaratırken, evrenin içinde, kendi evrenlerinden bizi faydalandırmış, Hz. Mevlana’yı unutmadan…

“Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,
Bizim dergahımız, umitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...”

Diyecek kadar “insana” aşık, “insanı insanda bulan”, büyük mutasavvufu günümüzde daha sık okumanın yüreklere katkısının büyük olduğunu, önce yüreklerde yaşamak gerek.

“Aklın varsa bir başka akılla dost ol da, işlerini danışarak yap” Sözü günümüzün gençlerine, sadece kendi aklına güvenenlere bir şeyler anlatmıyor mu? Anlatılanları anlayabildiğimizde, bu sözü yaşamımıza geçirebilmenin zorluğunu bilerek, yine de inatla ortak akıl aramamızın gerekliliği daha akılcı ortaya çıkmıyor mu?

“Hayatı sen aldıktan sonra ölmek, şeker gibi tatlı şeydir. Seninle olduktan sonra ölüm, tatlı candan daha tatlıdır...” ‘Yüreğiyle yüzyıllardır beyinlerde yaşayan Hz. Mevlana ancak “aşk”ı bu kadar güzel anlatabilirdi’, diyesi geliyor insanın. Bu öyle bir “aşk” ki, “aşk”a ulaştıktan sonra ölümün bile tadı değiştirebiliyor. İnsanın bu kadar güzel tadı olan ölümü, “aşk”ı bulduktan sonra istemesi, yaşamın içinde en acı durum olarak düşünülen “ölümü” bile güzelleştiriyor.

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız
Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir...
Güneş olmak ve altın ışıklar halinde
Ummanlara ve çöllere saçılmak isterdim
Gece esen ve suçsuzların ahına karışan
Yüz rüzgarı olmak isterdim....”

Mekanın cennet olsun Hz. Mevlana. Rahat uyu. Sizi herkes yerde değil, yüreklerde buluyor. Yüreklere Güneş gibi o kadar sıcacık, sımsıkı girdiniz ki çıkmanız mümkün değil. Her rüzgar estiğinde, yaşamın içinden “insan”a ulaşmak isteyen tüm “yürekliler”, sizi anıyor. Yüzyıllardır hem de. Hiç sıkılmadan, bir an bile unutmadan…

“ Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol... “ Olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olanlara küçük bir hediye…

Sevgiyle kalın
Reyhan Gazel

16 Aralık 2007 Pazar

Avuç İçi Kadar Mutluluk Yeter






AVUÇ İÇİ KADAR MUTLULUK YETER


Gençliğimin şarkısı şimdilerde yine popüler; “avuç içi kadar mutluluk yeter….” Gençliğimde de bugün de aynı tadı aldığım nadir şarkılardan birisi. İnsanın küçük şeylerle de mutlu olabilmesini anlattığı, pekiştirdiği için…

Bir insanın mutlu olabilmesi için büyük, pahalı, yüreğinin dışında, kendi içinden çıkmayan… şeylerin yetmeyeceğini bildiğimden, avuç içi kadar mutlulukla da gerçekten mutlu olunmasını istediğimden, arzu duyduğumdan, şu an bunları yazabilmekten mutluluk duyabildiğimden …..

Mutluluk günümüz insanın en büyük isteğidir. Statü, para, ev satın alma…tümünün ansanı mutluluğa çıkartacağı düşünülür. Küçücük şeylerle mutluluk duyamayacağımız var sayılır. Oysa ki insan küçük şeylerle de mutlu olabildiği sürece mutludur. Üstelik o zaman her zaman, her şartta mutludur.

Evden çıkıp işe yetişmek durumunda olduğumuz an, geç kalma endişesinin yanı başımızda beliren bir otobüsle kaybolması, mutluluk değil midir?

Evde sıkıntıyla bir o yana bir bu yana dolaşırken, bir anda sevdiğimizden gelen telefon mutlu etmez mi? Tıpkı ansızın sevdiğimiz ama izini kaybettiğimiz, arkadaşımıza rastlarken yaşadığımız güzel duygular gibi…

Küçük şeylerle mutlu olabilenlerin yaşamda mutlulukla sıkıntılarının olmadığını bildiğimden, her şeyin mutluluk aracı olarak görülmesini isterim. Çünkü mutluluğu bize getiren her şeyin bir araç olduğunu düşünerek, bilerek…Gerçek mutluluğun yüreğimize ait olanları yaşamamıza bağlı olduğunu anlatabildiğimden…

Küçük şeylerle mutlu olamayanların büyük şeylerle de- büyük şeyler neyse- mutlu olamayacağı açıktır. Mutluluk bir duygudur, güzelliklerin yaşandığı bir duygu. Bunu yaşayabilmek için yaşama güzellikle bakmanın gerekliliği nettir bilenler için. Güzellikle bakanlar yaşamın içindeki her şeyden de haz duyarak yaşarlar.Büyük, küçük demeden…

Güzellikle bakanlar, yaşamda mutluluk sergileyenler, aslında kendi içlerinde mutluluğun ilacını bulabilenlerdir. Kendilerine ait olan ilacı, sadece kendilerinin kullanabildiği ilacı… Çünkü, mutluluk reçetesi her yürek için ayrı verilir. Bu reçeteyi ise her insan, sadece kendisi için, kendisine yazabilir. O zaman reçetenin içindeki ilacın yaşamdaki küçük, büyük karşılıkları görülebilir. Görüldüğünde de mutluluk gelir. Gözler daha ışık saçar, eller kıpır kıpır, beden bir o yanda bir bu yanda…Üretken, huzur dolu…

Avuç içine sığacak kadar küçük şeylerle de mutlu mutlu yaşanabilir. Avucumuzu dolduramasa bile, yüreğimizi dolduran nice güzellikleri yaşamda görebilmek, yaşamı daha iyi anlayabilmek için yaşamın içinden bakabilmek gerekir. O zaman küçük şeylerin anlamı yüreklere yönelir. Yüreklere yönelen ise, yürekten çıkanlara en güzel zemindir.

Avuç içlerinizi sıkın ki küçük mutluluklarınız da kaçmasın.

Reyhan Gazel

Gökkuşağının Altındakiler








GÖKKUŞAĞININ ALTINDAKİLER


Her yağmur ardından gökkuşağını getirir. Altından geçmek için insanlar koştursun diye. Gökkuşağının altından geçenlerin tüm dileklerinin kabulünün varsayılmasıdır koşturmacanın nedeni. Gökkuşağını daha yakından görmek için değil.

Oysa ki gökkuşağı büyük bir doğa harikasıdır, tüm dileklerin kabulü için altından geçilmek istenmesi onun kendi değerini azaltmaz.

Tüm dileklerin kabulü için doğa harikasının altından geçmenin gerekliliği güzel bir aldatmacadır aslında. Bu işi becerebilmenin zorluğu, hatta çoğunlukla imkansızlığı bir mesaj veriyor olsa gerek. Görebilene…

Tüm dileklerimizin kabülü için sadece doğa harikasının altından geçmenin yetmeyeceği aşıkardır anlayana… Yaşamda hiçbir isteğin çabalamadan gelmediğini, gerçekleşmediğini bilenler için…”Gökkuşağı bul, altından geç ve isteklerine kavuş” düşüncesi gökkuşağı bulmanın zorluğu bir yana, altından geçebilmenin de zorluğunu anlatır. Tüm dileklerimizin gerçekleşebilmesinin zorluğunu anlatırcasına…

Bir şeyi başarabilmek için epeyce uğraşmak gerekir. Ter dökmek, zaman zaman koşturmak, inmek, çıkmak, yorulmamak…tıpkı gökkuşağının altından geçmek istenirken verilen çaba gibi…Belki bir provadır, yaşamdaki isteklerimizin gerçekleşebilmesini kolaylaştırmak için. Kim bilir?

Doğa yağmurla temizlenirken, sokaklar, çiçekler, kuşlar, ağaçlar, evler, çatılar…ardından doğanın başına taç takılır. Tertemiz, mis gibi, insana yaşam enerjisi veren renkleriyle. Bu renkler sıradan renkler de değildir, birbiri ardına göze hoş gelen, cıvıl cıvıl, mutluluk veren renklerin birlikteliği. Altından geçmek istemek yürek ister, yüreği olana… O güzelliğe yaklaştıkça gözleri kamaştırdığından…Tıpkı dileklerimize yakınlaştığımızda yaşadığımız gibi…

Doğanın tacı gökkuşağı, bu yazıyı okuyanların başında olsun

Sevgiyle kalın
Reyhan Gazel

Geride Kalan





GERİDE KALAN

“Hayat yokuşunu tırmanırken, karşılaştığınız insanlara iyi davranın, çünkü inişte yine onlarla karşılaşacaksınız.” Sözü, özlü bir söz müdür? Neyi anlatmaya çalışıyor?, Anlatmak istediğini anlatabiliyor mu? Özlü söz nedir? … Sözün özü ile bir yakınlığı var mıdır?

Çevremizde yaşam üzerine, yaşamın içerikleri ile ilgili o kadar “özlü söz” var ki…Her birisi sanki en doğruyu anlatabiliyormuş gibi etkileyebildiği, ulaşabildiği tüm insanların yaşamları üzerinde etkili olmak isteyenler tarafından başa kalkılır gibi söylenip durulur.

Yukarıdaki söz de büyük ihtimalle birisi bir yere çıkarken! geride unutulmuş bir başka kişinin hislerini anlatıyor:

“Çıktığın yerden ineceksin” Varan 1
“ İnmesen bile seni indirecekler” Varan 2
“Çıkarken yanında kimseyi götürmedin, hesabı sorulacak” Varan 3
“Aşağı inerken biz çıkmayı başaramadığımız için aynı yerde bekliyoruz hala” Varan 4
“ İnerken kesinlikle bizimle karşılaşacaksın” Varan 5
“Yanımıza indiğinde artık seninle görüşmeyeceğiz.” Varan 6
“ Kesinlikle yalnız kalacaksın, mutsuz olacaksın” Varan 7
“ Çıktın da ne oldu niye mutsuzsun, en iyisi ya çıkma ya bizi de çıkar” Varan 8
…………………………………………………………………………………..

Yaşama ilişkin kesin tutumların, genellemelerin, yaşamın, insanı doğrudan yargılanması ne kadar doğrudur? Nereye çıktığı belli olmayan bir kişinin daha çıkar çıkmaz, “sen mutsuz olacaksın çünkü biz çıkamadık” şeklindeki söylemlerle rahatsız edilmesi kendisini var etmeye çalışan bir insana söylenecek söz olmamalı. Çıkar çıkmaz ineceğinin hatırlatılması ise ayrı bir olumsuzluk. Üstelik “çıkmak” kelimesi bile ayrı bir tartışma konusuyken… Nereye çıkıyoruz?, Ne için çıkıyoruz ?, “ Çıkmak statü kazandırır mı?” “Kazandırırsa bu statü hangi rolle doludur?” …..

Kalıplarla düşündüğümüz, statülerle yaşamı anlamaya çalıştığımız sürece, insan olarak yapmamamız gereken yargılamalarda bulunmaktan geri duramayız.

Yaşamın içinde, insanın yaşamında “çıkmak”, “inmek”,” çıkamamak”,”inememek”… varken nereye çıktığı belli olmayan bir insanın bunu bilmemesi zordur. Çıkarken, inenleri gördüğünden, çıkmanın zor olduğunu bildiğinden, çıktığı yerde kalabilmenin güçlüğünden….Geriye dönse bile, çıktığı yerde bıraktıklarının hala orada bekliyor olacağını da bilir. Neden çıkamadıklarını bildiğinden…

Yaşamı yaşamın içinde öğrenmek kolay değildir. Öğrendikçe geriyi, ileriyi, o anı iyi görür, değerlendiririz. Değerlendirmeyi yapamazsak geride kalacağımızı, bunu göremeyenlerin geride kalanlar olduğunu iyi biliriz.

Yaşam akıyor, iniyor, çıkartıyor, itiyor, yükseltiyor… ne yapacağı belli olmuyor. Ama yüreği kendi ellerinde olanlar sağlam duruyor. Akıntıya kapılmadan, hedefleri net, dimdik….Çıkamayanlara rağmen…

Nereye çıkmak istiyorsanız oraya çıkmanız dileğimle…
Reyhan Gazel

14 Aralık 2007 Cuma

Gündüzkondu da Ne Oldu?


GÜNDÜZKONDU DA NE OLDU?


Kent yaşamı bireyselleşmenin zirveye çıktığı yaşamlardır her insan için. Yanınızda yörenizde birkaç dost ve akrabadan öte var mı kimseniz? Kendinizi, kendiniz olarak var edebilmenizin şartlarının hazırlandığı, hazır bireysel şablonların bulunduğu, insanlara da sadece kabul şartnamesinin hazırlandığı kalıplar ne kadar “insana” aittir?

Payımıza düşenlerin rahatlıkla sunulduğu gündüzkondularda, bireysel yaşamların birbirlerinin ardına, bir ortamda var olabilmesi kolay olmamalı. Bu kadar yakınken, çok uzakmış gibi durabilmek marifet “insan” olan için.

Gündüzkonan evlerde yaşama yaşamın içinden bakarken, bir başkasının gözünden de yaşamı görebilmek, bir başkasının gözlerine bakamadan ne kadar mümkün? Gözler bakabilse, yürekler hissedebilse dil de konuşacak anlaşıldığı kadar. Ama hazır şablon verildiyse, yere göre, zamana göre uydurma şansımız da olmayacak aynı karede.

İletişimin, birlikte yaşayabilmenin, değerleri pay edebilmenin, kötüyü, iyiyi görebilmenin, ilkeler yaratabilmenin koşuludur gündüzkonduların hazır şablonlarına uymamak. Verilen, anlatılan, söylenen, dillenen kalıpları yıkıp, yerine ortak olanları yaratmak kolay da değildir. Sadece zordur, isteyen için, yapabilen için. İmkansız değil…

Yanı başımızdaki “insan” derdinden kıpırdayamazken, belki açken, belki acılıyken, oynamak, gülmek, destek olamamak önce “insan” olana uymaz, kalıplardan öte. Yanı başımızdakinin dertli olduğunu bilmemek de yüreğe sığmaz, sığmamalı.

Bir başına tüm evrene kendi küçük evreniyle katılmaya çalışan “insan”ı, bir başkasının üstelik yakınındayken küçük evreninin içeriği hakkında fikir sahibi olmaması da tüketir. “insan” olan adına tüketir, değerleri çiğnetir. “ Komşusu açken tok yatan bizden değildir” anlayışını köreltir, zamanı bahane ederek ya da başka bir bahaneyi üreterek.

Var oluş nedeniyle iletişime açık olması gereken “insan”, düşünerek kendisini evrenin orta yerine koyarken, düşünmeden yaptıkları ile orta sahayı koruyamaz. Var olduğunu düşünerek, kendisini evrenin orta yerinde kabul eder, kendini bilemeden…

Gündüzkondu da ne oldu? Gece konsaydı daha mı iyi olurdu? Belki de gündezkonduları gece koymuşlardır. Kimseler görmeden, göremeden, hissettirmeden, duyulmadan….

Gündüzleri konan mekanlarda yaşayanlara dip not …

Reyhan Gazel

Dolmuşa Binmem Dolduruşa Gelmem


DOLMUŞA BİNMEM DOLDURUŞA GELMEM


Küme şeklinde bir arada bulunan insanların büyük bir derdi var. Kendilerinin “iyi” olduğuna ikna etmeleri gereken yeni patron. Ne büyük bir dert gerçekten… Alkışlar böylesine bir durumu dert edinenlere. Kendilerini ifade edemeyenlere de kocaman bir alkış. Bu yaşta üstelik!

Küme bir değil birkaç tane. Sıra sıra kümelenmiş, kafa kafaya vermiş insan toplulukları. Düşünüyorlar, Sokrates kadar olmasa da fena değiller. Üretiyorlar, konuşuyorlar… Ürettikleri laf olsa da. Üretim, üretimdir. Ya hiç üretmeselerdi?

Kümeler birbirlerini kollamayı da ihmal etmiyorlar. Birbirlerinin atacakları adımları önceden görüp, karşı hareketi yapabilmek için atak halindeler. Bir küme erken davranıyor. Hemen içlerinden birisini yolluyorlar yeni patrona:
” Biz bu güne kadar bu firmaya çok şey kazandırdık. Ama eski patron bilmedi kıymetimizi”
“ Neden”
“ Çünkü biz kendimizi gösteremedik”
“ Nasıl”
“ Biz başkaları gibi kurnaz değiliz”

Gammazlık başladı. Varan1.Kurnaz demek diğerleri…Ya siz… Biz iyiyiz…

Diğer küme boş durur mu? Baktılar yeni patronun yanında diğer kümenin laf cambazı var. Hemen, vakit kaybetmeden:
“ Sizin gibi kıymetli bir patronun namını hep duyduk. Çok iyi oldu, sizin satın almanız. Biz sizin için varız, yaşa varol patron!.”
“ Kıymet sorununuz var mı?
“ Olmaz mı?”

Diğer kümeler de birer birer temsilcileriyle yeni patrona laf yarışında:
” Sizin bize vereceklerinizle daha iyi çalışırız. Zaten eski patronlar, onlar var ya onlar… Onların adamları kendini saklıyor şimdi. Sizi içten çökertecekler”……… Artık laf, laf, laf….

Patron akıllı.Üretimin lafla değil, ürünle olduğunu iyi biliyor, geçmişinden, kendisinden, yaşamı bildiğinden….Dinliyor, dinliyor, dinliyor… Konuşuyor:

“ Konuşanların tümü bizim için en zararlı elemanlardır. Bu böyle biline. Üretenler en yararlı. Çalışalım, üretelim, konuşmayalım yapalım, yapabilenlere saygı duyalım. “

İş yerlerinde ürün üretiminden çok, laf üretenler oldukça, lafla peynir gemisinin yürümeyeceği mecazı aşıkardır. Bildiğimden, duyduğumdan, gördüğümden bu kadar rahatım…

Lafsız iş dileklerimle…

Reyhan Gazel

Günlerden Bir Gün...


GÜNLERDEN BİR GÜN…


Dağların tepesinde avaz avaz bağıran, ortalığa olur olmaz küfürler sayan bir adamın derdi ne ola ki? Üstelik kimseler görmezken…Görünmek istene, duyulmak istese çarşıda insanların ortasında yapardı tüm bunları ama dağın tepesinde… Hayret! Bir düşündüğü olmalı.

Kendisini gördüğümüzden habersiz bağırmaya, küfürler yağdırmaya devam ederken, dinlemek de bizim marifetimiz. Gizlice, sessizce, sakince…

“Hey gidi dünya sen bana nasıl bunları yaparsın? “
“ Ordakiler duyun beni, gelmiyor mu?........ “
“ Sen, …. Nerdesin gel konuş benimle, kimsin sen? “
“ Duyun sesimi, görün beni, buradayım tam karşınızda, hadi saldırın bana”
“ Zalimler, ey zalimler gelin yanıma, gelin de adamı görün”
“ Benim derdim sen değilsin, kendini dünyamın ortasında görme”………
………………………………………………………………

Sürekli konuşma halinde, bizlerden habersizce bağıran adamı şaşkınlıkla izlemeye devam ediyoruz. Belli ki var derdi ama kimselere anlatamıyor. Ne yapsın adam çıkmış dağın başına konuşuyor, sanki dinleyen, duyan varmış gibi.

Dağın başında bağırıp, küfürler yağdıran adam aslında, toplumda da sıkça karşılaştığımız kör döğüşü yapar gibi konuşan, dertlerini, kim olduklarını, ne yapmak istediklerini anlatamayanlardan farklı değil. Tek fark, birisinin karşısında yüzlerce insan var diğerinin sadece kuşlar, …

İletişimin önemini yüzyıllardır anlatırlar anlatmasına da, pek de ne olduğu, önemi, bilinmez. Konuşabilen herkes konuştuklarının duyulduğunu, anlaşıldığını düşünerek zamanını geçirir. Oysa ki aradan geçen zaman dilimi gösterir ki, konuşan sadece konuşmuştur, duyulmamış, anlaşılmamıştır.

Bir gün konuştuğu anlaşılmayan da ne yapsın çıkıp dağlara bağırmıştır… Olsa olsa dağda bağıran adamın derdi bu olmalı. Günümüzün çok sayıda insanının yaptığı, yapmak istediği gibi. Bu yüzden deriz; “ Duvara konuşsam anlardı…”

İlginç bir şekilde de herkes tüm konuşmaları anladığını düşünür, duyduğunu zaten ön kabul olarak belirtmiştir. Birkaç gün sonra aynı konuyu hiç anlamadığını rahatlıkla görürüz. Anlamadığını söylemek de küfür gibi gelir herkese. Anlaşıldığını düşünen insan, kendini anlatabilmek, derdini dile getirebilmek için, dağlara çıkar çaresizce. En azından kuşlar beni anlar diye düşünerek.

“Konuşa konuşa yaz geldi, çarşıya kiraz geldi.”, “ Ne de güzel ellerin var”, “ Kara gözlü yar söyle derdini”…. Nasıl olsa anlaşılmıyor, bari anlatmaya çalışmayalım. Hatta ayva çiçek açmış yaz mı gelecek… aa özür dilerim, her yerde kar var… Ne güzel yaşamak…Havalar da soğudu…Evde işler bizi bekliyor.

Yine de iletişim… inatla iletişim diyenlere.. Ha gayret…
Reyhan Gazel

13 Aralık 2007 Perşembe

Yollarda Kış Yüreklerde Bahar




YOLLARDA KIŞ YÜREKLERDE BAHAR


“Havalar nasıl olursa olsun sizin havanız iyi olsun” sözlerini mini etekli, hoş bayan söylediğinde bir başka, pos bıyıklı bir delikanlı söylediğinde bir başka…Sözler, söyleyen kişinin söyleyiş vurgusu ile beyinlerde yer tutar, bunu bilmek gerek. Bu bir tarafa…

Derdimiz sözler ve kişiler arasındaki uyum/ uyumluluk değil elbette. Bu başka bir yazım konusu. Derdimiz, gönüllerde kışı yaşamamak, yollardaki kışa rağmen… Baharı tatmak…Açan çiçekleri doğadan önce yüreklerde görebilmek…Taze kokulu bir doğayı yüreklerimizin içine yerleştirebilmek…Doğada kış yaşansa bile yüreklerde baharı yaşamak…Her zaman, her şartta…

Yaşam herkes için zor, kolay diyenini duymadığıma göre. Bu yaşıma kadar hem de. Ama zorluğa rağmen ayakta kalabileni/ kalabilenleri de gördüm bu yaşıma kadar. Doğada kışın en zorlu şartları yaşanırken üstelik…Yaşam yeterince zorken…Yüreklerin tazeliğini de gördüm bu yaşıma kadar…Dipdiri, canlı, heyecanlı, atak, üretken…

“Gökyüzünün altında her şey eski” sözünü yine hatırlatmak isterim burada. Hiçbir yaşananın bir daha yaşanmama ihtimali olmadığını düşünmeden. Her yaşananın bir daha, yine, tekrar yaşanacağını iyi bildiğimden hatırlatırım bu sözü. Yaşam sıkıntı verir bunu da iyi bilerek hatırlatırım. Sıkıntı verir de sıkıntıyı alıp almayacağımızı bilemem. Herkes farklı olduğundan. Yine de bilirim, kışa rağmen ayakta kalıp baharı yaşayanları, gururla söylerim, böylelerinin varlığını.

Kışa rağmen baharda ısrarcı olanları, yüreklerini kendi ellerinde tutanları, gıptayla izlerim. “Keşke herkes böyle olsa” diye iç geçirerek. Olmaz ama, iç geçirmemle kalırım çoğunlukla. Yıkılır bazıları en küçük soğukta, daha kar yağmadan üstelik. Korkarım böylelerinden, karın gerçek yüzünü gördüklerinde baharı iyice unutmalarından.

Yürekler o kadar geniş ki, yaşam gibi… Yaşamın gerçek yeri gibi…Her şey var içinde. Bulduğumuzda tadından geçilmez. Kışa rağmen, güzellikler ayaktadır, önce yüreklerde, sonra tüm yaşamın içinde. Ayakta olan yürek, güzellikler saçar her yere, her eve, her ortama, her kötüye, her … her…

Sarp ve dikenli yollarda kışa rağmen yürüyebilmek için kendi ayaklarımızın varlığı yeterlidir. Ayaklarımız varsa tabii. Ayakları olmayanlar bile bir çözümünü bulur ve yürür, kendi başına. Kimselere sığınmadan. Gerek de duymadan. Olduğu kadar…

Tüm yüreklerdeki kışı, bahara çevirenlere küçük bir hediye…Elimden bu kadarı şimdilik…

Reyhan Gazel

Bekliyorum... Ama Kimi?




BEKLİYORUM… AMA KİMİ


İlkokul öğrencisiyken, saf sevgilerin gizlice yaşandığı yaşlarda, şakayla karışık yazardık;

Seviyorum ama kimi
En tatlı birisini
Nasıl anlatsam sana
İlk harflerine baksana

Bu satırları okuyan önce kızarır sonra genelde ağlamaya başlardı. “Beni nasıl sever, başıma kötü bir şey gelecek…” Ne kötülüğü sevginin zararı mı olur, üstelik safça bir sevgiyse. Ama nereden bilsin küçük yürek, üzülür durur, biri beni seviyor diye. Çünkü korkar. O güne kadar sadece yakınları sevdiği için alışkın değildir bir başkasının sevgisine. Çocukluk işte…

Zaman geçtikçe insan, bu kadar kolay söyleyemez sevdiğini. En azından böyle yazıp, kaçamaz. Yüzü de eskisi gibi kızarmaz bu arada. Duyan da korkup ağlamaz zaten. Sevinir insan yüreği. Sevilmenin anlamını bildiğinden, tadını yaşamak istediğinden…Alışmıştır yaşama, yaşamın tüm güzelliklerine. Ama değişir her şey gibi yazdığım dize de…

Bekliyorum ama kimi
En tatlı birisini
Nasıl anlatsam sana
İlk haflerine baksana

Yürek artık daha çok kendisini sevmeye başlar anladığımız, yaşadığımız gibi. Bir başkasının sevgisi sadece kendisi için önemlidir artık. Bekler, birisi sevsin diye ve kendini sever her kendisini sevende, kendisi için mutluluk duyar. Kendisini var eder birisinin kendisini sevmesi ile. Kendisini sevilecek, sevilmeye değer birisi olarak düşünmek de rahatlatır. Daha huzurlu olur, yüzü, gözleri daha anlamlı güler. Özgüveni gelmiştir, gururludur. Böylece kendisini daha çok sevmeye başlar.

Kendisini seven insan üretken olur, çalışır, söylenmez olumsuzluklara, güler, gülümser, mutlu mutlu yaşar…Sevilmek iyi gelmiştir “insana” İyi gelen sevginin hep olmasını ister yüreğinde, sıcacık durmasını. Sıcacık dursun ki, hep kendisinin sevilmeye layık olduğunu yaşasın. Bunu yaşadığı her an kendini daha çok sevsin, üretsin, huzur dolsun.

Sevelim, sevilelim... yaşam daha yaşanılır olsun. Herkes için…

Reyhan Gazel

İyi Günde Kötü Günde





İYİ GÜNDE KÖTÜ GÜNDE


İyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, ölüm sizi ayırana kadar …..ile birlikte yaşamayı kabul ediyor musunuz? “ Evet” Siz “ Evet”. Belediye başkanımızın bana verdiği yetki ile sizleri karı-koca ilan ediyorum. Mutlu son…Özür dilerim son değil başlangıç demem gerekiyordu. Neyin başlangıcı?

Mutlu son ya da başlangıçtan 1 ay sonra…

“Sen benim annemle nasıl böyle konuşursun?… “
“Annemler geldiklerinde neden eve erken gelmedin?
“ Kardeşim o benim, ister gelir ister gelmez bize.”
“Arkadaşların mı önemli ben mi? “
“ Beni artık sevmiyorsun”
“ Karışma benim yaşamıma”………………………
………………………………………

Başladı artık Allah ne verdiyse konuşulur durulur. Sonuç alınmadan, kırgınlıkla, kopmalarla, hiçbir şey değişmeden, değişemeyecekken… Bence de değişmemesi gerekirken…

Her insanın kendi değerlerini bu kadar söyleme alırken, evlilikte bu değerlerden vazgeçilmesini istemem kendi içimde ciddi çelişki olur. Her insanın geçmişinden getirdiği, kendine ait olanları evlilik süresince de yaşamak istemesinden daha anlamlı bir istek olabilir mi? “Kendim gibi olmak istiyorum, karışma bana” söylemi beyinlerde olmadığında yüreklerde de olmaz tezini bildiğimden rahatım…

İnsanların evlilikte de birbirlerinin yaşam tarzına müdahale etmek için bu kadar yaşamı cehenneme çevirmelerini anlayamam. Anlayamadım da. Kendimde yaşadığımdan değil anlayamamam, çevremde hep gördüğümden…Kendimde böyle bir şeyin yaşanmasına izin vermediğimden, çevremde de olmamasını isterim. Yaşamı kısa ama anlamlı düşündüğümden…

Ortak bir çabanın sonucu olarak var olan birlikteliklerin, yine ortak bir çabayla bu dünyada cehennemi yaşatmasıdır kızgınlığımın nedeni. Çocuklar… Çocukların yanında üstelik. Günahsızların, sevgiye muhtaç duyanların yanında. Çünkü yaşama müdahalenin sevgisizliği getirdiğini yine çevremde de yaşadığımdan…Sevgisiz ortamların insan yetiştirmede olumsuzlukları da getirdiğini bildiğimden…Olumsuzlukların sadece evlerin içinde durmayıp, yaşama da yerleştiğini gördüğümden…Yazık olur çok yazık tüm topluma.

İyi günde kötü günde deriz hepimiz ama iyi gün neyse de kötü günde kaçmayı tercih ederiz. Kaçmayanları da görmeden. Yaşantının beraberliklerden sonra şekil değiştirmesi gerektiğini hiç düşünmeden. İlişkinin değişmesini, değişen şartlara uyumlu olmasını sadece istemenin yetmeyeceğini bilemeden… Değişir, insanlar değişir, yaşantılar değişir, insan kendisini değiştirir, kimse yerinde durmaz, dünya durmadıkça… Evlilikte eşler farklı hızlarda değişir, doğaldır. Şaşırmamak gerekir. Şaşılacak şey aslında iyi günü kötü yapmak, kötü günde iyi olanı itmektir. Değişimi itmektir, evliliği bitirmektir. Çocukları ya çocuklarımızı…

İyi günlerinizin hiç bitmemesi dileğimle…
Reyhan Gazel

Sizlerden Başka Kimim Var?


SİZLERDEN BAŞKA KİMİM VAR?


Kan çanağı gözlerini gördüğümüzde, yılların ağlamaklı bakışını, hüznünü, terkedilmişliğini, yıkılmışlığını da görürüz aynı zamanda. Ağlaya ağlaya kan gözlerinin içine öyle bir oturmuş ki, gülümseme anında bile saklayamıyor sıkıntısını.

Etrafta koşup, dolaşan insanların varlığı rahatlatmıyor değil aslında. Bir çağırsa gelecekler yanına. Ama yanına gelenlerin gözleri onun gerçekten beklediği insanların gözleri gibi hiç bakamayacak. Gerçekte bekledikleri yanında olamayacak, olmadı…

Titrek elleriyle hala sıcak sıcak dokunuyor kendine dokunana. Ama o kadar yorgun ki elleri, tutmak istese de tutamıyor.yaşayabilmek için gerekli olan her şey hemen getiriliyor yanına ama yetmiyor, yetemiyor mutluluğu için.

Nefes almak değil istediği sadece. Nefesle birlikte sevgi, ilgi, sıcacık bir gülümseme, dokunma…Kendine yetememek kahrediyor tüm yüreğini. Ama yetemiyor işte ne yapsın? Nefes alarak yaşamak, yaşamak değil bunu bildiği için. Bir kalkabilse, kendine yetebilse neler yapacağını iyi biliyor yaşamda ama….Tükenmiş…En çok tüketen, bir zamanlar yanındakilerin zor zamanda yokluğu, bunu yüreğinden hissediyor acı duyarak.

Bir hışımla davranıyor, “ben de varım” dercesine. Ama hışmı yüreğine, çevresine… Yaşamın içinde var olamadığını düşünüp yine davranıyor ama yine …Yeniden davrandığında pes ediyor. O dakka yüreği isyan, pervasızca isyan duyguları içinde sallanıyor. Kıpır kıpır içinden çıkarcasına…

O da nazlanmak istiyor tüm insanlar gibi. Arada bir güldürmek, birilerine yardım etmek, kendi başına yemek yiyebilmek, gelen gidene kek pişirebilmek… Ama eller ona bunların hiç birisini yaptırmıyor, yaptıramıyor. Sıkılınca git başımdan diyemeyeceği birilerinin yanında olmaması bile yüreğini daraltıyor.

Sevgiye en çok gereksinim duyduğu günleri bir başına sevgiden yoksun, sadece yemek yiyerek geçirmenin ağırlığı kendini tükettiriyor. Niye temizlensin, kimin için süslensin…Yıkanmak bile zulüm oluyor çoğu zamanlarda.

Üzülme… üzülmeyin… Bir gün sizler de mutlu olacaksınız. Belki başka dünyada, belki şu an… Allah sizlerin yanında, yalnız değilsiniz. Yüreğinizi tutun, kendinize yetersiniz.

Tüm kimsesiz bakıma muhtaç insanlara…

Reyhan Gazel

9 Aralık 2007 Pazar

Bir Anahtar Kaç Kapıyı Açar?


BİR ANAHTAR KAÇ KAPIYI AÇAR?


Arada bir hatırlarım. Yıllar yıllar önce Bilge Hocamla yazı çalışması yaparken, bize bazı kavramları verir, birkaç cümle ile o kavramı herkesin okur okumaz anlayacağı cümlelerle ifademizi isterdi. Ne zor işti… Bir de bu çalışma dünyanın en büyük yazarlarından birisi tarafından yaptırılınca, işimizin zorluğu daha bir artardı. Ne de iyi olurdu. Yazı yazabilmenin kolay olduğunu düşünenlere tavsiye ederim bu çalışmayı. Zorluğu daha iyi görebilmeleri için, daha iyi yazabilmelerine çok zaman olduğunu görebilmeleri için…

Yıllarca yaptığımız bu çalışmalardan birisinde “ anahtar” kelimesini yazmamız istendiğinde, önce herkes gibi bana da kolay geldi. Ne vardı ki anahtarı anlatmakta… Şimdi gülüyorum o cahil halime. Hocamızın bize neden kahkahalarla güldüğünü sonrasında anladığımdan.

Yazdım “anahtarı”.Koşarak hocaya verişimi görmeliydiniz, galiptim ya herkesten önce bitirerek. “ Hadi canım bir daha dene bu olmamış” cümlesi yüzüme çarptığında ne kadar bozulduğumu tahmin edin. Niye bozulduysam o kadar?

“Anahtar.” Açan, başlatan, bitiren, yerleştiren, bir yere girişimizi sağlayan, çıkmamızı kolaylaştıran, gözümüzü arkada koymayan, kapatan, istediğimizi saklı tutan, göstermek istediklerimizi açıkta bıraktıran, elimizin altında işimizi kolaylaştıran, ilişkilerimizi belirleyen, yaşamı rahatlatan, yürekleri istediğimiz kadar açıkta bırakan/kapatan, yaşama ilişkin kontrolümüzü bize veren… Daha ne olsun, anahtar deyip geçmeyelim. Zaten Bilge Hocam dediyse geçmemek de gerekir. Bir bildiği mutlaka vardır demek de gerekir ayrıca.

Sadece bir kelime olarak harflerin dizilişime bakanlar, yanılıyor birer birer. Ancak karşılarına benim hocam kadar bu işin ustası çıkana kadar… O yanılgıyı kendi öğrencileri adına yenilgiye dönüştürmeyen olduğu için. İnatla öğrettiği için. Belki öğrencilerini bu nedenle özel seçebilmek için uğraş verdi ömrünün son durağında. Kalıcı olabilmek için.

Sonunda- birkaç hafta sonra- benim yazdığım “anahtar” kabul gördü Bilge Hocamın yüreğinde. O anın mutluluğu bana yıllara bedel. Haftalarca “anahtar” düşündüm. Neyi açar, neyi kapatır, Neden var?, Olmasa ne olurdu? Oldu ne oldu?... Uğraştım durdum. Ne de iyi oldu. İnsanların belki de ömür boyu düşünmeyeceklerini, küçücük yaşımda düşünüp yerleştirdim yüreğime.

“Anahtar”. Açan/kapatan, kontrolümüzü, kendimizi var etmemize yardımcı olan, istediğimizi dışarıda bıraktıran/ içeri aldıran…

Canım Bilge Hocam rahat uyu.

Reyhan Gazel

Yaralı Timsahın Gözleri


YARALI TİMSAHIN GÖZLERİ


Bir timsah yaralandığında ağlar mı? Timsahın göz yaşları sadece yaralandığında mı akar? Timsahın gözleri yaralıyken nasıl bakar? Timsahın gözlerine hiç bakabildiniz mi?

Yaralı timsah kimseye cazip bir konu gelmezken, yaşamın içinde yer alan timsahı düşünmeyen, onun yaratılış nedenini göremeyenlere küçük bir sitem.

Evrenin ağır abisi konumunda olan timsahın ağlamasını bile, insanların bilerek kötülük yaptıklarında kullanmak ne kadar adil? Timsahın bizim yaşamımızda yer alan kötülükleri yapmak için eylemde bulunmadığını görmeyenlere de bir sitem. Timsahın, kendini var etmek için, bizim yaşamımızda kötü, onun yaşamında var olma nedeni olarak yaptığı eylemlerin sonucunda, gözlerinden yaşların süzülmesini anlayamayanlara sitem.

Yaşamı doğru anlayamayanlara ise daha bir sitem. Haksızlık değil inanın. Yaratılanları doğru yere koyamayanlara sitem etmemek için direnenlere de bir sitem. Daha ne diyim?

Timsahın gözyaşlarını kötü eylemde bilerek bulunanlara itham etmekte, yaratılanlar evrenin içinde var olma nedenleriyle göremeyenlere küçük bir hatırlatma bu yazılanlar. Her var olanın bir başka var olan ile etkileşim, sistem içinde olduğunu görememek, düşünerek var olma durumunda olan insanları evrendeki yerlerinden etmez mi?

Yaralanmış timsah ağlar mı? Timsah ne zaman ağlar? Ya insanlar yaralandığında ağlar mı? İnsan ne zaman ağlar? Yara nerede olursa daha çok ağlatır?

İnsan olarak bizi var eden nedenler ortadan kalktığında, yaralanmayı yüreklerde bulduğunda, nereden geldiğini iyi bildiğinde, insanın göz yaşlarını yüreklerde buluruz. Gözlerdeki anlamını yitirdiğinden, yaşların görünmeyene akışı derinlerden bakışı etkiler, evreni bileni, evrende insanı doğru yere koyanı…

Timsah, kuş, kartal, papatya, dağ, orman, insan, gül…Hepsinin kendi içinde sistemli, kendi dışında evrenin sistemine ait kıymetini bilmeyenlere, var olma nedenlerini, evreni, yaşamı doğru algılayamayanlara, timsahın gözlerinden süzülen yaşların var olma nedeni ile kötülük yapan insanın sonrasındaki üzüntüsünü bir tutanlara kızgınım. Yaşamı doğru okuyamadıkları, düşünemedikleri için daha da kızabilirim.

Evreni kendi yargıları ile değerlendiren, evreni bütünü içinde göremeyenlere…Görenler için sözüm yok elbet …

Reyhan Gazel

Mahkum


MAHKUM


Derinlerden gelen dalganın sesiyle irkildi. Etrafına bile bakamadan, bir çırpıda dalganın gidişiyle eski ana dönüşü yaşarken acı duymaması kolay değil. Arada bir ziyaretine gelen dalganın ardından, o anın güzelliğini bile yaşayamadan ansızın gidiş onu çok derinlere tekrar yolladı.

“ Gurur çaresizliktendir” sözünün bile gururun tanımını tam olarak veremediğini bilerek, gurur yapmasının bir anlamı olmadığını iyi biliyordu. Kime, neye gurur yapabilirdi ki!

Zamanın akışı içinde, yeni bir derinlerden gelebilme ihtimali olan dalgayı beklemeye başlaması, en azından oyalıyordu zamana karşı. Zamana karşı durmanın zorluğunu bilerek, oyalanma durumu çileden çıkarıyordu, çaresizce çileyi bile kendine lütuf saymaktan öte çaresi de yoktu aslında.

Yeni bir dalganın gelebilme ihtimaline karşı, her daim hazırlıklı olmak gerektiğini iyi biliyordu. O anın hazzını yaşayabilmek, o anda mutlu olabilmek yapabileceği tek mutluluk oyunuydu. Her insanın mutluluğu anda yakalayabildiğini bildiği için rahattı.

Mahkum olduğunda yüreğini kimsenin mahkum edemeyeceğini söylemişti. Kimse şaşkın değildi bu mutluluk oyunu karşısında. Dalganın gelebilme ihtimalini mutluluk kabul edip, dalga çekildiğinde yine mutlulukla yeni dalgayı bekleyerek mutlu kalmak kolaydı onun için.

Bir an durakladı. Sanki derinlerden gelen bir dalga sesine benzer bir ses duydu. Dalga öyleydi ki onun için, gelmeden kesinlikle haber vermezdi. Güzelliği de buradaydı, ansızın gelebilme ihtimali…Bekleyişle mutluluk oyunuydu şimdiki…Mutluluğu beklemek, derinlerden kendisi için geldiğine inandığı dalgayı beklemek, en azından bir beklediği olduğu için mutluluk duymak…

Yürekleri mahkum edememek kötüdür, mahkum edenler için. Yürekleri sınırlayamamak, dalgalardan, bekleyişten ayrı tutabilmek….Mutluluk oyununu yaşatmak istememek…. Oysa ki mutluluk bedende değil, yürekte bunu bilmek gerek. Bilenler mahkum olmaz bunu da görebilmek gerek.

Her şartta yürekleri mahkum edebilmek zordur, yüreğini kendi ellerinde tutanlar için. Yüreği dışarıdakiler zaten mahkumdur, bedenleri özgür olsa da…

Yürekleriyle yaşayan tüm yüreği kendinde olanlara küçük bir hediye…

Reyhan Gazel

8 Aralık 2007 Cumartesi

Sığıntı Yaşamlar


SIĞINTI YAŞAMLAR


Sığınılacak bir limanda olabilme ihtimali bile rahatlatır herkesi. Sığınmanın tadını bilenlere… Sığınarak yaşamayı isteyenlere, sığınılacak birini görebilene, bulabilene. Kendini unutarak, sığınma isteğini aklında yaşatarak.

Sığıntı kelimesinden rahatsız olanlar arasında bile çok rastlanır, sığınma isteği. Sığınılan kişi sanki kendi gibi kişi değilmiş gibi. Sığınılacak kişinin kendinden farkı varmış gibi, kendini ihmal ederek sığındığını bilmiyormuş gibi…Garip…

Herkesin aynı yürekle doğduğunu bilmeyenlerdir sığınma isteği duyanlar. Aynı yüreği daha sıkı yapabilmek için uğraş vermeyenlerdir bu insanlar. Nedenini bilmek acı verir yüreği sağlamlara. Yüreği sağlamlar, sığınılacak kişi olabilmek için değil, kendileri için uğraş verdiklerinden… anlayamazlar.

Sığıntı kelimesinin kulakları tırmalayan duruşu, yaşamın içinde sığınanları rahatsız etmez. Belki çaresizlikten belki kolaya kaçmaktan. Kendileri ile uğraşmadıklarından. İnsanın kendisi ile uğraşmasının zorluğunu bilmekten…bilinmez, gerçek neden söylenmediğinden… ama anlaşılır.

Yürek üzerine onca yazıdan sonra hala başarı, başarısızlık konuşmalarının etrafımızda yapılıyor olması, sığınılarak çözüm aranması garipliğin en büyüğü benim gözümde. Uğraş vermeden elde edilmeye çalışılanlara ulaşmanın en kolay yolunun sığınmaktan geçtiğini bildiğimden… Anlayamam, anlayamadım da.

Sığınılacak limanların her zaman etrafımızda olma ihtimali vardır, inkar edilemez. Zorda kaldıkça sığınılır, bunu da bilirim. Ama sürekli de sığıntı gibi yaşanmaz, bunu daha iyi bilirim. Alışkanlığa dönüşmesidir kızdığım, yaşama, yüreğe rağmen…

Kendimiz olarak ayakta kalabilmenin güzelliği yüreklerde kendini bulur, bulabilene. Gizli de değildir, anlayabilene. Kendi gücünü kendi var edenlere sığınmanın kolaylığı sarmamalı yürekleri, yaşantıyı…

Aramak zordur diyenlere inat, kolaydır, daha kolay. Sığınmanın getirdiği yükten daha anlamlı.

Yaza yaza bahar geldi, kışı da bekleriz… Yeter ki yürekler sığınmasın başka yüreklere. İşimiz ne?

Sığınmayı alışkanlık haline getirmeyenlere küçük bir hediye…

Reyhan Gazel

Yüreklerin Solduğu Akşam


YÜREKLERİN SOLDUĞU AKŞAM



Yüreğin solduğu akşam neler yaşanır düşündünüz mü? Dil susar, gözler bakar ama görmez, zaman duramaz, kalp çarpırtı içinde, isyanda… eller sımsıkı kenetli, kalabalık içinde yalnızlık….

Dillerin susması uzun sürmez, birden zamanın aktığı ve geri getirmediği anların hatıralara gelmesi ile dilin isyanı da başlar. Kalp çarpırtısı iyice hızlanır, eller daha bir sıkılır, kalabalık içinde yalnızlık daha da artar, gözler görmeye başlar ne gördüğünü bilemeden, zaman hala durmuyor…

Bağırtılar birbirini kovalar dil açıldıkça, gözler telaşa kapılır daha uzağı görmek için, kalp çarpıntıdan öte yerinden çıkacak kadar darda çırpınır, eller yumruk durumunda morarmış, yalnızlık yerine birlik, beraberlik, zaman hala durmuyor…

Yüreklerin isyanı dilleri sararak ilerlerken ötelere, kalp yorulur iyice, eller renk değiştirip kasıldıkça, gözlerden yaşlar da dökülür bir taraftan, zamanın hala durmadığını bildiğinden…

Yürek acısı bu, yorgunluğu bu, solan yüreğin ardından yakarış bu, zaman dinler mi kimseyi? Yalnızlık yerini kalabalıklara bırakırken kalp bitiktir artık, yürek yanık, solmuş yüreğin ardından.

Solan yürek, solmadan hemen önce canlıdır, diridir, kalp rahattır, eller olması gereken renkte… Solunca yürek yerine gelmeyen tüm istekler kalmıştır ardında, yanı başında, yüreğinin kapalı bölümünde, eller arasında….Gözler… ya gözler… görüyor her bir yanı hep göreceği savıyla. Solunca yürek biter tüm yaşanmışlar, yaşanacaklar, yaşanılması beklenenler, hemen ardından. Zaman hala durmuyor, durmayacak.

Beklenen her neyse geridedir, zamanın geride bıraktığı yerde. Ardından diğer yürekleri solduracağını bilemeden…Gözlerin göremeyeceğini göremeden, ellerin eskisi gibi olamayacağını düşünemeden…Beklenenleri ardında bıraktığını anlayamadan…Zaman hala durmuyor, durmayacak, durmadı da.

Zaman durmasa da gerideki yürekler, yürek olmaz bir süre. Durur, solar, titrer, eskisi gibi yürekler arası geçişler geridedir… Eller sıkıdır, titrer, can acıtır sıkılığı, diller ya hep konuşur ya hiç konuşmaz, ortası olmaz. Kalp bir çarpar, bir çarpmaz, seyrinde kalmaz, yorgundur insanı oluşturan her bir milim.

Zaman hala durmuyor, durmayacak, durmadı, duramaz… Ama alışılacak, çaresizce yeni zamana tüm solan yüreklerin ardındakiler. Zamana dur diyemeden…

Tüm göçüp gidenlerin ardındakilere…

Reyhan Gazel

1 Aralık 2007 Cumartesi

Bir Bebek Düşünür mü ?





BİR BEBEK DÜŞÜNÜR MÜ?


Mini minnacık ellerini daha sıkı yumruk yaparak, başını bir sağa bir sola oynatıp duran, gözleri yumuk bir bebek o anda düşünüyor mudur dersiniz? Konuşabilse, anlatabilse soracağız ama … Sanki tek iletişim konuşmaymış gibi…

Bir bebeğe yakından baktığınızda, neler düşündüğünü anlayabiliriz… Acaba…Deneyelim.

Duyduğu sese başını sallayarak tepki veren bebek, “rahatsız etmeyin, uyuyorum” demekten öte sesin geldiği yönü ve ne sesi olduğunu anlamaya çalışmaz mı? Sesin yabancıya ait olduğu anladığında, daha büyük bir huzursuzlukla, daha hırsla sallandığına göre… Yakını olduğunu anladığında, sakince uyumaya devam ettiğine göre…

Bebekler çevrelerinde kavgayı görebildiklerinden, huzursuzluğu yaşayabildiğinden o anda ağlamaya başlamaz mı? Kavga şiddetine göre ağlama şiddetini tam zamanlı olarak denk getirmez mi? “Susun bırakın kavgayı, konuşun” dercesine… Ani bağırtılara hıçkırıklarla karşılık vermez mi? “ Ne oluyor orada? Bana birisi çabuk söylesin yoksa susmayacağım” diyerek…Çevredekilere fark ettirmeden, sanki kendi dünyasında sadece uyuyormuş gibi yaparak, olayları istediği sevgi, huzur durumuna zorla getirmez mi?

Annesinin sevgi dolu kucağının mutsuzlukla dolu olduğunu görüp, annesine sıcacık sarılıp, minik elleriyle dokunup annesini sakinleştirmeye çalışmaz mı? İçeriye giren babasına da sıkıca sarılıp evi yeniden huzurlu duruma getirmeye çaba harcamaz mı? Huzursuzluğun devamında, ağlayarak kendisinden başka bir şeyle meşgul olunmasını engellemeyi sağlayamaz mı?

Kendisine sevgi beslediğini söyleyen ama gerçekte sevmeyen eve giren çıkanların kucaklarına, kendisinden bir parça mutlaka bırakmazlar mı? “Bir an evvel ortamı terk et” der gibi. Gerçekte kendisi sevenlere minicik elleriyle dokunmazlar mı? Huzur dolu, rahatça…Hiç gitme der gibi…

Arada bir açılıp kapanan minik gözlerinin, bir noktaya odaklanması orada farklı bir durumun olduğunu göstermez mi? Hemen evdekilerin de gözlerinin gördüğü yeri değiştirmez mi? Gülümseyerek yaşamın aslında insanı güldürdüğünü anlatmazlar mı? Her şartta hem de…

Kılık kıyafetinin kalitesinin, markasının önemli olmadığını itirazsız giydiklerinde anlatmazlar mı? En rahatsız giyside bile… Ailesine “rahat ol ben her şeyi giyerim” marka takıntım yok der gibi…

Her zaman huzur, sevgi, mutluluk arayan bir bebek, kendi küçük evreninde temiz, duyguları zedelenmemiş bir insanı yansıtır görebilene…Savaş, kavga, kötülüklerden uzak bir yaşamı ister. Sadece istemez de, elinden geldiği kadar da bu uğurda mücadele eder.Yapabildiği kadar, kendini anlatabilene kadar…

Tüm düşünebilen insanlar gibi ….

Bebekler kadar temiz bir yaşam isteği duyanlara küçük bir hediye…
Reyhan Gazel

Ötekiler Ne Kadar Ötede ?






ÖTEDEKİLER NE KADAR ÖTEDE?


Ötekileri öteleye öteleye, ötede ötelenmiş çok sayıda öteki kaldı. Öteleyen nerde kaldı? Kendi yaşamında başkalarını rahatça öteleyen, hiç ötelenmez mi sandınız? Ötelenir elbette her ötelenen gibi öteleyen de ötelenir…

Kendi yaşantısını, evrenin tüm yaşantılarının yerine koyanlara yine kızgınlığım. Tüm küçük evrenleri, kendi küçük evreninden öteleyenlere ve ötelenen yaşamları yok sayanlara söyleniyorum çoğunlukla olduğu gibi. Bu düşüncede olanların da bir gün mutlaka öteleneceğini bildiğimden.

Ünlü yazar Lowrence’in “Acımak” isimli kitabını hatırlatmak isterim. Tüm kitap boyunca “acımak” kavramını irdeleyen ve örneklendiren Yazar, sonucu başta söylüyor aslında dikkatli okurlar için. Acımanın tanımlarını vererek…2 tanımdan bahsediyor hatırlatayım sizlere;

1. Başkasının başına gelen kötü şeyler ya benim de başıma gelirse diye acımak,
2. Birisinin başına gelen kötü şeyler adına kötü şeyler yaşayana acımak.

Başkasının başına gelen kötü şeylerin bir gün kendisinin de başına gelebileceğini düşünüp acıyanlar, öncelikle kendisine acır. Kendisine acıdığının farkında olmadan belki de. Kendisine acımak insana iyi duygular yaşatmayacağı için de öteler acıdığı kişiyi yaşantısından. Ne yapsın ötelemek zorunda kalan, sürekli o kişiyi ötelemeyip kendisine mi acısın? Gerek yok bu kısa yaşamda sıkıntıya….

Birisinin başına gelen kötü şeylere, kötü şeyler yaşayan adına acıyanlar ise ötelemez sıkıntılı olanı yaşantısından. Ötelemeye gerek duymaz, sıkıntılı bir insanı rahatlatabilmenin ya da rahatlatabilecek olmanın mutluluğu içinde. Kendisinin de bir gün ötelenip ötelenmeyeceğini hiç düşünmeden...

Yaşamda her şey insanlar için. Bunu bilenler her daim rahattır aslında. Birisi tarafından ötelenmek ise acı verir. Zor gelir kabullenmek. Ama öteleyen kişinin kendisine acıdığını ve kendisinden kaçtığını bildiğimizde ötelenme o kadar can acıtmaz.

Acınmak ve acınmanın ardından ötelenmek, kolay kabul edilir değildir insan olanlar için. Ötelenmemeye en çok ihtiyacınız olduğu zaman ötelenmek, yaşamın içinde yaşamı daha da öğrenmektir. En azından tek başına kalmayı, herkese rağmen herkesle olabilmeyi öğrettiğinden…Tek başına yaşayabilmenin tadını hissettirdiğinden…Kimseyi ötelememeyi yaşayarak gösterdiğinden…

Kimsenin ötelenmeyeceği bir yaşam özlemiyle
Sevgiyle kalın

Reyhan Gazel

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...