26 Şubat 2008 Salı

Yalnız Kuş




Göklerde usulca dolanırken aşağıdaki kıpırdanmalar ne kadar umurunda? Her şeyin üzerinde, her şeyin uzağında, her şeyin kıyısında…Bir daha bakın yukarıya. Belki bir yalnız kuşun mağrur uçuşuna siz de denk gelirsiniz. O anda olmazsa bile birazdan gelir yalnız kuş…Bekleyin, ayrılmayın, başınızı indirmeden…

Yaşama göklerde uçan yalnız bir kuşun gölgesinde bakarken, yaşam ne kadar uzak geliyor değil mi? Yaşamı uzaktan seyretmek ise ne hoş… Deneyin bayılacaksınız bu küçük oyuna.

Oyun oynayacak yaşınız geçmiş bile olsa, küçücük oyun kimseyi çocuklaştırmaz merak etmeyin. Zaten yüzünüz ciddi olsa bile bazen çocuk gibi davranmıyor musunuz?

Çocuk yürekli büyükler o kadar çok ki yaşamın içinde…Çocuk yürekli kadınlar, çocuk yürekli adamlar. Çocuk yürekli kadınlar bazen çocuk bile büyütmeye kalkarlar ya… Durum yaşam adına, o kadınlar adına, büyütülmeye çalışılan çocuklar adına fecaat. Küçükken oyun oynayamayanlar için geç kalınmış olmaz. Hiç bir şey için geç olmaz ki! Deneyelim mi? Tekrar…

Göklerde yalnız gezen küçük bir kuşu düşünelim mi? Hadi o zaman… Küçücük bir kuş, yalnız başına göklerde tüm yaşamın üzerinde, tepesinde, uzağında bir o yana bir bu yana salına salına uçuyor. Evlerin tepesinden uçuşu görülmeye değer. Uzaktan da olsa, yaşamın kıyısından uçuşu, yaklaşmadan, tepelerden salınması adeta “ ben buradayım, hadi görün bakalım” dercesine üzerimizde görünmeyen bir hakimiyet kurması … Tam yaşamın yakınlarına gelirken bir anda “hadi oradan” dönüşüyle yaşama çalım atması…Ellere yaklaşırken, ellerin değil kafaların üzerine pisliğini bırakması… Çırpınan, temizlenmeye çalışanların tepesinden kaçıp, istediği uzaklara gidebilmesi…

Bir anda tekrar yakınlaşıp bir şey söylemek ister gibi yapan ancak ”heyt…” naralarıyla yine kaçan yalnız kuş… Bir türlü yakalanamayan yalnız kuş…Yalnızlığına acıyanlara uzaktan gülerek yine kaçabilen…”İstersem yaklaşırım istemezsen istediğim yere giderim” tavırlarıyla her yere gidebilmeyi kendisinde hak görebilen…Bu hakkı nereden bulduğunu sadece yalnızlığı ile açıklayabilen…Tepe bakışıyla anlatabilen…

Bir küçük yalnız kuş neler anlatmaz ki. Görebilene, anlayabilene, düşünebilene, yaşamı bilebilene…Uçtukça daha bir uçası gelen yalnız kuşu kim tutabilir ki! Deneyin bakılım tutabilirseniz aşk olsun. İnanmam tuttuğunu söyleyene. Deneyin inanmayanlar bakalım önce hangi okur tutacak? Görün yüreğinizi, yaşamı…Ne de aciz kalabildiğinizi. Aciz değiliz diyenler, beğenmediğiniz yalnız kuş olsun da uçsun o zaman. Gülelim mi yazılanlara?

Yaşamda görülecek o kadar ayrıntı var ki aslında. Derdim bunu anlatabilmek. Göklerde bizlere fark ettirmeden kendince uçan bir yalnız kuş bile o kadar anlamlı ki; görebilene… yaşamı görebilene, anlayabilene…

Bu oyun da burada bitti. Şimdi yaşamın içinde uçma zamanı. Uçalım bakalım birlikte, nereye gidebilirsek oraya kadar…

Reyhan Gazel

24 Şubat 2008 Pazar

Rayiha





Yaşam olanca hızıyla gide dursun, biz kendi kendimizce yaşamaya devam edelim. Rayihalarımızı çevremize salarak…Bir insan olarak katkımız da olur mu koca yaşama demeden…Sanki herkes bizi izliyormuş, dediklerimizi, yaptıklarımızı yapıyormuş gibi hissederek… Bir de bunu deneyelim mi?

Kuşların ötmeye devam ettiği, çiçeklerin “ben de varım” dercesine açmayı sürdürdüğü yaşamda, düşünen, üreten, aklı ve vicdanı yerinde olan “insan” ne yapamaz ki! Çiçeklerin daha güzel açabilmelerini sağlayamasa da, çiçeklerin en güzel kokularını hissederek yaşama daha hoş katılmaz mı? Hoş katılımıyla rayihalarını çiçekler gibi salamaz mı?

Tüm güzelliklerin barındığı yaşama, kendince güzelliklerini katarak daha da güzel kılan insan, yüzünde gülümsemeyi unutmadan yaşayabilse…Kin, nefret gibi gülümsemeyi unutturacak tüm olumsuz duygulardan arınabilse…Herkes daha mutlu olabilse… Temenniler gerçekte de olabilse…

Yolda yürürken insanların yüzüne bakınca, mutsuzluktan başka bir şey görmeyenlere sözüm var. Demek ki rayihalarınız yeterince dağılmamış…Tüm gülümseyebilenlerin suçu…İnsan olarak suçu…İnsanlık adına suçu…Biraz daha çalışmak gerekiyor belli ki.

Bir anda gerilen ortamların yarattığı sıkıntılı insan görüntüsü yayılırken, güzelliklerin yayılamaması üzüyor. Yayılmak bir tarafa görülememesi daha çok üzüyor.

Bir insan deyip geçmeyin. Bir insan küçük bir dünya demektir aynı zamanda. Kendi dünyasının kralı, kraliçesi…Kendi dünyasında mutsuz olanlara mutluluk veremeyenler, bir insanın gücünü hafife alanlardır; biline…Oysa ki, küçük bir dünya, bir küçük dünya daha, bir daha küçük dünya…koca bir dünyaya çıkmaz mı? Dünya küçük dünyalardan kurulmaz mı?

Koca koca konaklarda yaşamış, kendinden başkasının mutluluğunu, mutsuzluğunu görememiş olanlara sözüm yok. Sözüm olsa ne işe yarar ki! Ama mutsuzluğu görenlere sözüm var. Tüm sözlerim onlar için. Rayihalarını yaymaları için…Küçük dünyam ne işe yarar demeden…

Konuşmayın, delin karları, karların ortasındaki zorlukları, birer birer yok etmek için… Yüreklice yüreklerdeki güzellikleri, yüreksizlere de yayabilmek için. Yüreğinin içindekileri bilmeyenlere de yayabilmek için. Yüreklerin içinde yüreklice yer alabilmek için…Konuşarak değil, zorlukları aşarak…Zorlukları aştıkça güzelliklere daha güzelce ulaşabilmenin rahatlığıyla, olgunca… İnsan olmanın ağırlığı ile…

Yaşam herkese gülsün, yaşamı gören, göremeyen, görmek istemeyen, görse de görmüş sayılmayan…Mutluluğa hasret kalan, arayan, yüreğinin farkında olan, olamayan…

Reyhan Gazel

21 Şubat 2008 Perşembe

Mini Mini Büyüklere Masallar





Damların içindeki yürekler, damdaki tilkilerin maceralarını izlerken, damların dışındaki yaşamdan onlara ne? Kuyruğu eksik tilki…İzle izle, istersen bir daha izle…Kim tutar seni.

Çiçek, böcek, yanına bir de kuş…Bildiğiniz kuşlardan değil ama gözleri boncuk boncuk kuş…Hani diğer kuşlar boncuk bakmıyor ya! Boncuk da bildiğiniz gibi değil. Pırıl pırıl…Gözleri kamaştıran cinsten. Baktıkça bakasınız gelir cinsten.

Çiçekler, böcekler kendi kendilerine gülümserken, boncuk boncuk onlara bakan bizim kuş, baksa ne olur bakmasa ne olur? Kendi kendine oynayan böcekleri, çiçekleri gördü de ne oldu? Bırakın biraz daha baksın…

Biz de mini mini büyüklere masal yazalım. Okusalar ne olur, okumasalar ne olur? Belki masalsızlıktan bunalmışlardır. Ne dersiniz? Masalların etki büyüklüğü ile bir şeyler değişir mi dersiniz? Daha neler bu yaşta…Deneyelim… Bir daha.

Bir varmış bir yokmuş…. Evvel zaman içinde küçük bir deve kuşu varmış. Oynadıkça yüzünde güller açarmış. Açarmış açmasına da, kimseler gül peşinde değilmiş. Güller solmuş, solmamış kimsenin umurunda olmazmış. Gülü sadece sevdiklerine verilecek bir aracı arabulucu gibi düşünürlermiş. Düşünsünler bakalım.

Bir gün deve kuşu açmış kanatlarını tam yürüyecekken bir de ne görsün! Büyük mü büyük, koca mı koca, acayip mi acayip bir yaratık karşısında duruyor. Korkmuş ama kanatlarını da indirmemiş. “ Bu da ne? “ diyebilmiş içinden sadece. Sonra tam geri geri kaçarken, sessiz ama derinlerden bir ses duyulmuş:

“ Kaçma ben dostum.”
“….”
“ Gel beraber oynayalım”
“….”
“ Lütfen…”
“…”

Bizim küçük deve kuşu korkudan ne cevap verebiliyor ne de ortamdan kaybolabiliyormuş. O anda başka bir ses daha duyulmuş:

“ Kim var orada?”
“….”
“ Kim var dedim”
“….”

Küçük deve kuşu iyice korkmuş, çünkü bu sefer görüntü de yokmuş. Konuşanı görebilse belki rahatlayacakmış. Ama….Ses şiddetini arttırırken, garip yaratık da ürkmeye başlamış. Bir anda konuşmaya başlamışlar:

“ Kim konuştu “ demiş küçük deve kuşu.
“ Bilmiyorum” demiş yaratık.
“ Sesin geldiği yöne gitsek mi? “
“Hadi gidip bir bakalım.”

Bizim garip yaratıkla küçük deve kuşu bir anda hem konuşup hem de sesin geldiği yöne doğru yürümeye başlamışlar:

“Ses seni çok mu korkuttu”
“Evet. Ya seni?”
“Beni de…”
“Korkma birlikteyiz, şimdi anlarız. “

Derken bir şeye ulaşmak için birlikte yola koyulmuşlar. Ulaşacakları şey, bilinmeyen bir şeymiş. Bilinmeyene yolculuk iyice meraklarını cezbetmiş. Arada bir duyulan görüntüsü olmayan sadece sesi gelen şeyin ne olabileceğini birlikte bulmak istemişler.

Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Bulamamışlar. Ama bu arada da arkadaş olmuşlar. Yıllar birbirini kovalamış, günler birbirini… Dostlukları perçinlemiş, bir daha tanımadıkları kişilerden korkmamaya söz vermişler. Tanımak için zamana ihtiyaçları olduğunu geç de olsa anlayarak, bilinmeyene doğru gitmeye devam etmişler.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine… Çıkalım çıkmasına da, masalın özetini de vererek…

“ Hiçbir canlı yaratık olarak düşünülmemeli. Yaratılan her şeyin güzel olduğu bilinmeli. Bilinmeyene gidişin dostluk gerektirdiği anlaşılmalı, Yaşam, yaşamak, yaşantılar daha ayrıntılı düşünülmeli. Bilmediğimizden değil, bildiklerimizden korkmalı. Bilinmeyenin üstüne gidilmeli. Masalların önemi küçük yaşlarda anlaşılmalı. Anlaşılmıyorsa büyüklere de masalla gerçekler anlatılmalı….” Daha neler neler…Bu da sizin bileceğiniz iş. Benden bu kadar.

Reyhan Gazel

18 Şubat 2008 Pazartesi

Ekmeği Öperken İnsanı Tepenler




Daha küçücük yaşımda sokakta bir dilenci görünce, yüreğim ılık ılık akardı. Ardından dünyamın kararması ve yemeden içmeden kesilmem de bundandı. Kimseler bilmezdi neden yemediğimi. Çevremin tüm çırpınışları da boşaydı böyle durumlarda. Aç otururdum. Mağdur insanın ruh halini daha iyi anlayabileceğimi, bu şekilde destek olduğumu düşünürdüm.

Yıllar geçtikçe mağdurun tanımı da, durumu da değişmeye başladı yüreğimde. Geçmişte sadece aç ve dilenen insan olarak düşündüğüm mağdur, yerini dilenmeyen, aç da olmayabilen insana bıraktı. Dilenenlerin, dilenmeyi iş olarak düşündüğünü gördüğümden… Gerçek mağdurun kimseden bir şey isteyemeyeceğini anlayabildiğimden… Sadece açlığın değil, bir çok olumsuzluğun mağdurluk olarak içeriklendirildiğinden…

Mağdur kimsenin mağdurluğunun, kültürel etkilerle de şekillendiğini görmek en büyük yıkımdı yüreğimde. Kültürü yaşam tarzı olarak düşündüğümden, insanların kendi yaşam tarzlarında olmayanlarla yaşamının etkilenmesi acımı katlarken …Duygusu tamamen yok sayılarak dışlananları görmek, büyüsem de yüreğimi küçücük bir çocuk gibi ağlattı.

Yolda yürürken görülen ekmek parçasının öpülerek, kenar bir yere sakince bırakılması gözlerimi yaşartırken, nimetin en büyüğü olarak düşündüğüm insanların tepilmesi, hor görülmesi daha çok ağlattı yüreğimi. Ekmeğini öpen, insanını tepenlere bir şey diyememek de.

Mağdurun acısını bir başına yaşamasını tercih edenlerin, mağdurlar adına söz sahibi olması dağladı geçti yüreğimi. ”Gözümün önünden çekil” ifadelerinin gözlerde okunması yaktı. Kendine ait olmayan yaşantıları yok saymayı düşünenlerin varlığı rahatsız etti.

Muhtaçlığı mağdurlukla beraber düşündüğümde, muhtaç olanların mağdur görüntüsünde olmasının beklenmesi üzdü. Mağdurun sadece sokakta dilenenler olmadığını anladığımdan beri….

Yaşamda farklı şekillerde ve içeriklerde mağdur durumuna düşmüş olan insanlar, yolda yürürken görülüp öpülerek kenara konulan ekmeğin de kendileri gibi nimet olduğunu biliyorlar. Ama ekmeğe gösterilen intizamın kendilerine gösterilememesini anlayamıyorlar. Anlayamazlar da.

Tüm bu yazılanlar, sosyal restorasyonun startını veren Başbakan Erdoğan ve tüm ülke yöneticilerimizin yapacakları için, yaşamın oldukça içinde yer alan gerçek zeminlerdir. Sosyal farklılıkların tümüne, fırsat eşitliğini gerçekleştirmeye yönelik atılacak adımlarda, toplumdaki bireysel ayrılıkların kabulüne yönelik olumlu bakış sağlayabilmek, olmazsa olmaz durumlardandır. Sosyal devletin gereği olarak, mağdur kapsamında düşünülen insanlara eşit desteklerin sağlanabilmesinin koşulları, her gün daha belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır. Çıkmaya da devam edecektir.

Kendisini bilinen ya da bilinmeyen nedenlerle yaşamın dışında gören, hisseden, yaşamın özellikle dışına itilenler, gerçekleştirilmeye başlayan sosyal restorasyonun kendilerine kazandıracaklarını merakla beklemektedir.


Başbakan Erdoğan’ın, sosyal restorasyonla ilgili atacağı adımlar, izleyeceği yollar, sistem kurmadaki hız ve kararlılık durumu önümüzdeki aylarda çokça tartışılacağa benziyor. İnsanla doğrudan ilgili olarak yapılanlara, yapılacaklara uzaktan, yakından ilgili herkesin konuşacağını bildiğimden… Ülke gündemimizin hep böyle oluştuğunu gördüğümden…

Her konuda olduğu gibi, mağdurların yaşam standartlarının arttırılmasıyla ilgili yapılacağını düşündüğüm, bildiğim konuşmaların yerine faaliyet beklemem de abes karşılanmasın. Konuşunca bir şey olmuyor. Uzaktan yapılan konuşmalar, mağduru mutlu etmiyor. Tez yoldan çözüm bekleniyor.

Hatta bu satırları yazarken bile, engelli çocuğunu kucağında taşıyamadığı için tuvalete götüremeyen bir anne mutlaka vardır. Herkes gibi sokakta koşup oynamak için ayakkabıya ihtiyaç duyan ayakkabısız bir çocuk, evinin bir köşesinde umut gözlerle bekliyor, yakacak bir şeyi olmadığı için, yerde çocuğuna sarılıp ısıtmaya çalışan bir baba gizli gözyaşı döküyor olabilir. Bunlar, mağdurun ‘gerçek türküsü’ olarak kulaklarda çalınmaya devam ederken, sosyal restorasyona start veren hükümetin işini zora sokacak engellemeleri anlamak mümkün değil. Yüreği yaralıların anlaması ise hiç mümkün değil.

16 Şubat 2008 Cumartesi

Biraz Sükunet Lütfen





Bir hocam derdi ki, “ Krizi iyi yöneten hep kazanır. Kriz anlarında tek yapılacak şey sükunetle davranmaktır.” Belki bu sözleri söylemek kolay, uygulamak zor gelebilir herkese. Ancak, İnsanın yüreğinin gücünün büyüklüğü böyle anlarda ölçülmez mi?

Yaşam her anında, ummadığımız anlarda, kontrolümüz dışında da bizlere farklı yaşantılar yaşattığından, yüreğimizin gücünü arttırabilmemizin önemi daha net çıkar ortaya. Yürek gücümüz krizleri iyi yöneterek arttığından, bu artışın sınırı da olmaz. Yaşadıkça, gördükçe, var oldukça…

Her yaşanılana reaktif davranarak, sükunetimizi bozarak tepki vermemizin yaşamdaki ağır karşılığı, yüreğimizin gücünü daha da azaltırken, proaktif davranmamız yüreğimizi daha güçlü kılar. Her zaman, her yaşta, her olayda…Sakince, düşünülerek atılan her adımın karşılığının olumlu geri dönüşünü bildiğimden…

Sakince düşünürken, krizin çıkış noktasını, çözümlerini daha iyi görebilmemiz, böyle anlarda yüreklice ortaya çıkmamız, bazen de yüreğimizi geriye atmamız neden zor gelir? Her yaşantıda, sıkıntı yaşanan her anda, sükunetimizi kaybettiğimiz durumlarda kazanamayacağımızı bildiğimden rahatım…

Dillerin yüreklerin önüne geçtiğinde, yüreklerin taşıyamayacağı yüklerin sırta alınmasını hiç anlayamam. Yüreğinin gücünü göremeyenleri de…

Kriz, içinden çıkılmaz gibi görünen durumlarda söylenir. Oysa ki yaşamda yüreklice bakıldığında içinden çıkılamayan hiçbir olay yoktur. Krizler çıkar, çıkartılır, krizler çözülür, çözdürülür… Krizi çıkartan da çözen de insandır.

Her şeye tepkisel yaklaştığımızda, en kolay çözümlenebilecek kriz bile yumak haline gelir. Niyetimiz çözmek olsa bile, yüreğimiz çözebilecek durumda olmadığından…Beynimiz her şeyi bildiğini düşündüğünden… Yüreklerimiz hor görüldüğünden…Unutulduğundan… Kalp çarpıntısının beyinden değil, yürekten geldiğini bildiğimden…Çarpan yüreklerin beyni yanlış yönlendirdiğini düşündüğümden…Yanlış yönlenen yüreğin reaktif davranışları oluşturan tepkileri ortaya çıkarttığını anlayabildiğimden…

Gülümsenerek yapılan her eylemde, kriz eyleminin çözümünde de işe yaradığını hep görürüm. Herkese tavsiye ederim. Gülümseme ile yüreklerimizin beynimizle birlikte yola çıktığını hep anlayabilirim. Ama gülümsemenin öneminin anlaşılmamasını hiç anlayamam. Yüzü asık, beyni, yüreği ciddi olmayanları hep gördüğümden…

Her an sükunetin, gülümsemenin yaranını görerek yaşamak kriz anlarında da uygulayabilmek, yürekleri daha güçlü kılar. Sakince, yüreklice, düşünülerek atılan her adımın karşılığı kriz anlarında da kriz dışındaki anlarda da hep sonucu olumlu gelir, bize, yaşama, herkese…

Yine de herkese krizsiz, huzurlu bir yaşam dilerim

Reyhan Gazel

12 Şubat 2008 Salı

Çık İşin İçinden




Büyük bir kalabalık, ben deyim 1000 kişi, siz deyin 5000 kişi. Kalabalık ölçülür mü rakamla? Kalabalık diyorsam, gerçekten kalabalıktır. Bağırıyorlar… Kime, niye, neden belli değil. En azından biz anlayamıyoruz. Belki eşine kızdı, belki komşusuna…Bilinmiyor. Çünkü herkes bir nedenle bağırıyor. Tek tek konuşabilsek, psikolojik analiz yapabilsek tek tek dertlerini anlayabiliriz aslında. Ama o kadar bağırıyorlar ki… Yaklaş, yaklaşabilirsen. Gidiyoruz yanlarından, uzaklarından, aralarından…

Yollarda sessizliğe tekrar kavuştuğumuzda düşünüyoruz; kalabalıklardaki bağrışmaların nedenlerini, nedenini. Ama yine de bulmak zor. Kalabalık içine sıkışmışların gerçek yaşadıkları sıkıntıları…Nereden bilelim, neden bağırdığını, neden bağırdıklarını…

Ortalıklarda dolanan bildiriler gözümüzün önüne geliyor düşünürken. “Karşıyız karşı, her şeye karşı… “ Her şey de ne ola ki! Binlerce insan neye karşı olabilir ki, üstelik aynı anda. Aklımız almıyor. Bireyselliğin öne çıktığı dünya düzeninde, kalabalıkların içindeki bağrışmaları aklım almıyor. Düşünen insanın bağırmayacağını bildiğimden…Düşüncesi kendine yeten insanın sessizce konuştuğunu anlayabildiğimden… Bağırmaya gerek kalmadığını görebildiğimden…

Epeyce ıssız yollarda yürüdükten sonra kendime geliyorum. Kendine yetmeyenlerin topluluk içinde rahat ettiğini buluyorum aklımca. Bireysel konuştuğunda dinlenmeyenlerin, kendisini dinletemeyenlerin birlikte bağırmaya ihtiyaç duyduklarını da düşünmeye başlıyorum. Gülüyorum.

Kendini bilmeyenlerin bir başkasının gücünden yararlanma durumu çok eskiden beri bilinir. Toplulukların birlikte hareket etme isteği hep bilinir. Topluluklardaki insanların kendi başlarına, kendilerini ifade edemediklerinin bilinmesi gibi. Birlikten kuvvet doğar nasıl olsa… Davranın!

Bu düşüncelerle evimin yolunu tutmam ile kendimi kanepenin üzerine atmam bir oluyor. Kanepe belki de en rahat mekan. Düşünmek için, anlayabilmek için, işin içinden çıkabilmek için…Kanepeyle bütünleşenleri şimdi daha iyi anlıyorum. Evet oluyor galiba; buluyorum, çıkacağım işin içinden.

Kanepede yatarken düşünebilmenin rahatlığı da düşündürtüyor beynimi. “Ne de olsa benim kanepem, istediğim gibi düşünürüm artık.” Bu sözler yüreğimi acıtıyor yine de. Bir insan olarak kanepeden destek alabilmem kadar sığ bir durum olabilir mi? Oluyor ama… Olacak… Olmalı… Bulacağım… Ha buldum!

Yalnızlaşan insanın sorun çözme yöntemi, kalabalıklardan güç alarak kendisini ifade etmesidir. Ne söylediği tam anlaşılmadığından, rahattır böyleleri. Bağırır, haykırır, çağırır, anlatır, anlatır da anlatır… Nasıl olsa kimse onu duymuyordur. Kimse ona karşı tez söylemiyordur, bağırdığı şeylerin savunmasını yapmak durumunda kalmıyordur. Günün sonunda rahatlamış olarak evine dönüp işine bakması da bundan. Artık kendisini ifade etmiştir, tüm insanlık alemi onu duymuştur, anlamıştır, hatta kabul etmiştir… Aman ne güzel.

Kanepede tüm bunların çözümlemesini yaparken, insan öyle bir rahatlıyor ki. Dünyanın olanca yükünü kaldırabildiğini hissedip, mutlu da oluyor akabinde. Önemli olan da bu zaten. Yeter ki mutlu olsun insanlar, öyle ya da böyle. Herkes kendisini anlatabilsin, isten kendine, ister kalabalıkların ortasına.

Toplumsal sorun olarak görülenlerin çözümü, maalesef günümüzde ya kanepede yatarken, ya da ortalık yerde çözümleniyor. Yani ya sessizce ya binlerin arasında bağırarak. Bu mu? Çık işin içinden.

Bir gün önce bağırtıdan kaçarak kanepede çözdüğümüz düşüncemiz, ertesi gün yine karşımızda. Yine bir gün önce bağırarak anlattığımız düşüncemiz, ertesi gün yine karşımızda. Böyle giderse hep de karşımızda olacak.

Buyrun sofraya, size güzel yemeklerim var bugün. Yedikçe belki işin içinden çıkarsınız. İster öyle, ister böyle. Mağdurlar sizi beklerken… Çözümler önünüzde dururken…

Yine de yaşam bağıran, bağırmayan herkese gülsün

Reyhan Gazel

11 Şubat 2008 Pazartesi

" Pera" Yaşamı




“Olduğu gibi görünmek ya da göründüğü gibi olmak” İslamiyet’i benimsemiş toplumlarda yaşayan herkesin yaşam felsefesidir. İslamiyet’in ezoterik yollarından birisi olan Sufizmin de. Kendisine “Müslüman” diyen herkesin de. Her şeyin gerçekte olduğu gibi açığa çıkmasında, yalanın başka bir yalanı doğurmasının engellenmesinde, nefse hakim olup, olgun insan olma mertebesine ulaşılmasında, insana ‘içeriden’ bakılmasında yol gösterecek bir yaşam felsefesinin yaşamda karşılığını bulmasında…

İslamiyet’i gerçek Müslüman gibi yaşayabilmek için, olmazsa olmaz şartlardan olarak gördüğümüz “ nefse hakimiyet”, yaşamda insanın kendisine ‘içeriden’ bakışı ile ortaya çıktığından, insanın bir adım ötesinde düşündüğümüz toplumların göründükleri gibi, bilindikleri gibi yaşayamamalarını anlayamayız. Yürekte yaşananların yaşamda karşılığının görülememesini ise hiç anlayamayız.

Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş ve yükseliş dönemlerinde padişahlara gerçekleri olduğu gibi söyleyen bilim adamları, şeyhülislamlar, kadılar, seraskerler, padişahların yanlarında olan herkes yalansız ve görüneni aynen aktarmayı bir görev saydıklarını biliyoruz. Bu görevi de yönetim prensibi olarak gördüklerini.. Padişahların, bilen kişilerin, bilge görülenlerin ayaklarına kadar giderek ‘nefislerine “ yenilmediklerini de. İslamiyet’in ‘olgun insan olma’ hassasiyetini bildiklerinden çok da zorlanmadıklarını tahmin ediyoruz. Osmanlı döneminde yapılmış camilerdeki ince zarafeti, ihtişamdan uzak mimari anlayışı, işlevsel ama güzel görünümlü yapıları, yerinde parlak renklerin gösterişten uzak kullanılışlarını bugün görmek bizlere ‘nefse’ yenilmemenin net anlatımı olmuyor mu?

Manevi eğitimin temelinde ‘ nefse yenilmemek’ anlayışını bulduğumuzdan, teknoloji ile toplumsal yapımıza giren ‘ modern insan’ modeli ile bugün yaşanılan ihtişam, gösteriş, sanattaki ince zevkten uzak duruş, kendisine ‘dışarıdan’ bakan insan anlayışının nedenini de açığa çıkarmıyor mu?

Osmanlının çöküş dönemiyle birlikte batının teknolojisi için belli bir program dahilinde harekete geçilmesi, toplumsal yapının temeline salt bilgisel anlayışın girmesi, daha da önemlisi bu yaşantının herkes için yaşam felsefesi haline gelmesi kendisine ‘dışarıdan’ bakan insan modelinin de temellerini oluşturmaktadır. Yani bugünkü insan anlayışının. Komşusu açken tok yatabilen, başkasının açlığını önemli görmeyen, mağdura sadece acıyan, engelliye cezalı insan gibi de bakabilen, kendisinden başkasının yüreğini görmekten uzak durabilen…

19. Yüzyıldan sonra İstanbul’da yapılan saraylardaki gösterişin artması, “Pera” yaşamının yaygınlaşması, alafrangalığın yaşam biçimi haline gelmesi, medeniyet ve batılılaşma anlayışlarının salt bilgisel olarak düşünülmesi, batının en büyük sorunu olan kendisine ‘dışarıdan’ bakan insanı da yüreklere yerleştirmektedir.

Yüreklere yerleşen ‘modern insan’ modeli ile, insana ‘içeriden’ bakmanın değerinin de yitirildiği günümüzde, tüketim çılgınlığının artması, artmaya da devam etmesi, tüketim çılgınlığının ‘nefis’ mücadelesinde galip gelmesi ürkütücüdür. Gençlerimiz adına, ailelerimiz adına, tüm insanlar adına. Bu duruma dur diyemeyenler adına…


Büyük kentlerimizde son dönemdeki tüm yapıların “Tower” olması, sinemanın yerini nereden geldiği belli olan ama dile getirilemeyen isimlerin alması, alışveriş merkezlerinin “Center”, “Mall” şeklinde ifade edilmesi ve yazılması, sadece alışveriş dendiğinde kıyafetlerin anlaşılması, toplumca paylaşımların unutulması, bunun da ötesinde neyin niye yapıldığının düşünülmemesi üzüyor. Yaşamı yüreklerde, yüreğindeki değerlerle yaşamak isteyenleri üzüyor.

Oluşan yeni insan modelinde, herkesin her şeyi kendisine hak görerek, rahatça istemesi, statü peşinde kapı kapı gezerek başkalarına’ tapınması’, kendisini‘tapınılacak insan ‘yapabilmek için çabalaması ‘içeriden’ bakanlara o kadar uzak ki. Peygamberimiz Hz. Muhammed ‘in “ Nefsini bilen Allah’ ı bilir “ söyleminden de o kadar uzak ki. İhtirasların, kula kulluğun en uzak olduğu, olması gerektiği İslamiyet’ten de. Hele ki, İslamiyet’in ritüellerini ihtiraslara kavuşmada araç olarak görülmesine diyecek sözümüz yok.

Bilmek, toplumda toplumu bilmek, toplumda insanı bilmek, insanın yüreklerini görebilmek, gördüklerini yüreklere sokabilmek, toplumların yüreklerine girebilmek, kendisine ‘ içeriden’ bakabilenlerin yapabildiği olgunluktur. Olgunluğa gidişin yolunu bilmenin yoludur. Neyin nereden geldiğini, niye geldiğini, yaşama giriş nedenini, yaşamda var olma şeklini, yüreklerdeki değerlerden yaşamın bağımsız olmaması gerektiğini bilmek kolay olmaz. Bildikten sonra da başkalarına anlatamamanın zorluğu başladığından böyle yaşamak hiç kolay olmaz.


Reyhan Gazel

7 Şubat 2008 Perşembe

En Uzağı Görmek





Yeni bir işe giriştiğimde hemen o işin en uzağını görmeye çalışırım. Önce nasıl bir işe başladığımı anladıktan sonra…Bu iş şu an ne durumda, nereye kadar gidebilir, nereden güç alır, nasıl zorluklar çıkartabilir, en çok yarar nasıl sağlanır, kimlerle yapılabilir, duruşum nasıl olmalıdır, işle ilgili kimlerle işbirliğine girebilirim, kimlerden uzak durmak gerekir, hangi pozisyondayım, bu pozisyon kendi hedeflerimle ne kadar örtüşüyor…daha önemlisi bu iş ana hedeflerime giden yolda mı, değil mi? Belki de bundan daha önemlisi bu işi istiyor muyum, istememe rağmen başarabilir miyim? ….Tüm bu sorular 10 dakika içinde aklımdan geçer, cevaplarıyla birlikte. 10 dakika kısa süre değil emin olun. “Kendini bilen” insan için…

“Kendini bilen” kendisine verilen ya da aldığı tüm işlerle ilgili tasarruflarda bulunabilir. Kendi katkısıyla birlikte…Aradaki bir soruya verilecek en küçük olumsuz cevabın, ileride büyük sorun olarak karşısına çıkacağını bildiğinden… Bunu sadece “işe alınan” bilir. “İşe alan” anlayabilir. O da vakti varsa. Vakit ayırabilirse…

Bir insanın kendisiyle ilgili en uzağı görebilmesi zor değildir; kendini bilene…Aldığı işi yapabildiğini anlaması en kolayıdır; düşünebilene… Bir insanın kendisi için kendisini düşünmesi en çok kolayıdır; bilene…

Oysa ki yaşam tüm bu yazılanların ötesinde bir yerlerde yaşanıyor olmalı. Değerlerin düşünebilmenin ötesinde yaşandığı, insanların kendisini tanıyamadığı, bir başkasını tanıyamadığı…

Başarılı insanlar elleri ceplerinde başarılı olmamışlardır. Tüm bu süreçlerden gelerek, yokuşta ter akıtarak ulaşmışlardır. Akıttıkları terin karşılığını görerek, en azından kendileri için doğru yerlerde olduklarını bilerek… Rahatça.

Doğru yer, en uzağı görebilmekle ilgilidir. Kendimizle ilgili en uzağı görerek…Kendimizi üretimle var edebilmenin güzelliğinin tadını alabilerek… Kimselere “tapınmadan”. Elleri kendi ellerine kenetli, beyni ellerine odaklı, gözleri yaptıklarında…Yaptıklarının devamının nasıl geleceği ise beyninde.

Böyle yaşanan yaşamda yürekler hep rahattır,huzurludur. Kendisini var edebilmenin rahatlığı…İstediği kadar, istediği şekilde…Mutlu, telaşsız… Nereye gittiğini bilerek…Nereden geldiğini unutmadan. Vaz geçilmez olmadığını düşünerek… Vaz geçilmez olmadığını bilenler için gidecekleri yer o kadar yakındır ki, her adımda bir sonraki adımı bildiklerinden…Günahıyla, sevabıyla…

Herkes akıllıdır; ‘aklı’ olduğunu bildiklerinde, aklın gücünü görebildiklerinde, yüreklerini dinlediklerinde, yüreklerini mutlu edecek şekilde var olduklarını düşündüklerinde. Yaşam hem oyundur hem ciddi bir oyun. Evcilik oyunu bir düzmecedir, kurgudur. Gerçek yaşamdan, kurgusu kontrol edilebildiği için farklıdır. Gerçek yaşamda kurguyu oluşturan çok faktör vardır. Kontrol dışı da gelişebilen…En uzağı görürken, kontrol dışı ortaya çıkabilecek süreçlerin öngörülebilmesinin önemi buradadır. En uzak hep aklımızda olunca, görülememesi de o kadar zordur ki…

Yine de yaşam uzağı gören, göremeyen herkese gülsün.

Reyhan Gazel

Lavanta Kokulu Yarim





Mavi - yeşil - kırmızı … renk renk, biçim biçim bezenmiş, halı gibi etrafı sararak içimizi okşamış, yüreğimizi kuşatmış bir vadiden daha güzel ne olabilir? Lavanta kokulu yarim mi? Daha neler…

Şırıl şırıl akan derenin kenarında oturmanın tadını alamayan yüreklere, “lavanta kokulu yar” çok şey verebilir. Lavantanın tadını bilenlere, bilmeyenlere…Lavantaymış gibi tad verebilir. Lavantanın tadını bilse de bilmese de yarini tanımlar; “ lavanta kokulu yarim” diye. Bir insana tapınmanın dile yansıması şeklinde kendisini gösterir böylesi aşklar. Yüreklerde değil dillerde yaşanan aşklar…Ne de olsa yardır, lavanta kokmasın mı?

Yürekten yüreğe yansıyanların dışındakilerin aşkı tanımlaması beni oldum olası çok güldürür. Güldürmeye de devam ederek…Lavanta ile aşkını tanımlamanın ağırlığını kaldıramayan yüreklere sözüm. Sanki lavantanın güzel kokusu olmasa yari kokmayacak. Kokan sevdiğinin yüreğidir bunu bilemeyecek…Aman ne güzel …

Lavanta kokmayan yarları tuzlamak da gerek. İllaki güzel kokması için. Lavanta gibi olmasa da tuz koksun demek gerek. Gerek mi acaba ?

Sözüm yüreklerde yaşananı dillerle anlatmaya çalışanlara. Dillerle anlatmaya çalışırken doğanın güzelliklerinden fayda almaya çalışanlara… Sevdiğini kendisi olarak değil, kendinden güzel olan başka şeylerle anlatmaya çalışanlara… Yürekleri yetmeyenlere, yetemeyenlere. O zaman sevmeyin! Sevgi yürekliler için, yüreklerde bulunandır.Ötesini düşünmek bile abes.

Daha önceki aşk ile ilgili yazılarım epeyce ilgi görmüştü. Okunma kaygısından mı, daha çok okunayım diye mi onu da bilmem. Ama yüreklerde önemli oranda yer alan sevginin, aşkın biraz ayrıntılaşması ve düşünülmesi gerekir, onu iyi bilirim. Her şeyin düşünülmesi gerektiğini bilmemden… Düşünmeden, yüreklerde yaşanamayanların dillerde yaşanmasını istemediğimden…Yüreklere ait olanların yeri yüreklerde, dillere ait olanların dillerde kalması gerektiği gibi. Zorlamamak gerek.

Derin sevgileri, aşkı anlamak yüreklerde yapılması gerekendir; düşünebilene… Aşkı aşk olarak yaşamanın yeri yüreklerdir sadece; görebilene…Dillerden akanlar, akıp gider; anlayabilene… Aşk akıp gitmemeli; hissedebilene…

Her yaşadığımız gibi aşkın da düşünülmeden yaşanması zarar verir. Yaşayana, yaşatana, yaşamak isteyene…Hissedilmeden yaşamanın bedelini yürek öder. Yaşanan her şeyin yüreklerde olması gerektiğini bildiğimden rahatım. Yüreklerde olmayanın dillerde olduğunu düşündüğümden yine rahatım. Rahat yaşamanın rahatlığını bilerek…Yürekleri hafifleterek…

Rahatlıklar dilerim yine de. İster yanınızda lavanta kokulunuz olsun, ister yüreğiniz elinizde…

Reyhan Gazel

4 Şubat 2008 Pazartesi

Gidenin Ardından




Yüreklerin solduğu akşamın getirdiklerini, başka yüreklerdeki yansımasında yüreklice gördüğümüzde, gidenin ardından ağlayamayız bile. Gözler açılsam mı açılmasam mı dercesine kısık bakarken…gözlerin görüp görmediği belli bile olmazken…gözler bazen yerinde fazlaymış gibi yerinde dururken… ağlasak ne olur, ağlamasak ne olur?

Gidenin ardından kısık bakışların gideni geri getirmeye yetmeyeceği bilindiğinden, gözleri kıssak ne olur kısmasak ne olur?

Yerli yerinde duran dünyaya ait olanların yerine, gideni koyup koymamakta karasız kalınan anlardır bu anlar. Bu anlarda ağlayamadıktan sonra baksak ne olur bakmasak ne olur? Bakan gözlerle görülemeyenlerin yerine tahayyül bile edilemeyenleri, koysak ne olur koymasak ne olur?

Yüreklerin solmasının yaşamdaki karşılığını iyi bildiğimizden, yüreklerin öyle anlarda yerinde olmasını bilmek bile bir şey ifade etmezken, yüreklice düşünmenin zorluğunu bilmek, sözlerin ardına sığınmakla bir olur. Sözlerin yüreklerden çıkmadığını düşünerek rahatça…

Yüreklerin rafa kalktığı anları, yaşasak ne olur yaşamasak ne olur? Yaşamın yüreklerden aktığını bilmek bile bir şey anlatmadıktan sonra…

Gidenin ardından yaşamı anlayabilmek zordur. “Ne oldu da gitti” cümlesi anlamını yitirir…Yürekler boşlukta süzülüp gider, sessizce…İsyanın kelimesi bile ağır gelir. Böyle anlarda yürek ne yapsın?

Kapıların ardında geçen konuşmaların, boşlukta birer saz sesi gibi gelmesi mi bize bunları söyleten? Yüreklerin olmadığı anlarda söylenen sözlerin anlamsızlığı gibi yitip giden acımasızca sızlayan ….Acısa ne olur acımasa ne olur?

Yaşamın yüreklerde yaşadığını bildiğimden rahatım…Yüreklerin başka yüreklerle bütün olduğunda yaşadığını düşündüğümden rahatım…Yüreklice yürekleri yaşamak istediğimden rahatım…Böyle olmasa ne olur olsa ne olur?

Çiçeklerin kokularının anlamını yitirdiği anlardır bu anlar. Koku hissedilmez olur, burun koklamaz olur, dil susar, yürek susar, arada bir boşlukta saz sesi şeklinde konuşmalar duyulur….Böyle gider.

Tüm göçüp gidenlerin ardındakilere…

Reyhan Gazel

3 Şubat 2008 Pazar

Göründüğü Gibi Olmak




Sufizm veya Sufilik, (mürşidi ile irşad olan müritlerce öğrenilen ya da öğretilen bilgiler, aynı zamanda ruhsal eğitim) İslamiyet'te Allah'a ulaşmanın yollarından birisidir. Bu yolun takipçilerine ise Sufi denir. Bir başka deyişle, Sufizm, İslam inanışına göre, nefsi kontrol altına alıp, ruhu pak edip, olgunlaşma yoludur. Sufiler, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in "Nefsini bilen Allah'ı bilir" hadisini yaşam biçimi kabul edip, ‘olgun insan’ olarak yaşayabilme yolunun dıştan içe dönüşle mümkün olacağını, öğrenim ve yaşam biçiminin bu şekilde olması gerektiğini düşünürler. "Tasavvuf kâal (laf) değil, hâl (eylem) yoludur" anlayışı ile halk arasında Ehli Hâl Üniversitesi olarak da anılır. İslamiyette ‘insan’ anlayışı, olması istenen ‘insan modeli’ net olarak ortaya konuluyor. Ancak, anlayamadığım; % 99’u Müslüman olan Türkiyede çoğu insanın, olması gerekenin tersine kendisine inatla ‘dışarıdan’ bakmasıdır, bakmaya da devam edebilmesidir. Üstelik nefsine yenilerek…

Kültür endüstrisine paralel olarak beliren “ modern insan” modeli, Türkiye’yi derinlerden etkilemeye devam ederken, nasıl davranmamız gerektiği hazır kalıplarla elimizin hemen altına sunulurken, sahip olduğumuz dinimizin gereğini / gereklerini görememek çok düşündürücüdür. Görememek kadar yaşadığımız dinimizi bilmemek de aynı oranda düşündürücüdür. Elimizin altına sunulan kültür kalıplarının, yaratmaya çalıştığı insan modelini bilemeden yaşantımız haline getirebilmemiz ne acıdır.

Bir genç kızımızın model aldığı sanatçı gibi burnunu yaptıracak kadar kendisine ‘dışarıdan’ bakabilmesi, en beğenilen mankene özenerek sıfır beden olabilmek için aç gezebilmesi, Anadolulu gençlerin bazı tüketim malzemelerini kullanabilmek adına her türlü ‘dışarıdan’ seçilmiş yolların içine girebilmeleri… Tüm bunları görmek, yaşamak zorunda kalmak, görüp de müdahale edememek, gerçek Müslümanlar için ne büyük bir acı. Başı açık olsun kapalı olsun tüm gerçek Müslümanlar için…

Hz. Mevlana’yı andığımız, söylemleriyle huzur bulduğumuz Şeb i Aruz törenlerinde Konya’da bulunamadım. Ama televizyondan izlerken aklımdan geçenler şunlardı: “ Orada bulunanların ( hem içeride hem dışarıda ), kaçı olduğu gibi görünüyor, kaçı göründüğü gibi oluyor. “ Yani Hz. Mevlana’yı anarken bile, kaç insanın kendisini ‘dışarıdan’ kaç insanın kendisini ‘içeriden’ görebildiğini merak ettim. Cevabını bulamadım elbette. Ama düşündüm…düşündüm. Toplumda toplumu düşünmek gibi, Şeb i Aruz’da insanı ‘içeriden’ düşündüm.

İslamiyetin büyük çoğunlukla yaşandığı bir ülkede, sufi ve tasavvuf geleneği gereği insanların kendisine ‘içeriden’ bakabilmesi olmazsa olmaz şartlardan birisidir. İnsanın kendisiyle hesaplaşabilmesi, kendisini kendi ruhuyla değerlendirebilmesi…İleriye yönelik ihtirasların İslamiyetten ne kadar uzak olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. “Komşusu açken tok yatabilenlerin” yerlerinin İslamiyette olmadığını da. Yapılan iyiliklerin dışa vurulmasının, vurulabilmesinin izahını da İslamiyette bulamadım. Bulan olursa da, paylaşmasını istemem, yalan olduğunu bildiğimden….

İslamiyetin bazı ritüellerinin yerine getirildikten sonra sözde tamamlanması, İslamiyetin sadece ritüellerle yüreklerde yaşandığının düşünülmesi kabul edilemez, edilememelidir.

Türkiye zengin bir İslami geleneği olan bir ülkedir. Mağdurlara kimselere göstermeden destek olabilmek, çocukları sürekli korumak, engellileri bakıma muhtaç kapsamında düşünüp toplumca desteklemek, geçmişte sultanların annelerinin sosyal konularda öncü olarak çabalarda bulunduğunu bilmek… Özetle konu ‘insan’ olunca hiçbir din, ırk, cinsiyet vs düşünülmeden yardım inancının yerleşmesi bizi biz yapan İslami değerlerimiz olarak görülmelidir.

Kurban Bayramında kestiği deve ile övünen, aldığı evin daha lüks olması için koşturup duran, pahalı giysilerle kendisini var etmeye çalışan, sosyal sorumluluktan bir haber olan, mağdur birisini görünce kafasını çevirip geçen… Özetle kendisini ‘içeriden’ değil, ‘dışarıdan’ değerlendirenlere küçük bir uyarı…Yüreğini temiz tutamayanlara da…olgun insan anlayışını yaşantısına katamayanlara da… küçük bir hatırlatma.

Kendisini ‘dışarıdan’ gören bir insan iyi bir insan da olabilir. Fakat, bu iyilik çoğunlukla, kendisi içindir. Tasavvuf bilgisi olan, İslamiyetin ezoterik yollarını bilen kişi ise, yaptığı her işte, insanlığı düşünür. Yaptığı her işi insanlık için yapar. Kestiği kurbanı da, verdiği insanı yardımı da, aldığı evin durumunu da, iş yerindeki statüsünü de, parasını da…Malıyla, mülküyle övünmez, kendisiyle hiç övünmez, övünemez. Kısaca ya olduğu gibi görünür ya da göründüğü gibi olur.

Yaşam insanı sınar. Yaşamın içinde sınar. Her yapılanın karşılığı vardır mutlaka. Nefse yenilerek tüm yapılanların…Üstelik nefis mücadelesinin temelde verildiği İslami eğitimde. Ama niyetleri yaşam kendi içinde sınayamaz. Niyetleri sınayacak sadece Allahtır. Peygamberimiz Hz Muhammed "Nefsini bilen Allah'ı bilir” diyerek bu hatırlatmayı yapmamış mıdır? Kendisini kandıran tüm Müslümanlara sitem eder gibi.

Göründüğü gibi olanlar adına

Reyhan Gazel

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...