27 Şubat 2011 Pazar

BİLEN, BİLİNEN, BİLDİĞİMİZ

Yaşam;

Bilenin, bilinenin ve bildiğimizin etrafında dönmez mi?

Uzun uğraşlar sonucunda bindiğimiz otobüsün penceresinden bakarken, yaşam daha hoş görünmez mi? Otobüsün neden geç kaldığını bildiğimizden….Bilen olarak, bilinenle ilgilenmek durumunda olduğumuzdan… Trafik karmaşasını gördüğümüzde, yolun gidiş istikametinin de kalabalık olabileceğini düşündüğümüzden…

Hasta bir çocuğun iyileşmesinin ardındaki koşturmanın “insan”ı yorabileceği ihtimalini düşünüp, hasta çocuğu olan arkadaşımıza iyi niyetler göstermez miyiz? Bilen olarak, bilinene bildiklerimizi akıtarak.

Yaşamın orta yerinde yaşananların tümünü görüp, değerlendirip, yargıda bulunmaz yımız? Göremediklerimizle ilgili, yargıda bulunmaktan kaçınmak ise gerçek tutumumuz olmaz mı? En azından olması gereken… Ya da gördüklerimizin aslında gerçeği yansıtmayabileceğini bilerek, yargılamalardan kaçınmamız gerekmez mi? Bilen olarak kendimizi ortaya koyarak, bilinene bildiğimiz şekilde yaklaşmaz mıyız? Doğru/yanlış demeden… Ya da dememiz gerekirken…

Gökkuşağının tüm renklerini beynimizde düşünüp, yüreğimizdeki hafifletici etkisini hissetmez miyiz? Gökkuşağını konu edinip, kendimizde doğa harikası gökkuşağını bile değerlendirme yetisinde bulmaz mıyız?

Bilenlerin kendisini de bir gün bilinen yapıp, bildiğimiz şekle dönüştürmez miyiz? Dedikodu şekline… Bildiğimiz şeylerin bu şekilde ortaya çıktığını söylemeye gerek yoktur umarım. Neyi ne kadar bildiğimizi düşünmeden…

Bilen olarak, tüm evreni karşımıza da alırız yaşam döndükçe. Yaşamın döngüsüne ayak uydurmak ister gibi. Her an değişebilen bilinenlerle üstelik. Bilinende değişimin olabileceğini bilerek… Bilinen bazen küçük bir kuş olurken, bir anda evimizin koltuklarına dönüşür. Kılıflarının değişmesi gerektiğini bildiğimizden.

Yazı da bilinen durumunda karşımıza çıkar zaman zaman. Bilenler olarak emekleri bir çırpıda “bu nasıl yazı ?” diye yırtıp atarak. Emeklere ihanet ederek…

Emeklerin ağırlığının, yargıların, bildiklerimizin yeniden gözden geçirilmesi dileklerimle…

Reyhan Gazel

22 Şubat 2011 Salı

Sultan

Tarihte pek çok farklı anlamda kullanılmış olan İslamî bir sıfattır. Sözcük olarak "güç", "otorite", "yönetici" anlamlarına gelir. Genelde bağımsızlığını ilan eden İslam hükümdarları tarafından kullanılmıştır.

İsmi Sultan olanlara ayrı bir anlam yüklerim sözcük anlamı nedeniyle. Her insan isminin güzelliklerini de yaşama yansıtır mantığıyla.

Sultan’ı da bu duygularla tanıdım. İçindeki güzellikleri anlayabilmem için düşünsel mesaim başladığında aklım, “güç”, “otorite”, “yönetici” kelimelerinin Sultan’daki karşılığını bulmaya başlamıştı çoktan.

Sultan’ın Bendeki İlk Günü

Yemyeşil kırların her yanı sardığı, minicik güzel kuşların öttüğü bir köy değildi Sultan’ı ilk kez gördüğüm köy. Yeşilin tonlarını ancak kıyafetlerde bulduğumuz, güzelliklerin yeşilden de bağımsız olabildiğini anladığımız, gri tonların ağırlıkta olduğu bir köydü Sultan’ın Köyü.

Köyün ortasından dere de akmıyordu. Şırıl şırıl suların etrafında turlayan genç kızlar da yoktu. Kırsal bir alandı Sultan’ın köyü. İnsanların yüzlerini sadece bir düğünde gülerken gördüm o köyde. Genelde gergin, huzursuz ve lafların bolca olduğu, eğitim düzeyinin oldukça aşağıda olduğu bir köydü Sultan’ın köyü.

Fakir bir köydü Sultan’ın köyü. Sadece hayvan besleyerek geçiniyordu köy halkı. Bazıları gündüz şehirde çalışarak ekmek getirebiliyordu evine. Durgun, yorgun, kurak bir köydü Sultan’ın köyü.

Sultan’ın köyünde devlete ait tek yapı bir okuldu. Zili olmayan, bahçesi bakımsız, lojmanı darmadağınık, farelerin çirit attığı bir köy okulu. Bu okulda yılların ihmali hemen göze çarpıyordu. Gelenler okulla ilgilenmeyince köy halkı da ilgilenmemişti. Biraz parası olan çocuğunu şehre gönderdiğinden kalan fakir çocukların aileleri de ancak karınlarını doyurma çabasında olduğunda köyün okulu terkedilmiş bir binayı andırıyordu.

Oysaki Sultan’ın köyünün okulunda can vardı, hayat vardı… Eğitim vardı. Ama ihmale uğramış bir eğitim ortamı…

Yine de o okul Sultan’ın en büyük düşüydü. O okuldan içeri girebilmeyi o kadar istemişti ki. Ama okula alınması, sınıfta arkadaşlarıyla birlikte oturması bile mümkün görülmemişti. Böyle bir şeyin varlığı bile insanı güldürüyordu. Sultan ve okul…

Sultan ve okul bir araya gelmeyen iki kavram gibiydi köy halkı için. İhmal edilmiş, yok sayılmış bir okulu Sultan’a ait görmemiş insanlardı köy halkı. Tüm çocukların bir şekilde eğitim görmesi gereken okulda eğitim görmesinin ihtimali bile güldürürken köy halkını, Sultan hep için için okuldan içeri girebilmeyi, ders görebilmeyi çok istiyordu.

Okula ilk gittiğim gün beni kapıda sadece Sultan karşıladı. Bana sıcacık bir “Merhaba” dediğinde gurbet ortamında psikolojik durgunluğum bir anda dağıldı. Kendime geldim bir anda. Çünkü “Sultan’ın merhabası” içimde tarifi kolay olan bir coşkuyu getirdi bir anda.

- Merhaba
- Merhaba
- Sen öğretmen misin?
- Evet, yeni geldim buraya.
- Biliyom. Ders yapacan mı?
- Elbette. Onun için buradayım.
- Beni de alacan mı?
- Elbette.
- Gerçek mi?
- Niye şaşırdın?
- (gülerek) seni öpeyim gel
- Öp
- Seni sevdim öğretmen
- Ben de seni
- Adım Sultan benim.
- Memnun oldum Sultan. Yoldan geldim. Bana çay demler misin?
- Gel ablama diyim. Hadi gel öğretmen, gel

Sultan bir anda ait olma hissini yaşatırken, mutluluğu, mutluluk çığlıkları halen kulağımda yankılanıyor. Kolumdan tutup beni evlerine götürdüğünde o kadar mutluydu ki.

Sultan zihinsel engelli bir genç kızdı. Hiç okula gitmemiş ama hep okulun kapısında okula gireceği günü beklemişti belli ki. Yeni öğretmenin okula geleceğini duyduğunda, her yeni öğretmende yaşadığı umudu yine yeşertmişti yüreğinde. Bu defa başarmıştı. Okula girebileceğini söyleyen bir öğretmen yanındaydı.

O öğretmeni öpebiliyordu. Evine de götürebilmişti. Herkese hava atarak hem de. Öğretmen, Sultan’ın evindeydi. Sultan için bundan büyük mutluluk olur mu?

Sultan’ı ilk gördüğümde içimi ısıtan güzelliği, yüreğinin temizliği, yaşamın içinde, tüm sıkıntılara rağmen içimi o kadar ısıtmıştı ki.

O gün Sultan’la arkadaş olduk. Yaşı yaşıma yakındı belli ki. İkimiz de yaşamın daha ortasına gelmeden bir araya gelebilmiştik. Genç bir öğretmen için böyle yürekli bir sevgi ne büyük nimettir; bilene.

Çaylar içilirken Sultan’ın ablası söylenmeye başladı.


- Bu Sultan var ya bu Sultan… Okulun kapısını bekçi gibi bekler. Evden kaçar gider hep. Neyse ki okuldan başka yere gitmedi hiç. Aslında bir kere derse alsalardı bu kadar inat etmezdi.
- Hiç okula gitmedi mi Sultan?
- Gitmedi. Almadılar. Annem, babam da ölünce benim başıma kaldı. Alıp başını gidiyor. Yoruldum peşinde koşturmaktan. Neyse okulun bir yerlerinden çıkıp geliyor.
- Okuma yazma öğrenebilir aslında Sultan. Niye almadılar ki okula?
- Almadılar işte. Ne bileyim. Biz de pek peşini koşturmadık. Biz de öğretmedik. Öyle yaşıyor işte.


Sultan’ın ablasının son sözü bir anda içimi dağladı. “ Öylesine yaşıyor işte” … Bahsettiği bir insan. Engelli olsa ne fark eder ki.

Evden ayrılırken Sultan’ın boynuma sarılması, yüzümü severek öpmesi halen içimi burkar. Yıllardır beklediği öğretmene kavuşmasının mutluluğu ile yaptığı gülümseme dolu mimiklerini herkesin görmesi gerekir diye düşünürüm hep.

Sultan ertesi gün için ders sözünü alınca beni bıraktı. Yoksa sanırım aylarca kolumdan tutarak beni evde hapsedebilirdi. O kadar inatçıydı okula girebilmek için. Sabah için sözleşerek ayrıldım evlerinden.

Acı var mı?

Yaşamdan bahsedip acıdan bahsetmemek olmaz. Yaşamın her anında üstelik. Her yerinde, her köyünde, her evinde, her mahallesinde, şehrinde…

Acıların bir insan gülümsemesiyle dağıldığını bilirim. Dağılabildiğini hep görürüm. Gördüm de. Sultan da gördüğüm gibi.

Sultan’ı yıllarca acıya boğan “derse girme” arzusu sadece bir “ evet” le dağılıp gitmişti. Bir “evet” için yıllarca kapıda beklemişti Sultan. Yaşıtlarıyla derse girmeyi başaramasa da sonunda başardığını biliyordu Sultan. Artık O’nun da bir dersi olacaktı. O’na gülen, evine gelen bir öğretmeni olmuştu. Sultan’ın yıllarca süren acısı bitmişti. İstediği tek şey, O’na acı veren tek şey sadece “Evet” ile bitmişti. Acının yerini mutluluk, bolca mutluluk almıştı Sultan’ın yaşamında.


Okulun İlk Günü

Okullar açılalı çok olmuştu. Ancak tayin okulun açıldığı gün olmadığından ancak ders başlayabilecekti sultan’ın okulunda. Tüm çocuklar mavi önlükleri ile kıpır kıpır okulun bahçesinde sıraya girerken Sultan da bir kenarda mutluluk çığlıkları içinde bekliyordu derse gireceği anı. Okula girmeden önce yaptığım konuşmayı çıt çıkarmadan dinleyen öğrenciler ve veliler hep birlikte İstiklal Marşını Sultan’ın da katkısıyla okuduğunda artık sınıfa girme zamanı gelmişti.

Ancak alışkanlıkları ile yaşamaya alışmış köy halkı için Sultan’ın derse girmesi sessizce ve şaşkınlıkla karşılanıyordu. Sultan ve okul… Bir araya gelmeyen iki kavram.

Sultan tüm bakışlara aldırmadan mutluluk çığlıkları atarken yavaş yavaş konuşmalar da başladı.

_ Öğretmen Hanım bu kız derse mi girecek?
_Evet.
_Nasıl?
_Sultan derse girecek. Hadi bakalım şimdi ders zamanı.

Herkes şaşkın şaşkın derse girme anını izlerken Sultan umursamadan gidip sınıfın en ön sırasına oturdu. O en ön sırayı kendine hak gördüğünden, yılların özlemini bedeniyle dile getirdi. Sultan hep en önde oturmayı hayal etmişti belli ki.
Yirmili yaşlarında olan ve gelişmiş bir bedeni bulunan Sultan’ın en önde oturması diğer çocuklar için haksızlık sayılacağından, Sultan’ı kenara çekip durumu anlattım. Boy farkından dolayı arkada oturmasını çok istediğimi anlattığımda hiç mutluluğu eksilmeden hemen arka sıraya geçti. Arkaya geçerken bile mutluydu Sultan. Sonuçta sınıfa girmeyi başarmıştı.

Ders başladığında tüm çocuklar önce şaşkın sonra rahat bir durum sergiledi. Aileler kapıda önce telaşlı beklerken sonra bir anda sessizliğe, herkesin kendi işine bakması gerektiği fikrine geri döndü.


Ders başladı. Rahatça. Herkes yapabileceği oranda işin içine girerek. Herkes bildiğini, bildiği şekilde rahatça gösterme şansını bularak. Sultan da her çocuk gibi önce heyecanlı sonra sessizce dinlemeye, öğrenmeye koyuldu.

Sınıfın düzenini bozan tek bir çocuk vardı. Tabi ki bu çocuk Sultan değildi. Beş yaşında okula gönderilen, birinci sınıfa kaydı yapılan güzel Gülsüm. Bana sürekli teyze diyerek çocukları güldürüyordu Gülsüm. Çünkü henüz erkendi onun için. Ama ailesi para kazanmak zorunda olduğu için Gülsüm’ü okula bırakmıştı. Kaydıyla birlikte. Gülsüm’ün tuvalet ihtiyacında yanıma gelip “ Teyze çişim geldi” deyişini halen hatırlarım. Götürdüm tabi.

Sultan sessizce dersi dinleyerek katıldı öncesinde. Sonraki derslerde biraz sesi çıkmaya, derse bildiği kadar katılmaya başladı.

Artık zamanı gelmişti günün sonunda. Sultan’a bireysel eğitim gerekiyordu. Ders çıkışları biraz daha mesai harcamam gerekiyordu. Beş sınıf, hatta Gülsüm ve Sultan’la 7 sınıf bir arada bulunduğundan fazla emek, fazla mesai kaçınılmazdı.

Ders çıkışında Sultan’ı yanıma çağırıp okuma yazma durumuyla ilgili değerlendirme yaptığımda o kadar mutluydu ki Sultan. Fazladan okulda kalması, özel ilgim Sultan’ı herkesten mutlu yapmıştı. Sonuçta ne işim vardı ki eğitimci olarak. İşim eğitmek… Her koşulda, herkese alabileceği kadar eğitim vermek. Bunun için para alıyordum. Paranın hakkını vermem kaçınılmazdı benim için. Üstelik insan olarak görevimdi.

Sonraki Aylar

Sınıf özellikle Türkçe dersinde çok başarılıydı. Sonuçta yaşamında köy görmemiş bir felsefe öğretmeninin elinden ancak bu kadarı geliyordu. Hem müdür, hem öğretmen hem hizmetli…

Okula zil takıldığında, ders bitiminde benim sınıfın dışına çıkıp kendi zilimi kendim çaldığımda öğrencilerin yüzü bekleyişteydi. Zil çalmadan kimse yerinden kalkmıyordu. Sultan da. Tüm kurallara uydu Sultan. Arkadaşlarıyla aynı şekilde ödevlerini yaptı, okumayı da öğrenmeye başladı. Yazmada sıkıntısı devam ederken, sınıf başkanı da olmayı başardı. Gülsüm “teyze” demeyi bıraktı. Yapabildiği kadar derslerini çalıştı. Herkes birbirine alıştı.

Sultan ders başlamadan sınıfın genel kontrollerini yaparak bana hep yardımcı oldu. Mutlu oldu. Yaşama karıştı. Öğrencilik hayallerine kavuştu. Veliler de Sultan’dan korkmayı bırakmıştı zaten. Sultan köyüne kavuştu. Köy halkıyla barıştı. Gerçek insan sevgisini, safça, dürüstçe herkese vermeye başladı. Sultan, Sultan gibi olmaya başladı.

Kolay değil. Sultan olmak. Sultan, “Güç”, “Otorite”, “Yöneticilik” demekti. Bunu Sultan biliyordu, sorun başkalarının bilmemesiydi. Başkaları da öğrendi. Sultan’ın köydeki havası, yürüyüşü değişti. Yaşamı düzene girdi. Ablasının dediği gibi “ öylesine yaşamayı” bıraktı.

Kader ağlarını örmüştü bir kere. Tayinim çıktı. Artık olmam gereken yerde, lisede olmam gerekiyordu. Daha iyi eğitim verebilecek öğretmenlerin köye gelmesi gerekiyordu. Öyle de oldu.

Sultan’a Vedam


Son günümde köyde vedalaşmam gerekenler çoktu. Herkes alışmıştı bu garip öğretmene. Her türlü hayvandan korkan, yaşamında köy görmemiş, gencecik bir kızla köyün vedalaşması gerekiyordu. Önceleri bir şeye benzetemedikleri genç öğretmen köyde “imece” başlatıp lojmanı normal faresiz bir ev haline getirtirmiş, kütüphane kazandırmıştı okula. Okulun bahçesini ektirmişti çocuklara, ailelere. Okul, ziline kavuşmuştu ilk kez. Okul, okul olmuştu. Aslında sadece köyün delikanlıları değil herkes sevmişti beni. Düğünlerin baş konuğu öğretmen hanım gidiyordu onlar için. Bir daha gelmeyeceğini iyi biliyorlardı. Öyle de oldu.

Gitme vakti geldiğinde bir anda buruk bir hava esti gökyüzünden. En çok Sultan üzülüyordu. Sultan’ın havası değişmeye başlamıştı çoktan. Rahatça öpebildiği, koluna girip köyde gezdirebildiği, kendisine okuma öğreten öğretmeni gidiyordu Sultan’ın. Acıları yüzünden okunan tüm insanlar gibi doyasıya acısını yaşamak istiyordu belli ki. Ağlayabilse rahatlayacaktı ama…

Otobüse binerken Sultan’ın otobüsün kapısının önünden ayrılmayışı gözümün önüne her gelişinde yine hüzünlenirim. Otobüs hareket ederken birbirimize tekrar kavuşup sarılmamız herkesi üzdü. Herkese Sultan’ı emanet ederken içim burkuldu yine. Sultan’ın derse girme sözünü alamadım öğretmen başlamadığından. Okul kapanmamalıydı. Ama yapabileceğim bir şey yoktu. Mutluluk Sultan için kısa sürmüştü. Ama mutluluğu öğrenmişti bir kere. Bırakmazdı mutlaka. Allah Sultan’ı korur diye aslında bir tarafım rahattı. Allah’a bir kez daha emanet ettim Sultan’ı içimden. Ailesine de tembih ederek. Köy halkını da.

Bilemezdim tabi ki yıllar sonra Sultan’ı kendi oğlumda bulacağımı. Hiç aklıma gelmezdi o yıllarda. Şimdi benim Sultan’ım oğlum. Önce Allah’a sonra hepimize emanet yavrum. Yavrularımız.

Reyhan Gazel

21 Şubat 2011 Pazartesi

GİDENİN ARDINDAN

Yüreklerin solduğu akşamın getirdiklerini, başka yüreklerdeki yansımasında yüreklice gördüğümüzde, gidenin ardından ağlayamayız bile. Gözler açılsam mı açılmasam mı dercesine kısık bakarken… Gözlerin görüp görmediği belli bile olmazken… Gözler bazen yerinde fazlaymış gibi dururken… Ağlasak ne olur, ağlamasak ne olur?

Gidenin ardından kısık bakışların gideni geri getirmeye yetmeyeceği bilindiğinden, gözleri kıssak ne olur kısmasak ne olur?

Yerli yerinde duran dünyaya ait olanların yerine, gideni koyup koymamakta kararsız kalınan anlardır bu anlar. Bu anlarda ağlayamadıktan sonra baksak ne olur bakmasak ne olur? Bakan gözlerle görülemeyenlerin yerine tahayyül bile edilemeyenleri, koysak ne olur koymasak ne olur?

Yüreklerin solmasının yaşamdaki karşılığını iyi bildiğimizden, yüreklerin öyle anlarda yerinde olmasını bilmek bile bir şey ifade etmezken, yüreklice düşünmenin zorluğunu bilmek, sözlerin ardına sığınmakla bir olur. Sözlerin yüreklerden çıkmadığını düşünerek rahatça…

Yüreklerin rafa kalktığı anları, yaşasak ne olur yaşamasak ne olur? Yaşamın yüreklerden aktığını bilmek bile bir şey anlatmadıktan sonra…

Gidenin ardından yaşamı anlayabilmek zordur. “Ne oldu da gitti” cümlesi anlamını yitirir… Yürekler boşlukta süzülüp gider, sessizce… İsyanın kelimesi bile ağır gelir. Böyle anlarda yürek ne yapsın?

Kapıların ardında geçen konuşmaların, boşlukta birer saz sesi gibi gelmesi mi bize bunları söyleten? Yüreklerin olmadığı anlarda söylenen sözlerin anlamsızlığı gibi yitip giden acımasızca sızlayan… Acısa ne olur acımasa ne olur?

Yaşamın yüreklerde yaşadığını bildiğimden rahatım… Yüreklerin başka yüreklerle bütün olduğunda yaşadığını düşündüğümden rahatım… Yüreklice yürekleri yaşamak istediğimden rahatım… Böyle olmasa ne olur olsa ne olur?

Çiçeklerin kokularının anlamını yitirdiği anlardır bu anlar. Koku hissedilmez olur, burun koklamaz olur, dil susar, yürek susar, arada bir boşlukta saz sesi şeklinde konuşmalar duyulur… Böyle gider.

Tüm göçüp gidenlerin ardındakilere…

Reyhan Gazel

17 Şubat 2011 Perşembe

İNSAN

Daha küçücük yaşımda sokakta bir dilenci görünce, yüreğim ılık ılık akardı. Ardından dünyamın kararması ve yemeden içmeden kesilmem de bundandı. Kimseler bilmezdi neden yemediğimi. Çevremin tüm çırpınışları da boşaydı böyle durumlarda. Aç otururdum. Mağdur insanın ruh halini daha iyi anlayabileceğimi, bu şekilde destek olduğumu düşünürdüm.

Yıllar geçtikçe mağdurun tanımı da, durumu da değişmeye başladı yüreğimde. Geçmişte sadece aç ve dilenen insan olarak düşündüğüm mağdur, yerini dilenmeyen, aç da olmayabilen insana bıraktı. Dilenenlerin, dilenmeyi iş olarak düşündüğünü gördüğümden… Gerçek mağdurun kimseden bir şey isteyemeyeceğini anlayabildiğimden… Sadece açlığın değil, bir çok olumsuzluğun mağdurluk olarak içeriklendirildiğinden…

Mağdur kimsenin mağdurluğunun, kültürel etkilerle de şekillendiğini görmek en büyük yıkımdı yüreğimde. Kültürü yaşam tarzı olarak düşündüğümden, insanların kendi yaşam tarzlarında olmayanlarla yaşamının etkilenmesi acımı katlarken… Duygusu tamamen yok sayılarak dışlananları görmek, büyüsem de yüreğimi küçücük bir çocuk gibi ağlattı.

Yolda yürürken görülen ekmek parçasının öpülerek, kenar bir yere sakince bırakılması gözlerimi yaşartırken, nimetin en büyüğü olarak düşündüğüm insanların tepilmesi, hor görülmesi daha çok ağlattı yüreğimi. Ekmeğini öpen, insanını tepenlere bir şey diyememek de.

Mağdurun acısını bir başına yaşamasını tercih edenlerin, mağdurlar adına söz sahibi olması dağladı geçti yüreğimi. ”Gözümün önünden çekil” ifadelerinin gözlerde okunması yaktı. Kendine ait olmayan yaşantıları yok saymayı düşünenlerin varlığı rahatsız etti.

Muhtaçlığı mağdurlukla beraber düşündüğümde, muhtaç olanların mağdur görüntüsünde olmasının beklenmesi üzdü. Mağdurun sadece sokakta dilenenler olmadığını anladığımdan beri…

Yaşamda farklı şekillerde ve içeriklerde mağdur durumuna düşmüş olan insanlar, yolda yürürken görülüp öpülerek kenara konulan ekmeğin de kendileri gibi nimet olduğunu biliyorlar. Ama ekmeğe gösterilen intizamın kendilerine gösterilememesini anlayamıyorlar. Anlayamazlar da.

Tüm bu yazılanlar, sosyal restorasyonun startını veren Sayın Başbakanımız ve tüm ülke yöneticilerimizin yapacakları için, yaşamın oldukça içinde yer alan gerçek zeminlerdir. Sosyal farklılıkların tümüne, fırsat eşitliğini gerçekleştirmeye yönelik atılacak adımlarda, toplumdaki bireysel ayrılıkların kabulüne yönelik olumlu bakış sağlayabilmek, olmazsa olmaz durumlardandır. Sosyal devletin gereği olarak, mağdur kapsamında düşünülen insanlara eşit desteklerin sağlanabilmesinin koşulları, her gün daha belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır. Çıkmaya da devam edecektir.

Kendisini bilinen ya da bilinmeyen nedenlerle yaşamın dışında gören, hisseden, yaşamın özellikle dışına itilenler, gerçekleştirilmeye başlayan sosyal restorasyonun kendilerine kazandıracaklarını beklemektedir.


Sayın Başbakanımızın, sosyal restorasyonla ilgili atacağı adımlar, izleyeceği yollar, sistem kurmadaki hız ve kararlılık durumu önümüzdeki aylarda çokça tartışılacağa benziyor. İnsanla doğrudan ilgili olarak yapılanlara, yapılacaklara uzaktan, yakından ilgili herkesin konuşacağını bildiğimden… Ülke gündemimizin hep böyle oluştuğunu gördüğümden… Sayın Başbakanımızın hep söylediği gibi “ Önce İnsan” ilkesi yine ön plandadır.


Hatta bu satırları yazarken bile, engelli çocuğunu kucağında taşıyamadığı için tuvalete götüremeyen bir anne mutlaka vardır. Herkes gibi sokakta koşup oynamak için ayakkabıya ihtiyaç duyan ayakkabısız bir çocuk, evinin bir köşesinde umut gözlerle bekliyor, yakacak bir şeyi olmadığı için, yerde çocuğuna sarılıp ısıtmaya çalışan bir baba gizli gözyaşı döküyor olabilir. Bunlar, mağdurun ‘gerçek türküsü’ olarak kulaklarda çalınmaya devam ederken, sosyal restorasyona start veren Sayın Başbakanımızın işini zora sokacak engellemeleri anlamak mümkün değil. Yüreği yaralıların anlaması ise hiç mümkün değil.


REYHAN GAZEL

EN UZAĞI GÖRMEK

Yeni bir işe giriştiğimde hemen o işin en uzağını görmeye çalışırım. Önce nasıl bir işe başladığımı anladıktan sonra… Bu iş şu an ne durumda, nereye kadar gidebilir, nereden güç alır, nasıl zorluklar çıkartabilir, en çok yarar nasıl sağlanır, kimlerle yapılabilir, duruşum nasıl olmalıdır, işle ilgili kimlerle işbirliğine girebilirim, kimlerden uzak durmak gerekir, hangi pozisyondayım, bu pozisyon kendi hedeflerimle ne kadar örtüşüyor… Daha önemlisi bu iş ana hedeflerime giden yolda mı, değil mi? Belki de bundan daha önemlisi bu işi istiyor muyum, istememe rağmen başarabilir miyim? …Tüm bu sorular 10 dakika içinde aklımdan geçer, cevaplarıyla birlikte. 10 dakika kısa süre değil emin olun. “Kendini bilen” insan için…

“Kendini bilen” kendisine verilen ya da aldığı tüm işlerle ilgili tasarruflarda bulunabilir. Kendi katkısıyla birlikte… Aradaki bir soruya verilecek en küçük olumsuz cevabın, ileride büyük sorun olarak karşısına çıkacağını bildiğinden… Bunu sadece “işe alınan” bilir. “İşe alan” anlayabilir. O da vakti varsa. Vakit ayırabilirse…

Bir insanın kendisiyle ilgili en uzağı görebilmesi zor değildir; kendini bilene… Aldığı işi yapabildiğini anlaması en kolayıdır; düşünebilene… Bir insanın kendisi için kendisini düşünmesi en çok kolayıdır; bilene…

Oysaki yaşam tüm bu yazılanların ötesinde bir yerlerde yaşanıyor olmalı. Değerlerin düşünebilmenin ötesinde yaşandığı, insanların kendisini tanıyamadığı, bir başkasını tanıyamadığı…

Başarılı insanlar elleri ceplerinde başarılı olmamışlardır. Tüm bu süreçlerden gelerek, yokuşta ter akıtarak ulaşmışlardır. Akıttıkları terin karşılığını görerek, en azından kendileri için doğru yerlerde olduklarını bilerek… Rahatça.

Doğru yer, en uzağı görebilmekle ilgilidir. Kendimizle ilgili en uzağı görerek… Kendimizi üretimle var edebilmenin güzelliğinin tadını alabilerek… Kimselere “tapınmadan”. Elleri kendi ellerine kenetli, beyni ellerine odaklı, gözleri yaptıklarında… Yaptıklarının devamının nasıl geleceği ise beyninde.

Böyle yaşanan yaşamda yürekler hep rahattır, huzurludur. Kendisini var edebilmenin rahatlığı… İstediği kadar, istediği şekilde… Mutlu, telaşsız… Nereye gittiğini bilerek… Nereden geldiğini unutmadan. Vaz geçilmez olmadığını düşünerek… Vaz geçilmez olmadığını bilenler için gidecekleri yer o kadar yakındır ki, her adımda bir sonraki adımı bildiklerinden… Günahıyla, sevabıyla…

Herkes akıllıdır; ‘aklı’ olduğunu bildiklerinde, aklın gücünü görebildiklerinde, yüreklerini dinlediklerinde, yüreklerini mutlu edecek şekilde var olduklarını düşündüklerinde. Yaşam ciddi bir oyundur. Evcilik oyunu bir düzmecedir, kurgudur. Gerçek yaşamdan, kurgusu kontrol edilebildiği için farklıdır. Gerçek yaşamda kurguyu oluşturan çok faktör vardır. Kontrol dışı da gelişebilen… En uzağı görürken, kontrol dışı ortaya çıkabilecek süreçlerin öngörülebilmesinin önemi buradadır. En uzak hep aklımızda olunca, görülememesi de o kadar zordur ki…

Yine de yaşam en uzağı gören, göremeyen herkese gülsün.

Reyhan Gazel

12 Şubat 2011 Cumartesi

Sevgili Dostlar

Sevgili dostlar,

büyük umutlarla başladığım Özürlüler İdaresi Başkan Yardımcılığı
görevinden ayrılmış bulunmaktayım.

Doğduğum günden bugüne kadar hep özürlülükle iç içe yaşadığımdan ve
tüm yaşamımı özürlüler ve aileleri için harcamaya kendimce söz
verdiğimden yine özürlülük alanında çalışmalarıma devam edeceğim.
Ancak mevcut yönetimle hedeflerime ulaşmamın mümkün olmadığımı
gördüğümden bu ayrılık benim açımdan da olumlu karşılanmıştır. Sonuçta
özürlülük alanından değil Özürlüler İdaresindeki Başkan Yardımcılığı
görevimden ayrılıyorum.

Körler Okulunda kendisini çok uzun yıllar görme özürlülere adayan
Rahmetli Semiha Şengün'ün torunu, görme ve ortopedik özürlü dedelerin
torunu, çok sayıda özürlü akrabası ve özürlü bir çocuğa sahip olan
şahsımın başka türlü davranması zaten beklenemez.

Bundan sonra özürlülük alanında özgür, akılcı ve özürlülerin gerçek
sorunlarının bilincinde olan yaklaşımımla daha sık bir arada
bulunacağız.

Başkan Yardımcılığımdan ayrılışım tarafımdan bitiş değil, başlangıç
olarak algılanmaktadır.

Yazılarımla, özürlülüğü hem yaşayan hem bilen bilinçli yaklaşımımla,
özürlülükle ilgili kamu oyunu doğru noktalarda yönlendirmelerimle
bundan sonra da özürlüleri ve ailelerini bilinçlendirmeye,
bilgilendirmeye ve yaşam kalitelerini arttıracak yeni çalışmalarımla
kuşatmaya devam edeceğim.

Hepinize saygılarımı sunuyorum

Reyhan GAZEL

10 Şubat 2011 Perşembe

Siz Hiç 24 Saatinizi Bir Özürlüyle Geçirdiniz mi?

Daha dün gibi kulağımda. 3 özürlü çocuğu olan bir anne dönemin Milli
Eğitim Bakanına seslendi: "Siz hiç 24 saatinizi bir özürlüyle
geçirdiniz mi? Biz her an onlarla birlikteyiz." Tarih 19 Aralık 2002.
SERÇEV 'in kuruluş günü. 9 anneyle amatör ama bilinçli bir yaklaşım.
Serebral Palsili Çocuklar Derneği.

Bugün Dernek büyüdü. Tanındı. Okul, oyun parkı yaptırdı. Daha bir çok
büyük projenin içinde yer aldı. Dernek kurucularının her biri farklı
iş alanlarında çalışmaya devam ederken bir taraftan da topluma
Cerebral Palsy'i anlatmaya devam etti. Ama ilk gün 3 özürlü çocuğu
olan annenin dönemin bakanına söylediği söz hiç unutulmadı. SİZ HİÇ 24
SAATİNİZİ BİR ÖZÜRLÜYLE GEÇİRDİNİZ Mİ? Dernekte kimler yoktu ki?
Devlet sanatçıları, öğretmenler, iş adamları, gazeteciler... Tüm meslek
guruplarının önemli şahsiyetleri bu annenin cümlesini hep, her yerde
hatırlattı.

Bu annemizin sözü aslında devletin özürlülük politikasını belirlemek
üzere söylenmişti. O dönemin bakanına söylerken aslında tüm dünyaya
haykırılmıştı. Özürlüye rağmen özürlü için hayır...

Şimdi bu satırları okuyan herkes aşağıdaki sorulara cevap vermeli.
Veremeyenler ise bir özürlüye ya da yakınına sormalı.

- Sokakta yürümeye çalışan ortopedik özürlü bir insan karşıdan gelen
bir insanın bacaklarına bakışından nasıl etkilenir?
- Tekerlekli sandalyede yolda ilerlemeye çalışan özürlü bir delikanlı
karşısından geçen güzel bir kızın kendisine hiç bakmadan geçmesi
sonucunda hangi duyguları yaşar?
- Konuşamayan bir genç kız beğendiği bir erkeğe aşkını nasıl ifade eder?
- Zihinsel özürlü bir çocuğun annesi çocuğunun atipik hareketlerinden
nasıl etkilenir?
- "Zavallı bir özürlü" ifadesi tüm özürlülerin yüreğinde nasıl bir yara açar?
- Ortopedik özürlü bir insan tek başınayken evinde tuvaletini nasıl yapabilir?
- Spastik bir gencin yanında "açlığını biliyor mu" şeklindeki bir
ifade nasıl bir yıkım yaratır?
- Özürlü bir çocuğun annesi komşusu oğlunu askere gönderirken hangi
duyguları yaşar?
- Özrüne rağmen yaşam başarısı gösterip üniversite eğitimini zor
şartlarda bitiren bir genç iş başvurusu için gittiğinde " sakat
kadromuz dolu" ifadesi ile neler yaşar?
- Özürlü bir baba çocuklarına özrüne anlatırken hangi duygu içindedir?
- Özürlü bir genç kız evlenirken düğün salonunda istenmeyen bakışlarla
nasıl baş edebilir?
- Özürlü bir çocuk karı koca ilişkisini nasıl etkiler?
- "Özürlülerin psikoloji bozuk olur"Yaklaşımı ne kadar doğrudur?
- Özürlü çocuğun annesi iş yerinden çocuğu için izin alırken söylenen
olumsuz sözlerle nasıl baş edebilir?
- Âşık bir özürlü gencin sevdiği kız başkasıyla evlendirilirken hangi
duyguları yaşar?
- Özürlü çocuğunu bırakacak yeri olmadığı için çalışamayan bir anne
evinde her sabah neler yaşar?
- Özürlü çocuğunu rehabilitasyona götürmek için sürekli izin almak
durumunda olan bir baba amirlerinin kötü sözleriyle nasıl baş
edebilir?
- Zihinsel özürlü bir genç " ne zaman evleneceğim" sözünü her
söylediğinde annesi neler yaşar?
- Spastik bir genç postüründeki bozukluktam dolayı bir alışveriş
merkezinde kendisinden korkanlara karşı ne demelidir?
- İşitme özürlü bir baba çocuklarını duymadığında neler yaşar?
- Görme özürlü bir kadın beğendiği erkeğin tipini hayalinde nasıl canlandırır?
- İki özürlü insanın evliliğine toplum nasıl bakar?
- Sadece kafası sıvazlanan özürlüler her kafa sıvazlama olayında hangi
duyguyu yaşar?
- Sakat ifadesi tüm özürlülerin iç dünyasına nasıl yansır?
- Apartmanda özürlü bir insanın yaşadığını bile bile rampa
yaptırmayanlara karşı o apartmandaki insan ne tür hisler besler?
- Annesi sürekli göz yaşı döken bir özürlü çocuk iç dünyasında neler yaşar?
- Babası ölen bir özürlü çocuk kime sığınır?
- Hor görülen bir özürlü çocuk güldüğünde aslında gerçekten gülüyor mudur?
- İbadet etmek isteyen özürlü birey camiye bile giremediğinde hangi
duygu içindedir?
- Ortopedik özürlü bir anne çocuklarına yemek yapamadığında neler hisseder?
- Kardeşi özürlü olan bir abla neler yaşar?
- Spastik bir genç evlenebilir mi? Evlenirse neler yaşar?
- Bir özürlü birey vatandaş olarak oy kullanma hakkı engellendiğinde
neler yaşar?
- Cebinde kuruşu olmayan bir özürlü genç canı çikolata almak
istediğinde, alamadığında neler yaşar?
- Özürlü çocuk babalarının, eşlerine bakışları nasıldır?
- Herkesin özürlüler hakkında konuşma hakkı varken özürlülerin
dinlenmemesi nelere yol açar?
- Görme özürlü bir insanın zihinsel özrünün de olduğu düşünülünce iç
dünyası bu durumdan nasıl etkilenir?
- Özürlü bir gence bakmak zorunda olan bir kardeşi neler yaşar?
- Özürlü bir insan tuvaletini altına yaptığında kızanlara karşı hangi
duyguları besler?
- Arkadaşı evlenen bir ortopedik özürlü genç neler yaşar?
- Zihinsel özürlü bir genç kızın ailesi hangi duygular içindedir?
- Özürlüler cinsel ihtiyaçlarını nasıl giderir?
- Tacize maruz kalan zihinsel özürlü genç kız bunun farkına varabilir
mi? Karnı şiştiğinde bunu annesi, babası nasıl karşılar?
- Zihinsel özürlü kızların fırsatçı erkeklerden neler çektiklerini
biliyor musunuz?
- Ortopedik özürlü bir genç kızın tacize uğradığında kaçamaması hangi
duyguları yaşatır?
- Ağır özürlü bir insanın ailesi evine misafiri kolay kolay kabul edebilir mi?
- Hem parasızlık hem özürlülük nasıl bir sonuç doğurur?
- Özürlü insanların masraflarının fazlalığını kaç kişi biliyor?
- Fazla masrafların nerelere ait olduğunu özürlülerin dışında kaç kişi biliyor?
- Özürlü bir gencin arkadaş sayısı ne kadardır?
- Apartmanınızda hiç özürlü var mı?
- Akrabalarınızda hiç özürlü var mı?
- Birden fazla özürlü çocuğu olan ailelerin durumu nasıldır?
- Özürlü çocuğu olan bir tiyatrocu sanat çalışmalarını hangi ruh
haletiyle sürdürür?
- Özürlü bir çocuk istenmediğinde hangi duyguları yaşar?
- Okula gidemeyen bir özürlü çocuk evde neler yaşar?
- Cihaz alamadığı için çocuğu yürüyemeyen bir baba neler yaşar?
- Kaliteli cihaz alamadığında neler yaşar?
- Köyde bir özürlüye ne derler?
- Özürlüleri yok sayanlara ne derler?
- Peygamber Efendimizin özürlülere bakışı nasıldır?
- ....
- ..............................
- .........................
- .................................
- ......................
- .............................................................................
- .............................................
- ...................

24 saat yazsam bitmez. Bu konuda o kadar çok soru var ki aklımda! Bu
soruların cevaplarını verebilmek için eğitimli olmaya, üniversite
okumaya, zengin olmaya... Gerek yok. Sadece bir özürlüyle 24 saat
geçirmek yeterlidir.

Şimdi tekrar soruyorum: SİZ HİÇ 24 SAATİNİZİ BİR ÖZÜRLÜYLE GEÇİRDİNİZ Mİ?

Reyhan Gazel

Ötekiler Dedikleri

Birkaç gündür oğlum ciddi sıkıntılar yaşıyor ve yaşatıyor. Derdini tam anlatamadığından, tepkilerini çözmek zorunda kalmak kaçınamayacağımız bir gerçek. Çözüyorum şifreleri, ard ardına yerleştirdiğimizde zor olmuyor. Ellerini daha sert ısırıyor, okula giderken üzerini giymemek için direniyor, sürekli birilerini kızdırmak istiyor…

Sıkıntısı var. Üstelik tepki verdiği arkadaşları…Onları çok seviyor ama yanlarına gitmek istemiyor. Neden acaba? Bir çocuk arkadaşlarını hem sevip hem yanlarında olmak istemiyorsa burada ciddi bir iletişim sorunu vardır. Bunu anlayabilmek zor değil.

Anlayabilmek zor olmasa da sorunu çözebilmek kolay değil. Bir çocuğun, bir başka çocukla iletişim şeklini değiştirebilmek kolay değil. Sorun değişmeyince yaşamda yaşanan bu sıkıntı, yaş büyüdükçe daha büyür. Bir süre sonra hiç çözülemez. Ağaç yaşken eğilir…

Yaşamın içinde birbirinden oldukça farklı insanları her zaman rahatlıkla görürüz. Konuşamayan, kilosunda normal dışı durum bulunan, bedeni herkes gibi olmayan…Biz bu insanlara “engelli” der geçeriz. Bizden uzak olsun da, söylemlerini de yanlarında yüreklerimizden geçirerek. Duygunun “engeli” olmayacağını düşünmeden, tıpkı yaşın olmadığı gibi. Duygu her yaşta, her şartta aynı izleri bırakır yüreklerde…

İstenmemek, kabul görmemek kolay baş edilir bir duygu değildir herkes için. Sürekli istenmemek ise görünmeyen engelleri ortaya çıkarır; bilene. Var olan engelin yanında üstelik. Tüm engelliler ve ailelerinin gerçekte yaşadığı gibi. Bir başka engelle de mücadele etmek zorunda kalmak kolay baş edilir değildir.

Ötekiler deyip bir kenara bıraktığımız “insanların”, bırakılan kenarda neler yaşadığını düşünmemek öncelikle “ insan” olmaya ihanettir. Evde konuşacak kimsesi olmadığı için ağlayan yavrularımla konuştuğumda, yaşanan ihaneti daha net görmek, yine de onlar için sevgi beklemek çok mu anlamsız?

Dışarıda “ötekileştirilmiş” gençlerin içinde bulunduğu sıkıntılı ruhsal durumları her an gördüğümden, yürekten üzülürüm. Yalnızlıklarını bile yaşamın kendisi diye düşünen gencecik bedenleri… Bir insan merhabasında kabaran yüreklerini yanlarında görmenin, o an aldıkları hazzı onlarla yaşayabilmenin bir sonraki adımını bildiğimden, içim daha büyük acı duyar. Vazife galibi olarak hayır yapmanın sonucunda rahat rahat evlerine dönmeleri gördüğümden... Ne vazifesi? Yaşam bu kadar mı basit, tek düze? Hep aynı insanlarla…

Merak etmeyin oğlumun sorununu çözebilirim. Yanındayız, hep… Ama her “öteki” çocuk bu kadar şanslı mı? Mücadele etmeyen, edemeyen ailelerinin yanında, arkadaşlarından sürekli uzakta kalabilmek o küçük yüreklerde nasıl yansır bilir misiniz? Ya da düşünebilir misiniz? Düşünmek bile istemeyenler için sözüm, düşünün!… Düşünün ki birilerini de düşündürün. Küçük yavruların, genç bedenlerin “ötekileştirilmesine” izin vermeyin. Onları sokaklarda görebilirseniz tabii ki. Onlar evlerinde, herkesten uzakta… Ama yürekleri hepimizle… Bekliyorlar.

Reyhan Gazel

9 Şubat 2011 Çarşamba

Sevgi Dedikleri

Bir kuşun gözleriyle yaşamı görmenin güzelliğini bilenler, yaşamın insanı darda bırakacak güçte olmadığının da farkına varırlar. Geçmişin, boşa geçmişliğinin de üzüntüsüyle, yaşama karşı nasıl durulacağını bilmenin, geç de olsa yaşama katılışını keyifle izleyerek…

Sevgi dediğimiz şey, belki de yaşamı küçük bir kuşun gözleriyle görebilmenin hafifletilmiş tadını almaktır.

Bu öyle bir hafifliktir ki, yaşamın olanca ağırlığı karşısında küçük bir kuş yüreğiyle ama her şeyin üzerinde…

Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşa belki de imrenerek, onun gibi usulca yanaşarak, aniden kaçışı da anlatır, sıkça yapamayacağımız bir güzellikte…

Bu öyle bir hafifliktir ki, her şeye rağmen dimdik durabilmeyi, yüreğin içine koyduğu küçük ama derin bir hissi de yaşatarak…

Bu öyle bir hafifliktir ki, en ağır eşyayı bile kaldırırken, tüm ağırlığın yüreğin dışına verilmesini anlatır… Can acıtmadan…

Bu öyle bir hafifliktir ki, yürekli bir bakışın tüm sırlarını anlatan küçük bir kuştan öğrenilecek onca güzelliği söyletir… Rahatlatarak…

Bu öyle bir hafifliktir ki, tenimizin üzerine konan bir sinekten bile, yaşama dair epeyce bir nasihat verebilecek kadar derinlikleri anlatır… Doğaya âşık ederek…

Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun kanatlarının kıpırtısını derinlerden yaşayarak, yaşama büyük bir rüzgârla savrulmasını getirir. Her yürekliye…

Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun yaşamdan kaçışını değil, uzaktan yüreklice bakabilmenin tadını verir. Her kuş görene…

Bu öyle bir hafifliktir ki, bir kuşun gözlerinden bile, yaşamı yine yaşamın içinden bir bakışla sakince anlayabilmeyi getirir. Her bakışta…

Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun gözleriyle görebildiği tüm yürekleri sevebilmeyi anlatır. Kendi yüreğinin dışındaki yürekleri de görerek…

Bu öyle bir hafifliktir ki, yaşama yukarıdan ama kapsayıcı bir olgunlukla katılabilmeyi sağlar. Her yüreksize inat…

Küçük bir kuşun gözlerinde yaşamı görebilmenin tadını alanlar bir daha mutsuz olmazlar. Küçük bir kuştan öğrendikleri yaşama bakışı hiç unutmazlar. Çünkü mutluluğu tadanlar bir daha mutsuzluğa meyil etmezler. Nasıl etsinler ki?

Yaşamın tüm genişliklerini küçük bir kuşun gözleri kıvamıyla görebilenler, tüm yaşamı keşfedebildiklerinden, yürekleri onca güzelliğin içinde ışıl ışıldır. Başka nasıl olsun ki?

Küçük bir kuşun gözlerini bile görebilenler yaşamı görebildiklerinden, her şeyin farkındadırlar. Bu fark etme durumunda, yüreklice ortaya çıkabildikleri an yüreksizleri de çağırırlar. Ama yüreklerini, küçük bir kuşun gözlerinin içine hapsedemeyecek kadar tanımayanlar, yüreklerinin ışıltısına da engel olurlar. Sahipsiz bırakırlar. Bir başına yaşamasını isterler. Oysaki tüm yürekler birbirine hasret gözlerle, kaçmadan, beklemeyi bilerek yaşamayı özlerler. Bu yaşama şeklini ararlar, bulduklarında mutlu da olurlar. Nasıl olmasınlar ki?

Sevgi denilen, küçük bir kuşun gözlerinde bulunan mıdır? O gözlerdeki ışıltıyı görebilmek midir? Işıltının arkasından bakabilmek midir? Başka olabilir mi?

Yaşamda küçük bir kuşun gözlerine hiç bakmayanların çoğunluğunu azaltmanın yolları… Bakabilene…

Reyhan Gazel

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...