29 Eylül 2008 Pazartesi

Başbakan Erdoğan’ın İşi Zor







Yazılarımı takip edenler iyi bilir. Daldan dala konmaktan çok, kendimce önemli olduğunu düşündüğüm konuları ardı ardına yazarım. Bıkmadan. Bu konulardan birisi de sosyal restorasyondur. Gerekliliği herkesçe bilinen, önemsenen ancak çok da üzerinde durulmayan bir konu. “Evet” deyip, ardından başka işlerimize baktığımız bir konu.


Oysa, şu anki ülke gündeminin olmazsa olmaz konularından birisi de sosyal restorasyondur. Başbakan Erdoğan’ın hem yüreğinden hem de dilinden sürekli çıkan bir konu. Aynı zamanda, icraatı zor bir konu. Bu nedenle, ülkesini seven herkesin Başbakan Erdoğan’ın işaret ettiği bu gündeme daha sıkı sarılması gerektiğini düşünmemek zor olsa gerek.


Çünkü, sosyal restorasyon ile, ülkemizde yoksulluk ve sosyal dışlanma riski altında bulunan birey ve grupların sosyal yaşama aktif katılımlarının sağlanması ve yaşam kalitelerinin yükseltilmesinin önü açılacaktır. Bu, iktidarın faaliyetlerini beğenen, beğenmeyen herkes için de önemli olmalıdır. En azından böyle olması gerektiği açıktır.


Bunların yanında, geniş toplumsal katılımın gerektiği sosyal restorasyon çalışmaları, doğrudan Başbakan Erdoğan tarafından verilen starttan sonra belli bölgelerde uygulamaya konulmuştur. Örneğin, GAP kapsamındaki illerde sosyal kalkınmanın gerçekleştirilmesi ve sosyal refahın artırılması için yoksulluk, göç ve işsizlik, kentleşme gibi sosyal sorunların giderilmesi için yerel dinamikleri hayata geçirecek ''Sosyal Destek Programı'' (SODES) DPT tarafından hazırlanmıştır. Bu çerçevede istihdam edilebilirliğin artırılması, meslek edindirme, gelir getirici faaliyetlerin geliştirilmesi, sosyal içermenin sağlanması ile kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetler desteklenecektir.


Elbette ki, sosyal restorasyon çalışmaları sadece GAP kapsamındaki illerde değil Ülkemizin tüm illerinde, illerin tüm mahallelerinde gereklidir. Ancak, Türkiye gibi heterojen yapıdaki bir ülkede, sosyal restorasyonun bir anda başlatılıp, çalışmaların sonuçlarını hemen alabilmek kolay değildir. Sonuçların alınabilmesi uzun yıllar sürebilir. Sabırla, sıkılmadan, büyük desteklerle… Bunun için her kurumun koordinasyon halinde birlikte çalışabilmesi bile kendi başına bir zorluktur. Tek tek insanlara gelince, zorluk da kendiliğinden artar. Çünkü zaten ciddi yaşam zorluğu içinde bulunan insanlar, bir başkasıyla entegrasyonu düşünemeyecek kadar dardadır. Bu darlığı açmanın yolu olarak sosyal restorasyonun yüreklere kazınması ise ayrıca bir zorluktur.


Ancak, birkaç yıl öncesine kadar belki de hiç duymadığımız sosyal restorasyon ifadesinin yaşantımıza girebilmesi önemli bir başarıdır. Kurumların konuyla ilgili çalışmalarını hızlandırması da.


En büyük zorluk ise, bu büyük sistemi yönetebilmek, yönlendirebilmek, beyinlere ve yüreklere öneminin kazınmasını sağlamak… Ama biliyoruz ki, bir şeye başlamak işi bitirmenin yarısıdır. Umarız diğer yarısını da görebiliriz. Bunun için Başbakan Erdoğan’ın işi gerçekten zor.


Son söz; sosyal restorasyonu önemseyen herkese kolaylıklar diliyorum.

Hoş geldin Zeynep Dilara








Her insan evladının doğumunun ardından duygu seline kapılır. Bu seli kendi bildiğince anlatır, yazar ya da sadece yaşar. Sadece benim için değil, tüm engelli aileleri ve engellilerimiz için çok kıymetli hocamız Prof. Dr. Ali Seyyar da minik kızı Zeynep Dilara için çok anlamlı, gözlerimizi dolduran bir yazıyı kaleme almış. Bu duygularını bizlerle paylaşan Ali Hocama en içten saygılarımla...

Tüm dualarımız Zeynep Dilara ve tüm yeni doğan yavrularımız için olsun.







Hoş geldin Zeynep Dilara


Ümitsizliğin haram edildiği manevî dünyamızda ümidimizi hep korumaya çalıştık. Ama gaflet anlarında ümidimizi yitirmişliğimizin karamsarlığını sana hissettirmiş isek bizi affet Zeynep Dilara. Ezelden beri her şeyin tayin edildiği bir âlemden dünya denilen bir çilehanede hep imtihan, hep sabır ile yaşadık.

Seni koklamak, senin gözlerine bakmak, hayranlıkla ellerini tutup yanaklarından öpmek, dünya ötesi bir arzu, ulaşılması zor bir hayal gibi algıladığımız bir zamanda varlığının ilk işaretlerini gösterdin sen bize. Hakikate ve varlığa inanmak, iman etmek kadar zor ama iman kadar tatlı ve anlamlı olduğunu sen bize hissettirdin en küçük kıpırdanışlarınla. Senin gelişine inanmak, Yaratan’ın “OL” emrine kalben inanmanın ötesinde hakkel yakın yakınlığını yürekte hissetmektir. Belki deniz dalgaları gibi coşkun bir hâl içinde değiliz ama engin ufuklara yelken açmış, uzun bir yolcuğa çıkacak bir geminin deryaya açıldığı heyecanlı bir günün sabah güneşinin sıcaklığını bütün hücrelerimizde hissediyoruz.


Hayatımıza farklı bir anlam kazandırmak, bize yeni sorumlulukların yanında ilave görevler yüklemek üzere yola çıktın. Şuna inanmanı istiyoruz. Ruhî derinliklerden gelen ezelî sevgi sayesinde her zorluk, bizim için kolay olacak. Dökeceğin her gözyaşı, ciğerlerimizi damla damla yakacak, gülümseyişlerin ise kalbimize ferahlık verecek. Uzun bir bekleyişin ardından, sabrın ve duaların tesiriyle ilahî lutfun tecellilerini daha dünyada iken tattık. Cenneti dünyaya taşımak elbette mümkün değil ama gözlerindeki o nuranî bakışlar, bize Cennetten bahşedilmiş bir tadımlık sükunet gibi gelecek ve sükunetli tadımlıklarla ebedî huzur ve saadet bahtiyarlığına erişeceğiz. Kim bilir belki de Cennet hurilerinden aldığın güzelliğinle son baharımızda bize daha nice nice sevgi dolu yıllar tattıracaksın.


Fıtratının berrak temizliği ile etrafa hep ışıklar saçacaksın. Yaşlandığımızı hissettiğimiz yorgun bir dönemde bütün kederlerimizi unutturacak o muhteşem gelişin. Geçmişe ait sorguları ve endişeleri hep bir yana bıraktık. Sen mi bizi terk ettin yoksa biz mi seni beklettik soruları ile ne kendimizi, ne de seni yargılamak niyetindeyiz. Kader planında ne düne ait olanlar ve yaşananlar, ne de yarına ait olanlar ve yaşanacaklar bizim elimizdedir. Kadere hep iman ettik ve ümitsizliğe düşmemek için yine kadere teslim olduk. Dualarımız ve girişimlerimiz, cüzî irademizin bir tezahürü olarak küllî irade ile buluşmasına yönelik idi. Ve küllî irade, kader çizgisinde seni bugün bizlerle buluşturdu. Senden önceki kaderimiz, O’nun iradesi altında olduğu için, isyan etmeden hep rıza çerçevesinde kadere boyun eğdik. Yine O’nun rızasını kazanmak ümidiyle senden sonraki kaderimize de aynı manevî istikamet doğrultusunda hep gönülden bağlı kalacağız.


Seninle hem gündüzleri, hem de geceleri yani her saniye seninle beraber olacağız. Seninle birlikte hayatımızı paylaşacağız. Sen yavaş yavaş büyürken belki de biz hızlıca yaşlanacağız. Ama sayende yaşlanmanın tadına vara vara dünyadan ayrılacağız. Çünkü artık sen varsın ve eminim seninle her şey daha güzel olacak. Anamın duası aklıma geldi. “Allah, bana sizin acınızı göstermesin, ölümüm sizinkinden önce olsun” derdi. Şimdi aynı duaları ben de senin için terennüm ediyorum:


C. Hak, bize hiçbir zaman acını göstermesin, kader ne der bilmiyorum ama ölümünü bize göstermesin”. Ya Rabbi, her şeyi yaratan olarak Sen her şeye kadirsin, biz ise aciz kullarız. Ancak senin lütfunla sabredebildik ve yıllar sonra muradımıza eriştik. Ne olur yine Senin inayetinle yeni görevimizi layıkıyla yerine getirebilelim ve emanetini en güzel biçimde koruyabilelim. Ya Rabbi, misafirimiz çok değerli, o bize verilmiş ne güzel bir hediyedir. Emanetini korumak, kollamak ve sevmekte bize itidal nasip et. Çocuğumuza göstereceğimiz ilgi ve sevgide ne Gayretullahına dokunacak aşırı bir tavır, ne de şeytanları sevindirecek mesafeli bir yaklaşım hâkim olsun. Sevgimiz hep fıtrî, şefkatimiz hep derin ve duygularımız hep canlı ve sıcak olsun. Ya Rabbi, biricik bebeğimiz Zeynep Dilara ile fedakâr annesine ve bize hayırlı uzun ömürler ver. Ver ki sonbaharımızda bile nevbaharın tatlı heyecanlarını yaşayalım. Ya Rabbi, dünyadaki nimetlerin ve lütufların bu kadar hoş olduğuna göre kim bilir öbür âlemdeki sürpriz mükâfatların nasıldır?


Zeynep Dilara’nın Annesi ve Babası:
Ali ve Asuman Seyyar

İlk Kaleme Alındığı Gün: 30.08.2008 Cumartesi; Sürmeli Oteli-Ankara.
İkinci Kez Kaleme Alındığı Gün: Zeynep Dilara’nın doğduğu gün: 24.09.2008; Çarşamba; Ada-Tıp Hastanesi; Adapazarı.

28 Eylül 2008 Pazar

HAYAT BAYRAM OLSA!







Gözlerinin içinden süzülen dramın, bir dudak kıpırtısı ile sözlere dökülmesi an meselesi. Dokunsan hem konuşup hem ağlayacak. Ağlayarak konuşması “duyun, gözlerime inanmıyorsanız “ demek olmaz mı? Olur elbette ama duyana…İstediğimizi duyma yetimizi bildiğimden işe yarar mı? Emin değilim.

Bazen çok bunaldığımızda ya da çok neşeliyken “HAYAT BAYRAM OLSA” deriz. Bunaldıysak bu durumdan kurtulmak için, neşeliysek bu durumun sürmesi için…Bayramların hep keyifli geçtiğini düşünerek…

Bayramların bizlerde uyandırdığı güzel duyguları, yaşamak istememizden doğal bir tepki olmaz, bunu da bildiğimizden… Bayramlarda herkesin mutlu olduğu düşüncesini beynimizin, yüreğimizin bir taraflarına yazdığımızdan…

Oysa ki bayramlar yaşamın en güzel günleriyken, dramların da başladığı günler olabilir. Ömür boyunca, hatırlandıkça yaşanacak, yürekten asla gidemeyecek dramların…

Gözlerden yaşlar süzüldükçe, her süzülen yaşta yeniden yaşanacak…Acıların kabına sığmadığı anlarda dokununca, ağlayarak konuşulacak…. Her an… Her bayram…

Böyle durumları duyduğumuzda, yaşadığımızda “ Hayat bayram olmasın” deriz içimizden. Hayatın bayram olmasını isteyenlere sıkıntı vermeden. Kendimizi yaşamın orta yerine koymadan. Sessizce, yürekten…

Bayramlar yine de istenir. Yoğun telaşın içinde görmeye fırsat bulamadığımız dostlarımızın, akrabalarımızın yanımızda olmasını isteriz. Onların yanında mutlu olduğumuzdan, bir iki tatlı söz duymak için yollara düşeriz.

“Hayat bayram olsa!” Her an bayramlarda olduğu gibi mutlu olsak, dostlarımızın yanında, akrabalarımızın etrafında. Bayramların kıymetini bilerek yaşasak, hep bayram havasında. Bayramlarda acıları olanları da unutmadan…Hasta, yaşlı, yakınını kaybetmiş, dram içinde yaşayan…Onları da yanımıza katsak, duyguları paylaşarak azaltmak için.
Ne güzel olmaz mı?

Bayramların gerçekten bayram havasında geçmesi, acıları yaklaştırmaması
dileklerimle…

Reyhan Gazel

24 Eylül 2008 Çarşamba

Bu Yazı, Ramazan Ayının Son Yazısıdır







Bu yıl da Ramazan ayı günahıyla sevabıyla bitiyor. Parası olmayanların yardımına koşarak, dertlilerin dermanı olarak, elimizin altındaki nimetlerin farkına vararak, hoşgörüyü yaşantımıza odak yaparak… En azından böyle geçmesi gerektiğini bilerek… Böyle yapmasak da yanlışta olduğumuzu anlayarak… 11 ay sonra tekrar aynı duyguları yaşayacağımızı düşünerek… Şimdiden bayramınız kutlu olsun sözleriyle…

Yeniden ülke gündeminin yoğunluğu içine girmeden, böyle bir yazıyı kaleme almanın mutluluğunu yaşıyorum aslında. Bu öyle bir yoğunluk ki, 1 ay boyunca yaşanan, yaşanılması gerekenleri unutturan cinsten hem de. Hiç unutulmamasını dileyerek… Lafım meclisten içeri.

11 ay boyunca har vurup harman savurduğumuz şükür kavramanın anlamını bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Yine kendimce.

“Yaratılırken bizde olduğunu gördüklerimizle insanlığa katkımız olmadıkça, sözde şükürlerin bir anlamı olmaz. Bize verilenlerle iyi şeyler yapmadıkça verilenlerin anlamının kalmaması da bundandır. Verilenler geri alınır ya da alınmaz, bunu ben bilemem, ama bildiğim verilenlerin yerlerini bulamamasının karşılığı mutlaka gelecektir. Yaşamda sabır gösterenlerin de isyan etmedikçe karşılığını alacaklarını bildiğimden rahatım. Tüm mağdurlar adına rahatım. Mağdurlara hep bekleyin, isyan etmeyin demem de bundan.” (Gazel, Yürek Felsefesi, sf.231)

Şükür kavramını her iftardan sonra o kadar çok duydum ki, duyduğum her şükür sözü yine bana bunları yazdırttı. Karnı doyan, hemen dile getirdi. Getirmese sanki herkes küsecekmiş gibi davrandı.

“Şükürler olsun, açlık kötü şey.”

Evet. Açlık kötü şey. Çaresizlik kötü şey. Yokluk kötü şey. İstendiği halde yapılmayan her şey, kötü şey. Aç karnına çalışamamak kötü şey. Susuzluk kötü şey. Görüp de yiyememek kötü şey. … O kadar kötü şey var ki. 11 ay rahat edecek sıradan şükreden diller belli ki. 1 ay şükretmek yetmez mi?

Yetmez tabii ki. Şükür her an olmalı. Dilde değil, yürekte olmalı. Sadece 1 ay yemekten sonra değil, 12 ay, her an olmalı. Her saniye, her varlıkta, her toklukta olmalı. Kötü şeyleri yaşayanlar her an düşünülmeli. 1 ay düşünülmesi yetmez. İnsan olana yetmez.

Zorluklar içinde yaşamaya çalışanlar da her an düşünülmeli. Sadece yemek yiyemeyen değil, her zorluğa göğüs gerenler. Onlara da bakıp sadece şükredilmemeli. Her an yanlarında olunmalı. Elleri ayakları olunmalı. Kim ne yapabilirse elbette.

Son söz, psikolojide güzel bir ifade var: Pozitif transfer. Ramazan ayında yaşananlar, 11 aya aktarılmalı. Sadece Ramazan ayı ile sınırlı düşünülmemeli.

Buna da şükür. En azından bir çok insana ulaşabiliyorum. Gücüm yettiğince. Ben görevimi yaptım, gerisi okuyanların, bilenlerin işi.

GÜLER YÜZLÜ BİR BAYRAM DİLİYORUM

23 Eylül 2008 Salı

Biraz da Ruhsal Engellileri Konuşalım







Yıllar önceki bir yazımda, engellileri engel tiplerine göre sınıflarken, gözümün önüne masum, bir o kadar da istenmemenin yarattığı kırgınlığı olan tüm engellilerimiz geldi. O zaman kendimce bir ifade buldum. ‘ Masum gözlerle bekleyen engelliler…’ Bekledikleri de sadece istenmek, herkesle aynı davranışları görebilmek, özetle ‘insan’...

Yazımın devamında bir anda aklıma engelli olduğunu göremediğimiz ancak, toplumda rahatça dolaşmasıyla sıkıntı yaratan insanları düşündüm. Çünkü toplum, böyle insanları rahatça içine alırken, ne kadar büyük bir tehlikenin altına girdiklerini göremiyordu. Evet bu insanlar asıl engelli insanlardı ve toplumca engellenmesi gerekiyordu.

Bu insanlar ‘ruhsal engelli’ insanlardır. Başka engel gruplarının topluma zararı olmazken, bu engel grubunun topluma ciddi zararı vardır. Düşünebiliyor musunuz, fiziksel engelli bir yavrumuz kime ne zarar verebilir? Çünkü, istenmemenin getirdiği zarar ancak kendinedir.

Gazetelerde yazılan onlarca, yüzlerce cinayet, tecavüz, vahşet… haberlerinin müsebbibi olan insanlardır ruhsal engelli insanlar. Ama engelli olarak düşünülmediği için her yere rahatça girip çıkan insanlardır aynı zamanda. Her girdikleri ortama zarar vererek üstelik. Bu zarar, bazen canların yitip gitmesine yol açarken, bazen de sürekli gerginlik olarak toplumda yerini bulur.

İşte son haber:

“Edirne'nin Lalapaşa İlçesine bağlı Kalkansöğüt Köyü'nde taşımalı eğitimle okullarına gitmek için servis bekleyen öğrencilerin üzerine ateş açan ve iki öğrencinin ölümüne iki kişinin de yaralanmasına neden olan Ahmet Öztürk, Jandarma ekipleri tarafından karşı ormanlık alanda yakalanarak gözaltına alındı. Alınan ifadesinde cinayeti işlediğini itiraf eden katil zanlısının savunması ise insanın kanını dondurdu. Olayı tüm çıplaklığı ile anlatan katil zanlısı, ´Sabah çocuklar çok ses çıkarttı. Ben de onları uyardım. Bana tepki gösterdiler ve tüfekle vurdum. Oldu bir kere dediği öğrenildi.”

“Gürültü yaptılar, vurdum” diyen diller hangi gruba girer sizce? Bir taraftan eğitim, sosyal, sağlık ortamlarında istenmeyen bedeninde yetersizliği olan vatandaşlarımız, bir taraftan da ayakta, sapasağlam, dimdik duran! ruhsal engelli vatandaşlarımız. Sizce hangi grup gerçekten engelli? Ya da, sizce hangi engel grubu toplumdan uzak tutulmalı?

Hiç kimse yaşayabileceklerini önceden göremez. Ancak, yaşamın içinde yaşadıkça öğrenir. Buna kader deriz. Ancak, kendi kontrolümüzün dışında yaşamımıza girenler karşısında, başkaları tarafından bir de farklı bir yaşantının içine çekilmek istenmesi, sonrasında da istenmemek, kolay kabul edilir bir şey değildir. Buna kader dememeliyiz. Çünkü yaşananlar, insan eliyle yapılan zulümden öte bir şey değildir. Düşünebiliyor musunuz, bir anda kaza sonrası ayaklarınızı kaybediyorsunuz, sonrasında da sokağa çıktığınızda “yolu sandalyenle işgal ediyorsun” diye azar işitiyorsunuz. (Bu şahsen duyduğum yaşanan bir olaydır. Hem de onlarca kez duyduğum) Ancak, diğer taraftan, iki çocuğu durduk yere katleden bir adam, elini kolunu sallayarak sokakta gezebiliyor. Tekrar soruyorum; sizde asıl engellenmesi gereken insanlar kimlerdir?

Devam edecek…

20 Eylül 2008 Cumartesi

BAŞBAKANIMIZI DUYDUNUZ MU?







BÜYÜK YAŞAM MÜCADELEMİZDE YANIMIZDA OLANLARI UNUTMAMIZ MÜMKÜN MÜ?

SÖZ BAŞBAKANIMIZDA...


Başbakan Erdoğan, ’’Eğitim, özürlülerimize toplumdaki diğer bireyler karşısında fırsat eşitliği sağlanabilmesinin en önemli aracı’’ dedi.

ERDOĞAN: EĞİTİM, ÖZÜRLÜLERİMİZE EŞİTLİK İÇİN ÖNEMLİ

Başbakan Erdoğan, Beyazay Derneği’nin özürlü öğrenciler için düzenlediği iftar yemeğine katıldı.

Erdoğan, burada yaptığı konuşmada, bugüne kadar toplumun ve toplum içindeki bireylerin önünü açabilmek için pek çok çalışma gerçekleştirdiklerini, bu çerçevede en çok önem verdikleri kesimlerin başında özürlülerin geldiğini anlattı.

Başbakan Erdoğan, 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde Özürlüler Koordinasyon Merkezi’ni ilk defa kendilerinin kurduğunu belirterek, özürlüleri toplum dışında bırakan anlayışla mücadele ettiklerini, onları iş hayatından eğitime, sanata kadar her alanda hayatın içine katacak politikalar ürettiklerini dile getirdi.

Özürlüler konusunda Türkiye’de bir çığır açtıklarını ifade eden Erdoğan, aynı zamanda özürlülere küresel bir vizyon kazandırmayı hedeflediklerini ve BM Özürlü Hakları Sözleşmesi’ni imzalayarak, bu alanda en önemli açılımı kendi hükümetlerinin sağladığını anlattı.

’’Özürlü olmak eğitimsizliğin mazereti olamaz’’ ilkesiyle, devlet olarak özürlü eğitimini geliştirmek için kolları sıvadıklarını dile getiren Erdoğan, 2005 yılında çıkardıkları Özürlüler Kanunu’na, ’’özürlülerin eğitim almasının hiçbir gerekçeyle engellenemeyeceği’’ hükmünü koyduklarını dile getirdi.

Erdoğan, 2002 yılında özel eğitim hizmetlerinden yararlanan özürlü öğrenci sayısı 22 bin iken, bugün 102 bine çıktığını, rehabilitasyon merkezlerinden yararlanan özürlü öğrenci sayısının da 14 binden 194 bine ulaştığını söyledi.

Yüksek öğrenime giden özürlü öğrencilere de burs ve yurt konusunda öncelik verildiğini anlatan Erdoğan, özürlü çocuğunun eğitimini bulunduğu şehirde yapamayan anne-babaya, gerekli imkanlara sahip yerlere tayin isteme hakkı tanıdıklarını söyledi.

Erdoğan, Türkiye’nin neresinde olursa olsun özürlü çocukların eğitimi konusunda hiçbir mazeret, hiçbir engel bırakmamaya çaba gösterdiklerini ifade etti.

Gelecek yıllarda bu çalışmaların daha da yoğunlaşacağını belirten Erdoğan, ailelerin de desteğiyle eğitimden geçmeyen hiçbir özürlü çocuğun kalmayacağını aktardı.

Özürlü çocuğu olan ailelere de seslenen Erdoğan, ’’Çocuklarınızı okula gönderin. Devlet, size servisinden okul ücretlerine kadar her konuda destek veriyor. Çocuğunu eğitim kurumlarına göndermeyen ailelerin büyük bir vebal altında bulunduklarına inanıyorum’’ diye konuştu.

Bakımı evde yapılması gereken özürlüler için de maddi desteğin verildiğini dile getiren Erdoğan, bunu bilmeyen aileler olduğunu, özürlü çocuğuna bakan her aileye her ay 430 YTL’lik yardımda bulunduklarını söyledi.

Kimin Eli Kimin Cebinde







Son günlerde yaşananlar bana yine “kimin eli kimin cebinde” dedirtiyor. Eller o kadar karışmış durumda ki. Kim kimle arkadaş, kim kimle eskiden arkadaştı, kim kimle hala arkadaş… Kim kimi kolluyor, kollamıyor… Kim kiminle yakın, kim kiminle yakın gibi görünüyor… Kim kimi istiyor, istemiyor… Gerçek bir kaos durumu var. Çünkü bugün bildiklerimiz yarın bilmediklerimize dönüşüyor. Sonra tekrar tersi…

Yıllardır hem iş yaşamım hem de yaşantım gereği basının içindeyim. Yıllar önce başladığım basın yaşantım bugün kısmen sürse de, bir şekilde her gün onca ‘bilgiyi’ duyuyorum. Her ‘bilgi’ bir öncekinden oldukça farklı olabiliyor. Hatta tersi bile. Bu şekilde yaşanılan tüm yaşamlarda, genel yaşam tarzı da böylece şekillenmiş oluyor: Bugün dostun olan, arkanı döndüğün anda düşmanın olabilir. Hatta arkanı dönmeden de düşmanın olabilir. Dikkat et. Bu durumunda yapılacak tek şey de kendiliğinden ortaya çıkıyor. “ Yüreğin kendi ellerinde yaşa!”

Teker teker isimleri yazmaya niyetim yok. Çünkü bu isimleri yazdığım anda o kişiler tekrar arkadaş olabilir. Ben de yazdıklarımla kalabilirim. Ama yazdıklarım aslında o kadar açık ki; bilene…

Herkes günü kurtarma derdinde yaşamaya çalışıyor belli ki. Günü kurtarırken de, eskiden dost olduklarını, can düşman olduklarını, aynı çatıya baktıklarını, aynı çatıda ayrı başlıklarda yaşadıklarını… hiç düşünmüyor. Her gün yeni bir düşman, yeni bir dost söylemleri… Aman ne iyi.

Oysa ki, geçmiş insanın peşini asla bırakmaz. Geçmişin izleri silinmez. Bırakan, silinen sadece dillerdedir. Düşmanımızı bugün ‘dillemek’, yarın dost olunduğunda kendiliğinden silinmez. Birileri mutlaka hatırlatır. Hem de hiç beklemediğimiz bir anda. Sadece içinde bulunduğumuz anı yaşamak da, yaşama olması gerektiği gibi yaklaşmamızı engeller.

Özetle, basın emekçileri bugün burada ekmek kazanırken, yarın başka yerde kazanabilir. Bu, işin doğası gereği olduğundan aklımda oldukça nettir. Ancak, aklımda net olmayan, her gidilen yeni iş ortamında bir öncekini, öncekileri unutmaktır. Bu durum, her şeyden önce komiktir. Nasıl unutulur ki?

Bu arada sadece ‘gerçek işini’ yapmaya çalışan basın mensubu arkadaşlara da arada kaynamak düşer. Başka ne düşebilir?

Cumhurbaşkanına İletilen bilim Dosyası







Türkiye’de bugüne kadar bilime önem verilmediği bir gerçek. Bir şarkıcının yaşadığı aşk kaçamağına daha önem verdiğimiz de. Ancak, Türkiye’nin coğrafi olarak çok kritik bir bölgede, zengin doğal kaynaklara sahip bir ülke olması nedeniyle bilimi toplumun her kademesine anlatabilme görevi hepimiz için aşikardır.

Dünya üzerinde jeopolitik durumumuzun daha sağlam olabilmesi, teknolojimizi geliştirip, büyük ve güçlü bir ülke olarak yaşantımızın sürmesine bağlıdır. Bu nedenle, herkes bir an önce geleceğimiz adına düşünmelidir.

Bilimsel çalışmaların sonuçlarını alabilmek, uzun bir yolda, yavaş ancak emin adımlarla ilerlemeye benzer. Yani, her adımda sonuç beklenmesi işin doğasına aykırıdır. Yolda olan yavaş da olsa dünya konjonktüründe yerini bir an evvel almış bulunmaktadır. Bu da gelişmiş ülke ölçütüdür. Özetle, bilimsel çalışmalar adına yola çıkmış ülke, gelişmiş bir ülkedir. Yol ne kadar sürerse…

Bu hedef uğruna yaşamını feda edenlerin kendi başlarına yola çıkmasının, ülke adına hayırlı ancak çalışmaların seyri adına sonuçsuz olduğunu söylemek gerekir. Çünkü, bilimsel çalışmalar için altyapı kurulması gerekiyor ve bunun için de yatırım yapılması... Yani iş siyasilere düşüyor. Bugüne kadar yaşanılan asıl sıkıntının kaynağı da tam bu nokta. Çünkü, altyapı kurulduktan sonra karşılığını almak yıllar sürebiliyor. Sonucun yıllar içinde alınması da günümüzün siyasi anlayışına uygun düşmüyor. Bu nedenle bilimsel çalışmalarda adımız geçemiyor. Dünya bizi çalışmalarımızla değil, uzaktan yaptığımız yorumlarımızla tanıyor.

Yine de ülkemizde bilimsel çalışmaların, ülke gündemindeki gerçek yerini bulması için verilen çabanın en güzel örneklerinden birisi; Isparta’daki uçak kazasında hayatını kaybeden Prof. Dr. Engin Arık. Yaşamının 40 yılını bu uğurda harcayacak kadar hedefine sıkı sıkıya bağlı bir bilim kadını. Şimdi çok uzaklardan, geride bıraktıklarını gözleyen bir bilim kadını. Ölene kadar da hiç pes etmemiş. Ülkemizin geleceğini daha sağlam temellere demirleyebilmek için uğruna ömrünü harcamış. Nur içinde yatsın.


“TÜRKİYE Fizik Derneği Başkanı Baki Akkuş Isparta’daki uçak kazasında hayatını kaybeden eski başkan Prof. Dr. Engin Arık’ın, en büyük hayalinin Türkiye’de büyük bir nükleer araştırma merkezi kurmak olduğunu söyledi. Bayrağı Arık’tan devralan Prof. Dr. Akkuş, meslektaşının çalışmaları sırasında büyük engellemelerle karşılaştığını ve ardından korkunç kazanın meydana geldiğini söyledi. Bu konu ile gerekli dosyaları Cumhurbaşkanlığı’na da sunduklarını söyledi.“

Göreve geldiklerinden beri bir çok konuda kendinden emin ve doğru işleri yapmaya çalışan AK Parti iktidarının bilimsel çalışmalara verdiği önemi ve desteklerini yine hep birlikte görüyoruz. 14 Nisan 2008’de Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Okay Çakıroğlu ile CERN Genel Direktörü Robert Aymar anlaşma imzaladı. Şimdi 3-4 yıl içinde gerçekleşecek tam üyeliği bekliyoruz. Bu çok önemli bir adım. Bugüne kadar yapılmamasının karşılığını ise, tüm yüreklere bırakıyoruz.

Cumhurbaşkanımız Sayın Gül’ün kendisine yürekten iletilen dosyanın da gereğini yapacağını tahmin ediyoruz. Ama yine de ülkemiz adına kaybolan yılların acısını da yüreğimizden atamıyoruz.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Özlü Sözler






Özlü sözler çaresizliği anlatsa da, yine de bazen insanı kendine getirir. En azından yalnızlığını paylaşmayı... Birileri de bizim gibi düşünmüş, yazmış, söylemiş... Ne de iyi yapmış.




Selahattin Hocam sitenden alıntı yaptım. Ne güzel hepsi birarada, huzurlarınızda kopya çekiyorum. Bilginize...


.....................................................................................

Doğru olsam ok gibi, yabana atarlar beni. Eğri olsam yay gibi, elde tutarlar beni." (Hz. Mevlana)
"Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa, orada güneş batıyor demektir. "Çin Atasözü
"Hayata yapılacak o kadar çok hata var ki, aynı hatayı yapmakta ısrar etmenin anlamı yok." P. Sartre
"Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince diğerleri de yanlış gider." C. Bruna
"Dal rüzgarı affetmiştir, ama kırılmıştır bir kere..." Anonim
"Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder." Gazali
"Bazı kuşlar diğerlerinden daha yüksekten uçar." Friedrich Nietzsche
"Ayağım karada oldukça denizden hoşlanırım." Douglas Jerrold
"Annem her fırsatta çocuklarına güneşe doğru zıplamalarını öğütlerdi. Güneşe ulaşa-mazdık ama hiç olmazsa ayaklarımız yerden kesilirdi." Zora Neale Hurston
"Akıllı adam aklını kullanır, daha akıllı adam başkalarının akıllarını da kullanır." Bernard Shaw
"Öyle bir mücadeleye atıldım ki, ne önümden giden var nede arkamdan gelen [D. Webster, 1782-1852]
"Bugün ya doğruyu, yada yalan söylemek zorundayım." [L. Lamar, 1825-1893]
"Herkes kendi için gerekli olan cesareti, yine kendi ruhunda aramalıdır." [L. Lamar, 1825-1893]
"Oyun bittiği zaman Şah da, Piyon da aynı kutuya atılır." (İrlanda Atasözü)
"İnsanlar nişan almadıkları şeyi, seyrek olarak vururlar." (Henry David Thoreau)
"Değiştiremeyeceğiniz bir geçmiş geride dururken, biçimlendirip sahip olabileceğimiz bir gelecek bizi bekliyor." (F.W.Robertson)
"Yapılırken heyecan duyulmayan işler, başarılamaz." (Emerson)
"Sahip olduğunuz tek şey çekiçse her şeyi çivi olarak görürsünüz." (Abraham Maslow)
"Yalnızca ölüler, savaşın sonunu gördü." Platon (Eflatun)
"Hoşlandığınız şeyi elde etmeye bakın, yoksa elde ettiğinizden hoşlanmaya zorlanabilirsiniz" (Shaw)
"İftira eşek arısına benzer, onu ilk vuruşta öldüremeyecekseniz, hiç dokunmamak daha iyidir." (Bernard Shaw)
"Bir çiçeğin kokusu ne ise bir insanın şahsiyeti de odur." (C.W.Shwab)
"Yapan yapar.. Yapamayan eleştirmen olur." (George Bernard Shaw)
"Yenilmesi gereken ilk düşmanlar, öfke ve ümitsizliktir." (Alain)
"Faydasız bir hayat, erken bir ölümdür." (Goethe)
"Dalgalar ve insanlar daima başarılı denizcilerin yanındadır." (Edward Gibbon)
"Akıl susunca düşünce durur, düşünce durunca, hareket durur, hareketsizlik, çürümenin eşiğidir." (Gazali)
"Önce düşünmek, sonra söz: Evvela temel, sonra duvar gelir." (Sadi, 1212-1292, Gülistan)
"Bataklığa düşen bir taş halkalar oluşturmaz." (Schopenhauer)
"Boşuna kendinizi kandırmayın; sürekli yaptığınız şey neyse siz osunuz." (Aristo)
"Mutsuzluk aniden gelmez, onu hazırlayan nedenler vardır." (Balzac)
"Hayatı seviyorsanız, zamanınızı boşa geçirmeyin. Çünkü zaman hayatın ta kendisidir." (Franklin)
"İnsanla birlikte büyüse bile, kurdun yavrusu yine kurt olur." (Sadi, 1212-1292, Gülistan)
Ahlak ve fazilet aklın dışarıdan görünüşüdür. (Hz. Ali)
"Sürekli mutluluk sıkıntılıdır. onun da inişi ve çıkışı olmalıdır." (Moliere)
"Denizin kenarında durarak ve suya bakarak denizi aşamazsınız." (Rabindranath Tagare)
"Evlenmeden önce gözlerinizi dört açın; evlendikten sonra yarı yarıya kapayın" (Portekiz Atasözü).
"Bütün erkekler rüyalarda kahramandır." (Freud)
“Evlilik, hiçbir pusulanın işlemediği derin bir okyanustur.” (Heine)
"Erkekler kadınların ilk aşkı, kadınlar erkeklerin son aşkı olmak ister." (Oscar Wilde)
"Bütün trajediler ölümle biter; bütün komediler evlilikle (Byron)
Namuslu adam, erken evlenir; akıllı adam, hiç evlenmez. (Cervantes)
"Evlilik, aşkın mezarıdır" (Stendhal)
"Her evli çiftte, en az biri budaladır "(Fielding)
"Ömür Temmuz güneşi karşısında kardır...Madem ki iyi de, kötü de ölüp gidecek, iyilik topunu çelene ne mutlu!"(Sadi, 1212-1292, Gülistan)."
"Başarısız olmadım, sadece çalışmayan 10.000 yol buldum." (Edison)
“Düzgün yol alan kaplumbağa, eğri giden attan daha iyidir.” (Atasözü)
"İnsanlar gibi devirlerde yanılmaz değildirler; zira her devre hâkim olan birçok düşünceyi sonraki çağlar yanlış bulmakla kalmamış, aynı zamanda saçma saymışlardır." (Stuart Mill)
"Kızın birisi, çirkin bir erkeğe varmış; -Neden çirkin birine vardın demişler; -Babamın evinde o da yoktu.” demiş. (Atasözü)
“Kurdun adı gezer, çakal baş gezer.” (Atasözü)
“Koyunun çobanı varsa, kurdun Allah’ı var.” (Atasözü)
“Gençlik bir kuştur, uçurttum tutamadım; Yaşlılık atlas kumaş, dolaştım satamadım.” (Atasözü)
“Eşek uçarken sahibinden kuvvetlisi yoktur” (Atasözü).
“Kendim için ölümü, milletim için hayatı istiyorum.” (Nihal Atsız)
“Bilim insanın cehlini alır, fakat merkepliğini almaz” (Atasözü).
“Tarlan varsa içinde, teknen varsa kıçında, işin varsa başında olacaksın” (Atasözü)
“Nereye gittiğini bilen adama, bütün dünya yol verir.” (R. W. Emerson)
“Çok uzağı gören göz, yolundaki tuzağı göremiyorsa neyleyeyim!” (Mevlana)
“Havaya fırlatılan taş konuşabilseydi; mutlaka kendi arzusuyla yolculuğa çıktığını söylerdi”(Spinoza) .

Hiperbarik Oksijen Tedavisi ve Dr. Cem Kınacı








Milyonlarca engelli çocuk ailesi çocuklarının biraz daha normale yakın yaşam sürebilmesi için bir bilim adamı gibi dünyadaki tüm gelişmeleri takip ediyorlar. Doktorların, kendini bilime adamış olanların işlerini de kolaylaştırıyorlar. Çünkü, her an kulakları, beyinleri gelecek iyi haberde olduğundan, duydukları anda soluğu doktorlarının yanlarında alıyorlar. Doktorlar da hemen işe koyuluyorlar.

Yıllar önce oğlumun “normal” doğmadığını öğrendiğim anda hemen bilgisayarın başına oturup saatlerce okuduğumu, yaşadıklarımızın nedenini, geleceğimizi anlamaya çalıştığımı bugün biraz da hüzünle düşünüyorum. Ne büyük bir çabaydı verdiğim. Doğum yapan tüm kadınlar, loğusa keyfini yaşarken, bilgisayarın başında yaşamak… Herkesten uzakta… Çoğu engelli çocuk doğuran annelerin yaptığı gibi…

O yıllarda Allah yardım etti, bir çok doktora, hatta dünyaca ünlü doktorlara bilgisayardan ulaşabildim. Aklımı netleştiren onlarca tanımadığım doktor… İnsan isterse neler yapabiliyor. Bu doktorların hiç birisi “rahatlatıcı ilaçlar kullan, çözümü yok yaşadıklarının” deyip beni ötelemedi. Ne kadar şanslıydım. Hatta burada yazmaktan mutluluk duyacağım kişiler var ki, verdikleri bilgilerin yanında bana Türkiye’de engelli çocuklar için yapılacak işlerle ilgili motivasyon verdiler. Dernek kurma girişimlerimizin önünü açtılar. Teşekkürler Prof. Dr. Murat Günel. Ayrıca o dönemler uzaklardan da olsa yanımda olan Yard. Doç. Dr. Emre Karaşahin’e de saygılar. Daha bir çok kendini engelli çocuklarımızın doğmamasına, doğduktan sonra hak ettiği şekilde tedavi alabilmesine adayan doktorlar… Hepinizin yüreğine sağlık.

Bu çabalar ve sonrasında yaşadıklarım bana engellerle mücadele konusunda ciddi adımlar attırdı. En azından bir kenarda oturup ağlamak yerine, mücadeleyi… Çocuklarımız için kendisini adayanların destekleriyle gerçekten ayakta kalabilmeyi…

Tüm bunların yanında bazı ailelerimiz bizler gibi yeniden tıbbı keşfetmeyi yaşamadılar. Çünkü zaten insanların sağlığı için çalıştıklarından… Onların işi bizden hem daha kolay hem daha zor. Doğruyu bulmak onlar için hem çocukları hem bizler için önemliydi. Çünkü, onların ulaştığı bilgiler, yaptıkları, yapmaya çalıştıkları daha çok takip ediliyor. Belki de daha çok güveniliyor.

Dr. Cem Kınacı, başarılı bir hekim olmasının yanında bir de baba. Babalığı zor yaşayan bir baba. Tüm otizmle yaşamaya çalışan çocukların babası aynı zamanda. Çünkü, herkes onun söylediklerine kenetli. Başka babalar ondan gelecek haberlerden ümitli. O da kendisini gece gündüz bu uğurda beki de tüketmeyi göze alacak kadar yürekli bir hekim baba.

Bu şekilde yaşamaya çalışan Sayın Kınacı, bizleri “Hiperbarik Oksijen Tedavisi” ile tanıştırdı. Bizlere tanıttı, anlattı, herkesin bilmesi için bizlere öğretmeye çalıştı. Her çağırdığımız ortama gelecek kadar kendisini bizlere adadı.Yolundan gitmek isteyenlere de destek oldu. En azından tıbbın dışında yaşayanlar bizleri bulamayacağımız kaynaklarla buluşturdu. Belki de bilgisayarın başında saatlerimi harcadığım travmalı günlerin geri gelmesini sağladı. Ama bu sefer bilgiyle ve alışmışlıkla birlikte gelen günler olarak. Zaman ne de çabuk geçiyor.

Bizleri belki de pes ettiğimiz bir dönemde yeniden bir doktor edasıyla tıbbı metinlerle buluşturdu. Ben de yeniden eski doktorları aramaya koyuldum. En azından farklı bir görüş, farklı bir düşünce, yönlendirme… Bunun hep yararını gördüğümden…

Dr. Cem Kınacı’yı herkes dinlemeli. Ne dediği anlaşılmalı. Çocuklarımızın bir adım daha öteye gidebilmesinin önünü açarak tüm çabalara ışık tutulmalı. Özellikle bir babanın çabasına. …

Çocuklarımız için yararlı olabilecek bu tedavi şeklinin önce devletimiz eliyle yapılmasını istiyoruz. Daha çok hekimin konuyla ilgileneceğini düşünüyoruz. Sayın Kınacı’ya desteklerin bitmeyeceğini anlamak istiyoruz. Çünkü O’nun hepimizden gelecek güce ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bu kadar derdimizin arasında tedavinin şekillendiği Amerika yollarına daha da düşmemek için…

Binlerce otizmle uğraşan ailenin ortak düşüncelerini, yaşadıklarını kendi paralelimde anlatmanın kalıcılığıyla…

Sevgiyle kalın

DR. CEM KINACI’YLA OTİZM VE BESLENME ÜZERİNE SÖYLEŞİ






Sevgili Dostlar,

Dr. Cem Kınacı'yı otizimle bir şekilde ilgilenen hemen herkes tanıyor. Otizmin yaşamımızdan gitmesi için verdiği çaba ise takdirle karşılanıyor. Ortaya koyduğu tedavi yöntemiyle adından çok söz ettiriyor. Bir çok aile Cem Bey'in dediği yoldan gidiyor, bazı aileler ise devletimizin bu işe ciddi olarak el atmasını ve ortaya konan tedavi yönteminin devlet tarafından karşılanmasını istiyor. Çaresizlik insana neler yaptırıyor.

Cem Bey'in söyledikleri belki de tüm otizmle baş etmeye çalışanların kurtuluşu olacak. Belki de bilimin gelişimine katkı yapacak bir çaba olarak kalacak. Bunu bilmemiz mümkün değil. Ancak, bu yöntemi deneyip daha da olumsuz bir tabloyla karşılaşan aileye rastlamadım. Hatta geçenlerde bu konu için benden destek isteyen ünlü bir siyasetçimiz, çocuğunda bu yöntemle birlikte ciddi olumlu sonuçları aldığını ve topluma yayarak konunun öneminin anlatılması gerekliliğini anlattı. Ben de böyle bir tartışmayı bu küçük sayfadan da olsa açıyorum. Cem Bey'in konuyla ilgili röportajını da ekleyerek...


Allah hepimizin yardımcısı olsun.


Söz Dr. Cem Kınacı'da...

Dr. Cem Kınacı. Nükleer tıp uzmanı. Otizmle ilgili çalışmaları sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da ses getiren bir isim. National Autism Association’ın üyesi. İsmi ilk defa otizm riskini artıran civalı karma aşılar iddiasıyla gündeme gelen Kınacı’ya göre, otizm tedavi edilebilir bir hastalık. Fakat bu ve benzeri hastalıkların ardında genel sağlığı etkileyen çok daha tehlikeli bir durum var: O da marketlerde ürünlerin raf ömrünü uzatmak için gıdalara konan ‘koruyucular.’ Dr. Cem Kınacı, üreticilerin gururla ‘doğal gıda’ diye reklâmını yaptıkları bu gıdaların doğal olmadıklarını ve insanların sindirim sistemini son derece olumsuz etkilediğini söylüyor ve şu soruyu soruyor: “Koruyucular, bu gıdaları yiyenleri mi koruyor, yoksa sermayeyi mi?”



'Lorenzo'nun Yağı' filmi gerçek oldu


Konuyla ilgili bütün bilimsel yayınları aldı, Amerika'da kurslara katıldı. Kınacı, iki yılın ardından Türkiye'de ilk tedaviyi kendi oğluna uygulayarak onu ayağa kaldırmayı başardı. Kınacı çiftinin 1999'da Ata ismini verdikleri oğulları oldu. Ata'nın hayatı, 1,5 yaşında vurulduğu bir aşıdan sonra değişti. Aile, oğullarındaki bu değişikliğin 'sosyal ve iletişim becerilerinin oluşmasını etkileyen bir genel gelişim bozukluğu' olarak tanımlanan otizm olduğunu öğrendi. Fakat konunun uzmanları, yapılacak bir şeyin olmadığını, ancak özel eğitimle bazı şeylerin değişebileceğini söyledi. Cem Kınacı'ya da "Bu duruma alış, antidepresan kullan." önerisinde bulunuldu. Bunun üzerine Kınacı, 2003'te hastalığı araştırmaya başladı. Önce internet, sonra uluslararası kuruluşlar derken, otizmle ilgili dünya genelinde yapılan bütün çalışmalardan haberdar oldu. İnternet üzerinden uzaktan eğitimlere başladı, konuyla ilgili kitaplara ve dergilere abone oldu.

Sonuçta otizmin birçok tedavi yönteminin bulunduğunu öğrendi. Başta hiperbarik oksijen tedavisi ile mineral ve vitamin desteğini Türkiye'de ilk kez oğlu Ata'ya 2004yılında uygulamaya başladı. Bu çalışmalar ise genelde ABD'de yapıldığı için 2005 yılından itibaren bu ülkede kurslara gitti. 2006 yılında ise bu tedavi yöntemlerini uygulamak için 'otizmi yenmeyi bilen hekimlere verilen' DAN sertifikası aldı. Türkiye'de bu sertifikayı alan ve Uluslararası Otizm Enstitüsü'ne üye olan tek kişi oldu.

Cem Kınacı, oğluna uyguladığı tedavi yöntemine, 'Ata Kınacı protokolü' ismini vermiş. Bunu bu zamana kadar yerli-yabancı 3 bin çocuğa uygulayan doktorun çalıştığı hastaneye Avrupa, Afrika ve Asya ülkelerinden birçok hasta gelerek, tedavi oldu. Bu yola oğlu için çıktığını belirten Kınacı'ya göre, mevcut şartlara göre hareket etmek normal değil. Mutlaka yapacak bir şeyler bulunuyor. Çocuğunun her geçen gün biraz daha iyileşmesinin kendisini sürekli motive ettiğini anlatan Kınacı, tedavide ilaç kullanmadığını anlatıyor. "Süreç hastanın beynindeki hasarın durumuna göre değişiyor.

Tam iyileşme veya mevcut durumdan çok daha iyi pozisyona geçmek her zaman mümkün." diyor. Tedavi öncesi yerinden bile kalkamayan Ata, bilgisayar kullanan, alışverişe giden bir çocuk haline geldi. Alanında Avrupa'nın en iyi üç hekimi arasına giren Kınacı'nın 683 hasta üzerinde yaptığı otizm çalışması Cambridge Üniversitesi tarafından bilimsel bir çalışma olarak kabul edildi. Doktor baba ayrıca, 14-16 Haziran tarihlerinde İstanbul Grand Cevahir Otel'de yapılacak 1. İstanbul Uluslararası Otizm Kongresi'nin Türkiye'ye getirilmesinde de etkili oldu.






Kamuoyunda otizm üzerine yaptığınız çalışmalarla tanınıyorsunuz ve sizin oğlunuz Ata da bir otistik. Bunu ilk öğrendiğimde aklıma hemen Lorenzo’nun Yağı filmi geldi. O film, mutlu sonla bitiyordu, siz de mutlu sona ulaştınız mı?


OĞLUMUZ Ata sağlıklı bir çocuk olarak dünyaya geldi. 1,5 yaşına kadar herşey yolunda gibi görünüyordu. Keçi pisliği gibi kakasını yapıyordu, o zaman bu soruna “oğlak burcu işte, ne olacak, tabi ki keçi gibi pisleyecek” diye espri ile yaklaştık. Biz de pek çok ebeveyn gibi “en temiz, en sağlıklıdır” mantığıyla (ki bunun her zaman doğru olmadığını acı bir biçimde sonradan öğrendik) çocuğumuzu hep ambalajlı, koruyucu (?) maddeler içeren gıdalarla besledik. Aşılarını da hiç ihmal etmedik.

Onsekizinci aydaki aşılarının ardından Ata hızla değişmeye başladı. İçine kapandı, kendisine seslendiğimizde yanıt vermemeye, kendi etrafında dönmeye, sallanmaya başladı ve her türlü gıdayı alabilen çocuk bir bir çeşidi azalttı ve üç-dört çeşide kadar düştü. Pek çok ebeveynin yaptığı hatayı biz de yaptık ve değişen herşeyi bir başka nedene bağlayarak bunların bir hastalık belirtisi olmadığını düşündük. Özellikle de ben bir hekim olmama rağmen sanırım pek konduramadım.

Ata iki yaşına geldiğinde, daha önce kelimeleri olan çocuk gitmiş yerine artık kakasının ne olduğunu bile algılayamayan bir çocuk gelmişti. Yaşadığımız şok, otizm tanısını almasıyla da kabusa dönüştü. Ata'nın tedavisinde işte böyle bir noktadan yola çıktık ve eşimin de büyük desteği ve araştırmacılığı ile bugüne geldik. Artık oğlumuz, bilgisayarında bizim bile başaramadıklarımızı kendi kendine keşfedebilecek bir noktada. Dilediğinde her arzusunu ifade edebilecek düzeyde konuşabiliyor. Her yönüyle tam gelişmiş düzeyde mi? Henüz hayır. Ama yola çıkış ile geldiğimiz nokta arasındaki fark çok ama çok önemli.


Bize otizmden bahsedebilir misiniz?


AUTISM Research Institute’a göre otizm; çevresel faktörlerin etkilemesiyle, genlerdeki değişikliklere bağlı olarak barsak geçirgenliğinin bozulması neticesinde ortaya çıkmaktadır. Böylece barsaktan doğru ve yeterli gıda, mineral ve vitaminlerin geçirilememesi nedeniyle bazı enzimler, aminoasitler ve hormonlar yeterince üretilememekte ve bunların yapması gereken işlevlerde eksiklikler veya kusurlar oluşmaktadır. Buradan hareketle söyleyebileceğimiz en önemli sorunlardan biri, vücudu toksinlerden temizleyen metabolik faaliyetlerin yeterince yapılamamasıdır. Hepimiz hemen her kaynaktan çeşitli şekillerde ve miktarlarda toksik maddeleri alıyoruz, ama sağlıklı ve yeterli bir metabolizmaya sahipsek bunları temizleyebiliyoruz. İşte otizm yelpazesindeki hastalıklarda çocuklar bunu yeterince gerçekleştiremediklerinden, aldıkları toksinler vücutlarından atılamadığından, özellikle yağdan zengin dokularda birikmektedir. Beyin de yağ bakımından en zengin organlar arasındadır. Böylece beyinde biriken toksik maddeler (ki bunların arasında ülkemizde en yaygın görüleni kurşundur) çeşitli düzeylerde hasarlar oluşturmaktadır.


Yani sorunun temeli, beslenmeyle ilgili, öyle mi?


ÖNEMLİ ölçüde, evet. Ama bunun dışında çocuğun doğuşta bağışıklık sisteminin yeterince gelişmemiş olması da bir etken. Burada ise normal doğum yerine, sezeryanla doğumun etkisi söz konusu olabiliyor. Sezeryan yöntemi, çocuğun dünyaya yeterince gelişmiş bir bağışıklık sistemiyle gelememesine yol açıyor. Ama dediğim gibi, sorunun önemli bir parçası, doğru beslenmeyle de ilgili. Bu konuda pek çok doğru sandığımız yanlışımız var. Medyada inanılmaz bir bilgi kirliliği hakim. Eksik veya abartılarak yanlış anlamalara neden olabilecek reklamlarla halkımızın sağlığı tehdit altındadır. TV'den duyduğumuz herşeyi bir müddet sonra doğru olarak kabullenen toplum elbette sorgulamaz. Ambalajında gururla "Doğal" sıfatını taşıyan bir yoğurdun nasıl oluyor da iki yada dört ay boyunca annelerimizin mayaladığı yoğurt gibi birkaç gün içerisinde ekşiyip su salmadığını anlamak mümkün değildir.


Aşılarda bulunan cıva oranının da otizme yol açabildiğini söylüyorsunuz. Bunu açar mısınız biraz?


DAHA önce bu konuyla ilgili kamuoyunu bilgilendirmiştim. Eski yöntemle imal edilmiş olan aşılarda thimerosal adı verilen cıva oranı yüksek madde, insan sağlığını tehdit edecek boyuttaydı. Bu madde, aşıların ömrünü uzatmak için kullanıyor. Neyse ki Sağlık Bakanlığı, artık içerisinde thimerosal olmayan aşıları ithal edeceğini 2007 yılı içerisinde duyurdu. Ancak bildiğim kadarıyla hâlâ eski aşılar kullanılıyor. Sanırım, stokları tüketiyorlar. Yalış anlaşılmasını istemem, karşı olduğum konu aşılar değildir. Aşılar pek çok hastalığın önlenmesinde çok önemli bir role sahiptir, ama thimerosal (%49 civa içerir) içerenleri değil de içermeyenin kullanılmasını istemek de en doğal hakkımızdır. Çoklu doz aşılar yerine, tekli doz aşılarda bu madde yok denecek düzeyde veya yoktur. Kurşunsuz benzini destekleyenlerin, civasız aşıya neden sıcak bakamadıklarını anlamak için aşı satan firmaların cirolarını bilmek yeterince açıklayıcı olacaktır. Merak edenler, bu konuyu araştırabilirler.


Peki aşıların dışında, bu yönde sağlığımızı tehdit eden başka şeyler de var mı? Ve sanayileşmenin artışı, genel olarak bu seyri hızlandırıyor diyebilir miyiz?


YANLIŞ sanayileşme ve bunun getirdiği yeni yaşam biçimi demek daha doğru olur. Dikkatinizi özellikle şuna çekmek istiyorum. Marketlerin raflarında daha uzun duran ürün, biri gelip onu satın alıncaya kadar bozulmadan durabilen ürün, üretilenin satılamayıp geri dönmemesi demektir. Bu da "sıfır fire" demektir. Ama bunu yapanlar geleceğimiz ve en değerli varlıklarımız olan çocuklarımızdan "fire" vermemize neden olduklarının acaba farkındalar mı? Bakınız, o raf ömrü uzatılmış ürün niye bozulmaz? Çünki içerisinde üreyebilecek zararlı bakteri ve mantarları öldürmeye yönelik bir "koruyucu" (ne kadar masum bir kelime!) madde vardır. Vücudumuz 110 trilyon hücreden oluşur ve bunun sadece 10 trilyonu dokular ve organları oluşturur. Gerisi yani 10 katı kadar hücre ise barsaklarımızda bizim yaşam kaynağımız olan besinleri parçalayıp sindirmekle görevli iyi bakteri ve mantarlardır. Şimdi basit bir soru: Sizce bu "koruyucu maddeler" barsaklarımızdaki iyi bakteri ve mantarları gıdalarda oluşabilecek kötülerden ayırtedebilme özelliğine sahip midir? Hayır! O koruyucu madde maalesef sadece sermayeyi korumaktadır, onu tüketenleri değil. Raf ömrü uzatılmış her ürün barsaklarınızdaki iyi bakteri ve mantarları onları her tükettiğinizde milyonlarcasını öldürmektedir. Bu yüzden otistik çocukların %85’inden fazlasının sindirim sistemleri sağlıklı çalışmaz.


Bu alanda esas sorun, ‘ahlâk sorunu’ mu acaba?


BAKINIZ, buradaki en önemli sorun zaten ahlak sorunudur. Birileri fire vermemek için gıdalara bu katkıları koymasa, birileri öyle olmadığı halde ürününe doğal etiketini yapıştırmasa, birileri birkaç dolar kâr edeceğim diye sağlıktan tasarruf yapmaya kalkmasa, birileri ucuz ve kolay çıkan boyalar kullanıp bizleri zehirlemese, bibere kiremit tozu, ete soya katılmasa, olmasa, yapmasa, sa, sa, sa....... bu böyle gider. Bu ürünleri üretenlere, satanlara ve bunları denetleyenlere bakınız. Ben çok dikkatli bakınca bir aile fotoğrafı görür gibi oldum. Sizlerin ve okuyucuların da dikkatli bakmalarını öneririm. Yanılıyorsam, lütfen beni uyarınız, yok yere kimsenin günahını almak istemem.


Son olarak, eklemek istediğiniz bir şey var mı?


YURT İÇİ ve yurt dışında verdiğim tüm konferanslarda beni dinlemeye gelenlere söylediğim bir şey var:

Her şeyi olduğu gibi kabullenmeden önce, lütfen sorgulayınız!



LORENZO’NUN YAĞI

SUSAN SARANDON ve Nick Nolte'un oynadığı 'Lorenzo'nun Yağı' adlı film, Lorenzo ile babası Augusto Odone'un hikâyesini tüm dünyaya tanıtmıştı.

İki yıl ömür biçilen Lorenzo, hareketli bir çocukken birdenbire sık sık düşmeye, sağa sola çarpmaya başladı. Lorenzo'nun, körlük, konuşamama ve felçle kendini gösteren genetik hastalık ALD'ye yakalandığı ortaya çıktı. ALD, X-kromozomundaki bir genetik hatadan kaynaklanıyordu. Belirtileri görme ve duyma bozukluklarıyla başlayarak saraya benzer nöbetler, felç ve demansla sürüp, hastaları ölüme götürüyordu.

Her şeye rağmen umudunu yitirmeyen baba Augusto Odone, gecesini gündüzüne katarak aylarca bu hastalığı araştırdı, dünyanın çeşitli yerlerindeki uzmanlarla temasa geçti. Baba, sonunda oğlunu iyileştireceği söylenen ve hastalığa neden olan kandaki uzun zincirli yağ asitleri seviyesini normale indiren bir yağın varlığını keşfetti. Yağ, Lorenzo'nun hastalığını iyileştirmediyse de durdurdu.

Daha sonra, Amerikalı, İtalyan, Belçikalı ve Alman bilim adamlarından oluşan bir ekip 10 yıllık bir çalışmayla, 'Lorenzo'nun yağı'nın yararlı olduğunu saptadı.




OTİZM NEDİR?

RAIN MAN (Yağmur Adam) filmiyle tanınan bir hastalık otizm. Ömür boyu süren beyinsel bir rahatsızlıktır. Sosyal etkileşimde, sosyal iletişimde kullanılan dilde veya sembolik veya hayali oyunda gecikmelerle kendini gösterir. Otizm yaşamın ilk 3 yılında ortaya çıkan bir sendromdur. Kişi gördüklerini, duyduklarını, duyumsadıklarını doğru bir şekilde algılayamaz; bu nedenle sosyal ilişkileri ve davranışlarında ciddi sorunlar vardır. Erkeklerde daha yaygın olarak görülür. Otizm ya kendi başına ya da zeka geriliği, öğrenme güçlüğü, epilepsi gibi diğer gelişimsel bozukluklarla birlikte ortaya çıkabilir. Otizm kelimesinin manası “kendine dönük” demektir.

Belirtileri: Çevresine karşı ilgisizdir. Olaylara ve insanlara tepkisizdir. Genelde tek başınadır. İletişim güçlüğü çeker. Konuşma zorluğu vardır. İnsanlarla temastan kucağa alınmaktan ya da sevilmekten hoşlanmamak. Göz temasının çok az ya da hiç olmaması. Uygunsuz ve sebebsiz gülmek ağlamak. Seslere karşı aşırı duyarlılık ya da duyarsızlık. Objeleri kendi etrafında çevirmek. Sürekli aynı oyunları oynamak. Herşeyin aynı olmasını istemek, değişikliklere aşırı tepki vermek. Aşırı hareketlilik ya da hareketsizlik. Objelere gereksiz yere bağlanmak. Bir sebep olmadan strese girmek, üzüntü duymak. Motor hareket gelişiminde düzensizlik. (Topa vuramaz ama küpleri üst üste dizer) Tekrarlayıcı davranışlar yapar. Anlamsız kelimeleri tekrarlar. Ellerini kollarını çırpar, olduğu yerde sallanır, kendi etrafında döner. Tehlikeye karşı duyarsızlık. Acıya karşı duyarsızlık.
Röp: Ömer Baldık

Sosyal Restorasyon Ne Durumda?







Aylar önceki bir yazımda Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın sosyal restorasyona start verdiğini anlatmıştım. Başbakan Erdoğan’ın, yeniden doğuşu anlatan ‘sosyal restorasyonla’, krizlerin altında ezilmeye çalışılan Türkiye’ nin de artık sosyal restorasyon döneminden geçmesi gerektiğini anlattığının da altını çizerek…

Aradan geçen aylar boyu hiç aklımdan çıkmayan sosyal restorasyonun gerekliliği ve haklılığı konusunu tekrar gündeme getirmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Başbakan Erdoğan’ın da aynı yöne baktığını anlayarak…

AK Parti’ye açılan kapatma davasıyla, sadece sosyal restorasyonun değil, önemli bir çok konunun beklediğini bugün üzülerek görüyorum. Ama, yeniden gündeme geleceğine dair umutları da taşıyarak…

Çünkü, Türkiye’de, ‘farklı insanların” sorunsuzca bir arada yaşayabilmesi, buhranlı günlerde daha önemlidir. Her şeyden önce, dünya üzerindeki bazı güç odaklarının Ülkemizin üzerindeki etkilerini azaltabilmek için, her türlü oluşumları, ülke içindeki farklılıkları, birbirine düşman etmekten geri durmayacaklara inat, sosyal restorasyon daha net olarak gündemimize girmelidir.

Sosyal farklılıkların tümüne, fırsat eşitliğini gerçekleştirmeye yönelik atılacak adımların her birisi tahminimizden çok daha önemlidir. Bugün Başbakan Erdoğan’ın çok önceden startını verdiği sosyal restorasyon sürecini eleştirenler, sosyal restorasyon sürecinin başlamasına geciktirenler, birlik beraberlik içinde yaşayan bir Türkiye özlemini duymayanlardır. Neden böyle bir özlemin duyulmadığını ise anlamakta zorluk çekiyorum.

Yıllardır bireysel ya da başka nedenlerle ülkemizin fırsatlarından yararlanamamış insanların çığlıklarını duyup, bu çığlıklarla mücadele edebilme gücünü kendinde görenlerin eleştirilmekten çok alkışlanması ve desteklenmesi gerekir diye düşünüyorum.

İnatla tekrar söylüyorum, Türkiye için sosyal restorasyon süreci tüm hızıyla devam etmelidir. Farklılıkların tümünü zenginlik olarak görerek, bir arada tutacak olan herkesin bu zorlu yolda elini taşın altına koyabilmesi çok önemlidir. Çünkü, bu süreçte herkese önemli görevler düşmektedir. Özellikle de bu süreci başlatan Başbakan Erdoğan’a…

Toplumumuzu bir arada tutarak, daha güçlü bir ülke olmamızın yolunu açan herkese kolaylıklar diliyorum.

12 Eylül 2008 Cuma

Çocuklarımızın Yüreğinden Geçenler







Ben okulu çok seviyorum aslında ama beni okullar sevmiyordu. Niye sevilmediğimi hiç anlamadım ki. Arkadaşlarım hep sevdi. Ben de onları. Ben evde oturmak istemedim. Arkadaşlarım gibi okula gitmek istedim. Ama gidemedim ki. Gidince de bana yapamayacağım şeyler söylediler. Yapamadım yine sevmediler. Ama ben evde oturmak istemedim hiç.

Okula gidemeyince evde ağladım. Beni götürün dedim ama götüremediler. Çünkü okullar beni sevmedi. Benim orada olmamı istemedi. Ben de hep yaramazlık yaptım. Çünkü evde sıkıldım. Arkadaşlarımla oynamak istedim. Ama beni okullar istemedi. Niye, bilemedim ki? Ben de hep ağladım. Başka ne yapabilirim? Canım sıkıldığında hep ağladım. Çünkü hiç arkadaşım yoktu evde.

Sonra bir gün beni okula götürdüler yine. Korktum. Yine eve gitmekten korktum. Ama beni oturttular sınıfa, arkadaşlarımın yanına. Beni okul sevdi mi? Ne oldu da sevdi? Bilmiyorum ki. Nasıl bileyim ki?

Sonra eve gelince yine korktum. Bir daha okula gitmek için ağladım. Sabah oldu yine okula gittim. Şaşırmıştım. Beni okul sevdi mi?

Sonra sabah oldu yine okula gittim. Oturdum okulda. Arkadaşlarımla oynadım. Mutlu oldum. Hiç okulda ağlamadım. Çünkü arkadaşlarım, öğretmenlerim vardı okulda. Hiç sıkılmadım ki. Okul beni sevdi mi?

Sonra yine okula gittim. Her sabah okula gittim. Hiç ağlamadım ki o zaman. Okulu sevdim ya okul da beni sevdi. Ben hep sevdim okulu, arkadaşlarımı, öğretmenimi, müdürümü. Onlar da beni sevdi. Artık korkmuyorum. Okulumu seviyorum, arkadaşlarımı, öğretmenimi.

Sordum beni sevdiniz mi? Hep sevdik dediler. Şaşırdım. Ama sevmediniz ki önce? Hep sevdik dedi okul bana. Beni seviyor okul. Ben de okulu. Hep mutluyum artık.

Beni neden sevdiniz? Anlattılar bana. Bakan amca istedi seni dediler. Sonra müdür amcalar. Ben de onları istedim. Beni istedikleri için. Sevdim. Ağlamadım, sıkılmadım. Sonra hep okula gittim.




Tüm engelli çocuklarımıza eğitim bayramı yaşatan Milli Eğitim Bakanımız Doç. Dr. Hüseyin Çelik’e, Genel Müdürlerimiz Ruhi Kılıç’a ve İbrahim Er’e en içten sevgilerimizle…

Bizlere uzattığınız ellerinizi hiç unutmayacağız.

ENGELLİLER İÇİN DEVRİM GİBİ GENELGE





ARTIK BİZ DE VARIZ
EMEĞİ GEÇEN HERKESE

TEŞEKKÜRLER



------------------------------------------





Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'le birlikte Gaziantep'te engellilerin eğitimine yönelik verdiği net mesajları, Milli Eğitim Bakanlığı'nın devrim niteliğindeki genelgesi izledi. Artık ilköğretim okullarında temel model, engelli ve sağlıklı öğrencilerin bir arada eğitim göreceği kaynaştırma uygulaması olacak. Çocuklarını okula kaydettiremeyen, kaydettirdiği halde hiçbir şekilde hayatı kolaylaştırıcı teşvikler almayan engelli çocukların aileleri, artık okul kapılarından döndürülmeyecek.

SAHİP ÇIKILIYOR

Bakanlığın Özel Eğitim Rehberlik ve Danışma Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan genelgenin felsefesini, engelli öğrenciye herkesin sahip çıkması oluşturuyor. Bir okulda "kaynaştırma öğrencisi" varsa, bütün okul o öğrenciye sahip çıkmakla yükümlü olacak. Milli Eğitim Bakanlığı Özel Eğitim Rehberlik ve Danışma Hizmetleri Genel Müdürü Ruhi Kılıç "Engellilerin eğitimini onları koruma ya da yardım amaçlı ele almıyoruz. Hak olarak görüyoruz. İnsan hakkı bu. İdare edelim, yazık açıkta kalmasın' düşüncesiyle değil, eğitim sisteminin bir parçası olarak görüyoruz" diyerek yeni dönemin uygulamasını açıkladı.

ÖZEL SINIFLAR

Kılıç, "Engelli çocuk ancak kendi akranlarıyla birlikte olduğu zaman ve diğer normal insanların yanında bulunduğu zaman hayata dair bir şeyler kapabilir. Kendinden daha iyi olan arkadaşlarıyla merdivenden çıkarken, bahçede oynarken, sosyal mekanları paylaşırken öğrenir. Tercih mutlaka kaynaştırmadan yana yapılmalı" dedi.

Öğrencilerin kaynaştırma sınıflarına alınabilmesi için öncelikle rehberlik araştırma merkezlerinden rapor alması gerekiyor. Raporun ardından öğrenciler öncelikle bir eğitime tabi tutuluyor. Yani eğer görme engelliyse kaynaştırma sınıfına girmeden önce mutlaka kabartma yazıyı bilmesi gerekiyor. Kılıç, Her okulda destek eğitim odası olacak. Kabartma daktilo, bilgisayar okuma programı, beden eğitimi için küçük bir ünite olacak" diye konuştu. E-okul kapsamında uygulanan nüfusa dayalı kayıt sistemi, bu genelgeyle uygulanmayacak. Kaynaştırma öğrencileri, okul başarı puanı hesaplamasına esas tutulmayacak.

REFORM TASLAĞININ ÖNEMLi MADDELERi

Sınavlar kaynaştırma öğrencisinin engeline uygun yapılacak.

Yazma sorunu olan sözlü, konuşma sorunu olan yazılı yetenekleriyle sınanacak.

Her iki konuda da sorunu olan çocuklar ise davranışları üzerinden nota tabi tutulacaklar.

Böylece çocuklar öğrenme kapasiteleri diğer normal öğrencilerle aynı olmadığı için, kendileriyle yarışacak.

Sınıf içinde görme engelli bir çocuğun ışık durumunun ne olması gerektiği, hiperaktif çocuğun nereye oturtulması gerektiği ya da işitme engelli çocuğa ne yapılması gerektiği gibi kurallar getiriliyor.

İmge YÜCETÜRK/ANKARA

8 Eylül 2008 Pazartesi

"ÖTEKİLER"







“Bizim çocuklar, öteki çocuklar… “ Bu ifade açık söylenmese bile maalesef bir çok insanın beyninin hep bir taraflarında duruyor. Beyinlerdeki “öteki insanlar” duruşu, çocuklarımızın gerçek taleplerini, haklarını, alması gerekenleri almasında ciddi sıkıntılara yol açıyor. Öteki olmayan çocuklar için yapılan tüm uygulamalar, “yapılması gerekeni” yansıtırken, “öteki çocuklar” için yapılanlar, konuyu kapatma niteliğinden öteye geçemiyor.

Her “öteki çocuk” birisinden bir şey talebinde bulunurken, beyinlerdeki “gerek var mı ki?” duruşlarını yaşamak zorunda kalıyor. Gerek olduğunu anlatmak için verilen ciddi çabaların karşılığı, genellikle yıpranmış yürekler olarak karşımıza çıkıyor. Sokakta gezebilme isteği bile bu duruşla gereksiz olarak karşılanabiliyor. Dahası ne olsun?

Sokakta gezebilmek isteyen her “öteki insan” karşılaştığı her garipsenen bakışla, kendisini kötü bir şey yapmış gibi hissedebiliyor. Dahasını sokağa çıkmamakta buluyor. Çünkü sokağa çıkmadığında sorun da çıkmıyor. Ama yüreğine bunu asla anlatamıyor.

Oysa ki, yaşamın içinde her insanın, öteki olmaktan öte, “bir insan” görülmesi çok mu zor? Farklı yaşantının içinde olmasında ise anlaşılamayacak hiçbir şey yok. Çünkü Allah “Öteki insan” ı öyle yaratmış. Konuşamasa da, yürüyemese de, işitemese de bu “öteki insan” ın kendi isteğiyle yaşantısına girmemiş. Ya böyle doğmuş ya bir gün böyle yaşamak zorunda kalmış…

Elinde olmayan, kendi yaratılmış haliyle yaşama tutunmaya çalışan her bir “öteki”, her an cezalıymış gibi yaşamak zorunda kalıyor. Toplum ona bu durumu uygun gördüğü için, cezalı olmadığını anlatamıyor. Dinlenmediği için, görülmediği için, kimse neler yaşadığını anlamayı seçmiyor. Herkesin anlayacak o kadar işinin arasında galiba “bir insanı” anlamanın yeri yok diye düşünmek gerek. Çünkü her an yaşanan gerçeklerden bahsediyoruz.

Elini kullanamayan, elini kullanamadan yaşamak zorunda kalan bir insanın “elleri olmadan” nasıl yaşayabildiğini kimse düşünmek bile istemiyor. Düşünmek bir tarafa bir insanın elinin olmadığı durumda yaşamak zorunda kaldığı toplumsal sıkıntılarının çözümünü de çözümsüzleştiriyorlar. Bari onu yapmayın demek gerek burada. Görmüyorsunuz bari engel olmayın da ellerinin yerine başka organlarıyla yaşayabilsin insanlar.

Yaratana inat yapılanlar, Yaratana rağmen yapılanlar… tüm bunların özeti bu aslında. Başka söze ne hacet.

Hoşgörü ayı Ramazan’da ağlayan tüm engelliler adına…

6 Eylül 2008 Cumartesi

Küçük Bir uyarı: İçinizdeki Çocuğu Sevmeyin, Büyütün







Genellikle düşünmeden, daha da önemlisi bilmeden konuşan ezberci büyüklerin, biraz duygusallaştıkları zaman ağızlarından çıkan cümle ne kadar doğru? Hep bir ağızdan robot gibi konuşan mini mini büyükler, içimizdeki çocuğu sevmemizi isterler.

İçimizdeki çocuk o kadar sevgisiz kalmıştır ki, sevilmeyi beklemektedir. Sevildikçe boynunu büken ve sevilmenin tadını çıkaran içimizdeki çocuk, hal böyleyken büyümek ister mi? İstemez tabii. Sevilmek iyi gelmiştir. Büyüyüp ne yapsın?

Büyüyemeyen, sadece sevilerek küçücük kalan insanların, yaşamdaki yansımasını bilir misiniz? İsterseniz biraz örneklendirelim.

Almanya'daki Türk koca, karısını köle olarak kullanmaktan hüküm giydi

Almanya’nın Frankfurt kentinde yaşayan A.E.'nin (35) 8 yıl önce evlendiği karısı E.E.'ye (30) yıllarca tecavüz ettiği ortaya çıktı. Öldülürülmekten korkarak yıllarca kocasına ses çıkartamayan E.E, psikolojik tedavi görmeye başladı.


İnsanlar doğar, büyür ve ölür. Bu üç gelişim döneminin ötesi var mı? Doğan insan 1 gün de yaşasa yine aynı değil mi? Ama büyüme sürecinde sadece içindeki çocuğu seven, sevilmesini isteyen mini mini büyükler, büyüdükleri zaman gerçekten ‘büyük’ olmadıkları için bir çocuk edasıyla her türlü kabullenilemez yaşantıyı yaşar ve yaşatırlar. Tıpkı elinden oyuncağını almak istediğimiz çocuk gibi hırçınlaşırlar, oyuna alınmayan bir çocuk gibi küserler, çikolata alınamadığı zaman başkası yerken yiyenin karşısına geçer sadece bakarlar. Bunlar çocuk yaşlarda normaldir. Ya büyüdükten sonra?

Beyne yaşla orantılı olarak hükmedilemediği durumlarda gösterilen şiddetin tek nedeni içindeki çocuğu sevenler değil midir? İçindeki çocuğu büyütemeyen, çocuk kalanlar değil midir? Tabi yaş büyüdükçe basit küsmeler, küçük hırçınlıklar da yerini köleleştirmeye kadar vardırır. Zorla, kabaca, istenmemesine rağmen, kabul görmemesinin bilinmesine rağmen… Ayrıca, çocuk gibi çözümlerle kendince kendisini sevmeye, içindeki çocuğu severek beslemeye çalışan mini mini büyükler her meslekten, her cinsiyetten olabilir.

İçimizdeki çocuk, yaşımız büyüdükçe içimizde kaldıkça, yaşama ait tüm tepkilerimizi, tutumlarımızı da kendisinin bildiği şekilde çözümler. Büyümediği için de, başka türlüsünü bilemez zaten. Karşısındaki büyüğü döver, kızar, saçlarını okşatır sonra yine döver… yemeğini ayağına getirtir, ayaklarını yıkatır, yine saçlarını okşatır… önce küser sonra hırslanıp döver, sesli şiddet yapar, özgürlük alanlarını kısıtlar… Sonra yine saçlarını okşatır. Bu böyle gider.

İçimizdeki çocuk büyümedikçe, kendimizin de büyümeyeceğini bilmeden yaşantıya katılanlar, toplumsal yaşantımızı tümden etkiler. Sokakta, metroda, hastanede, postanede… Evde, mahallede… Her yerde etkiler. Böyle insanların çokluğu huzuru ciddi anlamda bozar. Sayıları o kadar çok ki, bu yüzden hemen her gün bir katliam, tecavüz, şiddet… haberleri okuyoruz. Artarak okuyoruz. Daha da artacağından korkuyoruz.

Bu yazıyı okuyanların içlerindeki çocuğun çoktan büyümüş olduğunu bilmenin rahatlığı ile, içinde çocuk bulunan ve içindeki çocuğun sevilmesini isteyen, sevilmediğinde istenmeyen tepkiler verenleri öncelikle toplumsal huzurumuz için büyütmemiz gerektiğini söylüyorum. Daha ne söyleyeyim? Bunu nasıl yapacağımızı tüm büyüklere bırakarak…

GÜLER YÜZLÜ BİR YAŞAM DİLERİM

5 Eylül 2008 Cuma

Bilge Hoca'dan Dersler







Ne kedisiz ne kitapsız yaşayabilen Bilge Karasu, gözümüzün önünden gitmiş olsa da, anılarıyla yüreklerde yerli yerinde. Kendisi de böyle isterdi.

Yıllar öncesinden aklımda kalanları, çala kalem tuttuğum notlarla pekiştirdiğim tümcelerle birleştirmeye çalıştım. İşte kendince yazı yazmaya çalışanlara Bilge Hoca’nın ilk dersi… Zor demeyin daha ilk dersi…

Meraklısına kolay gelsin.




Ölü dil hariç hiç bir dil olanaklarını tüketemez, dil olanaklar bütünüdür.

Dil sesli göstergeler dizgisidir. Çünkü insanlar önce konuşur sonra ya öğrenir ya öğrenmez.

İm denilen şey, gösterenle, bir gösterilen, bir imleyenle, bir imlenilen şeydir. İşitilen şey, imleyen, göz önüne gelen şey imlenendir. İmler tek başına yetmez, bir dizge oluşturması gerekir. Her im varlığıyla olduğu kadar yok ettikleriyle birlikte anlam kazanır.

Belli bir tümce, bir dilin gerektirdiği her şeyi içinde barındırır. Ama tümcenin yanına tümce gelmesi dilin sınırlarını aşar.

Anlamakta kullandığımız en sağlam ölçüt ‘ben’ dir. Ama iş ‘ben’ le bitmez. Anlam nerede başlar nerede biter buna bakmak gerekir.

Bir metin, inceleme konusu olan sözlerin tümüdür.

İletinin engellenmesi ancak ‘gürültü’ ile olur. Gürültü, iletiyi aksatan dış etkendir.

Dil bilgisi metinleri, dilin kurucu metinleri değil, dilin zaten taşıdığı kurallardır.

Dil bilim bir tümce ile sınırlıdır. Tümcenin bittiği yerde dil bilim biter. Buna karşılık im bilim, tümcelerin eklemlenmesi, anlamın eklemlenmesiyle uğraşır.

Her iletişimde düzgü önemlidir.

Taşırılık, iletilerin anlaşılabilmesine, kavranabilmesine yardım eder.

Hiç birimizin yan anlamı, diğerinin yan anlamıyla çakışmak zorunda değil. İkincil düzlemde anlamlar bile olabilir. Uylaşım içinde olan yan anlamlar da karşımıza çıkabilir. Anlamı kullanım belirler.

Felsefe bir üst dildir.

Her hangi bir üst dili kullanırken, belli bir takım terimlerin karışmamasında yarar vardır.

Örnek okur metnin gerektirdiği okurdur. Okurun metinle işbirliği gerekir. Kitapta yazılmayan bir çok şeyi okur doldurur. Bir anlatıda her şey söylenmez.

Metin delik deşiktir. Biz okur olarak delikleri yamıyoruz. Okur metinle birlikte yürür.

Anlam biricikliklerinin ortaklığına dayanarak metinde eğretileme yapılır.

Sanatsal metinler, anlamın en karmaşık olduğu yerdir.

Dünyayı nasıl kavradığımızı ancak anlatırken kavrarız.

İnsanlar genelde tembeldir, bildikleri şeyi okumak isterler.

Bir metne iyi, kötü diyebilmek için im bilim incelemesi gerekir. Metinler açık ya da kapalı diye ayrılamaz. Ortaya her ikisinin de değillemesi çıkabilir.

Bize bir şeyin varlığının haberini dil verir. Dilde var ki biliyoruz.

Gerçekliği kuran dil değildir, Dil, gerçekliği ortaya koyar. Dünyayı o dilin kavrama şekilleriyle görürüz.

Metnin dünyası, olası bir dünyadır, biz bu olası dünyayı, kendi yaşantımızdan yola çıkarak anlarız.



BİLGE HOCADAN….




“Öleceğimizi bilmeliydik. Bileti üç saat önce aldım.
Durmadan ölümler içinde ufalanır dururdum, öyle kaldım.
Her ölümden sonra daha yoksul, her ölümü daha doğumunda hazırlayarak,
sürükleme içinde, sürüklendiğimi bile bile,
ölümü en kısa gönenç içinde bile beklemek.
Dost ölümdedir. Bileti bir kaç saat önce aldım. Ama dünden beri aldığımı söylüyordum. Ölüm gerek bana. Varsınlar evlensinler. Ölümü ararım ben.
Ayrılık öncesi aksar her zaman. Boş boş bakılır gözlerin içine.
Sırıtılır, el sıkışılır, sigara içilir. Üst üste.
Aynı şeyi yapar dururuz, aynı hareketi, aynıyı yenilemektir elimizden gelen.
İki saat önce yabancılar karıştı aramıza, tren kalkıncaya değin ayrılmadılar. Onlar ayrılmadı, onlar kaldı ben gittim. Yabancıların yanında büsbütün yabancılaştık. Sırıtıldı, el sıkışıldı, sigara içildi. Tiksindim.

Ayrılmadık, ayırdılar. Hepsi sevinç içindeydi.
Kimse kimseyi kıskanmıyordu. Ben kıskandım.
Bahar havasında vagonların penceresi açılır. İçeriye ölüm esiyor.
Yenisi, yenilenecek olanı. Baharın mavisinde ölmeliyim.”

GECE



“Yoldakiler, lastik tabanlı ölüm yükünün altında çiğnenedursun, sokak ya da oda kapımızın önündekiler bizim hızımıza uydurabiliyorlar kendi hızlarını.."


"Nar kentinde bir incir buldum. Narı da inciri de, övmek isterim. Anam her kışın en karanlık noktasında, eve girerken bir nar atardı yere, bütün gücüyle; parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin beti bereketi niyetine... Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki gün sonra, narın patladığı yerden çok uzakta incecik bir çıtırtı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri, o kadar iyiydi. Topladıktan sonra söylerdim anneme, sevinsin diye.."



"Sevi, iki kişinin bir araya gelerek tanıma, betiye sığmaz bir dünyanın yasalarını uydurup uygulamasıdır."



NARLA İNCİRE GAZEL

Aşklarını İspat Ederlerse Evlenecekler







Doğuştan felç olan Adanalı Senem Toklucu (26) ile 16 yıl aradan sonra tesadüfen karşılaşıp nişanlandığı aynı yaştaki çocukluk aşkı Mersinli Serdar Tok, evlenebilmek için ailelerini ikna etmeye çalışıyorlar.

Özel bir şirkette muhasebeci olarak çalışan Serdar Tok ile anne ve babasındaki hücre uyuşmazlığı nedeniyle doğuştan yürüme engeli olmasının yanı sıra vücudu da yeterince gelişmeyen, kolları ve parmakları bir bebek kadar narin ve ince olan Senem Toklucu, aşk hikayelerini anlatırken, sevginin her türlü güçlüğü yeneceğine inandığını söylediler.

Senem Toklucu'ya duyduğu ilginin ilkokul sıralarına dayandığını, onu tekerlekli sandalyede gördüğü ilk günü hiç unutmadığını belirten Serdar Tok, ''okula başladığım ilk yıllarda Senem'in güzel yüzü, bakışı ve masumiyeti benim hep dikkatimi çekmişti. Her çocukta olduğu gibi bende de içten büyüyen bir sevgi başladı. Ancak, ikinci sınıftan sonra Senem'in ailesi taşınıp okuldan ayrılınca onu bir daha göremedim, ama hani ilk aşk unutulmaz derler ya ben ilk aşkımı hiç unutamamıştım'' dedi.

Çocukluk aşkını bir daha göreceğine dair tüm umutlarını kaybetmişken, diş rahatsızlığı için gittiği Mersin'deki bir hastanede, annesiyle karşılaştığını belirten Serdar Tok, şöyle devam etti:

''Annesinden beni Senem'le görüştürmesini istedim. Senem'i görünce çocukluktaki aşkımın devam ettiğini daha iyi anladım. İki yılı geçti nişanlıyız. Ancak, ailelerimiz sanırım bizim sevgimize inanmıyorlar. Biz buna çok üzülüyoruz. Zaman geçtikte birbirimizden bıkabileceğimizi düşünüyorlar. Ama, onlar yanıldıklarını anlayacaklar.''

-''SAÇININ TELİNE DEĞİŞMEM''-

Nişanlısı ile dolaşırken kaldırıma geldiklerinde tekerlekli sandalyesini tek başına kaldıran, yemeğini yediren, suyunu içiren, şefkatle saçını okşayan Serdar Tok, ''Çevremde engeli bulunmayan birbirinden güzel kızlar var, ancak hiç birini Senem'in saçının teline değişmem'' dedi.

Senem Toklucu ise ilkokulu bitirdikten sonra okula devam edemediğini, ne çocukluğunu ne genç kızlığını yaşayabildiğini ancak, hiçbir zaman isyankar olmadığını belirterek, ''Bunun mükafatı olacak ki Allah benim karşıma Serdar gibi bir insanı çıkardı'' dedi.

-''SAĞLIKLI GELİN ONLARIN DA HAKKI''-

Senem Toklucu, nişanlısının ailesinin kendisini istememesinin tamamen tekerlekli sandalyeye mahkum olmasından kaynaklandığını düşündüğünü belirterek, ''nişanlımın ailesi, torunlarını dünyaya getirecek, büyütecek, evinin işlerini yapabilecek gelin istemede haklı ancak, gönlümüze söz geçiremiyoruz. Benim ailem de benim mutlu olmamı istiyor. Ancak, onlar bu evliliğe Serdar'ı sevmedikleri için değil, bir gün aşkımızın bitebileceği endişesiyle karşı çıkıyorlar. Annem bize 'böyle arkadaş kalın' diyor, ama biz birbirimizden hiç ayrılmak istemiyoruz'' diye konuştu.

Fırsat buldukça yürüyüşe çıkan, konsere, tiyatroya giden çift, ''Sevgiyi bulan herkes onu kaybetmemek için bizim gibi mücadele etsin, çünkü, gerçek seven insanın karşısına her zaman çıkmıyor'' dedi.

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...