16 Ekim 2008 Perşembe

Engel Nerede?








Bedende, görüntüde, elde, ayakta, dilde, kulakta… Ne fark eder ki. Engellilik, yaşama ilişkin kendimizden kaynaklanan bir farklılıktır sonuçta. Bu farklılık öyle bir şeydir ki, neredeyse tüm ilişkilerimizi etkiler. Komşumuzla, arkadaşımızla, eşimizle, annemizle… Sürekli birilerinden yardım almak zorunluluğu ilişkilerin de seyrini değiştirir.

Oysa ki, her insan, bir başına yaşayabilmek, istediği anda iletişime girebilmek ister. Yani kendisini, küçük evreninde kendisi istediği gibi var etmek ister. İstediği algıları yaşantısına sokabilmek, istediği değerleri yaşayabilmek… Ancak, yaşama ilişkin sınırlanma durumu 'kendisinden' kaynaklandığında bunu yaşayabilmesi zorlaşır.

Yaşamaya dönük sınırlılıklar ise, tüm ilişkilerinde öndedir. Ellerini kullanamayan bir birey, başkalarının ellerini az da olsa desteğinde görmek durumunda kalır. Yürek acısa da… Bu, her birey için sıkıntılı bir durumu anlatır.

Kimse kimseye bağımlı yaşamaktan mutlu olmaz. Bu durum mutluluk vermez her şeyden önce. Ancak, bu sıkıntılı durum, ellerini kullanamayana ‘el verenlerce’ daha da zorlaşabilir. Bunu yaşamak zorunda kalmanın acısı öyle büyük olur ki.

Özellikle yaşamı daha iyi yaşamaya yönelik hakların talebinde yaşanan yürek acısı daha da büyür. Kırılgan yürekler daha da kırılır, zorlanır. Farklı yaşamak zorunda kalmaya kader denir de, buna kader denir mi? Denmez elbette.

Bu durumunda başlıktaki sorumuza tekrar dönelim: Engel nerede?

Yaşama bakışımızdaki kısıtlılıklar asıl engeli yaratır. Var olan engelle zaten zor olan bir yaşamı daha da zorlaştırır. Bunu yüreklerin anlaması, kabullenmesi zordur.

Engelle doğulabilir, engelli olunabilir ama engel çıkaran bir yaşamda var olmak kolay değildir. Bu zorluğa rağmen yaşamaya çalışmak, üretebilmek ise kendi başına ayrı bir zorluktur. Ama aşılabilir. Daha dimdik durdukça, yaşama daha doğru adımlarla atıldıkça, üretebildikçe…


Yürekleri kendinde olan tüm engellilere selam olsun

15 Ekim 2008 Çarşamba

Katili annesi çıktı


Bir insan bu yavruya nasıl kıyabilir? Üstelik anne...







Henüz 3 yaşındaydı. 4 aydır kayıptı ve polis durmadan onu aradı. Sonra korkunç gerçek ortaya çıktı.


Caylee Marie Anthony henüz 3 yaşındaydı. Geçen temmuz ayında büyükennesi polisi arayarak "Torunumu bir aydan beri göremiyorum" dediğinde, polis hemen harekete geçmişti.

Annesi ile ABD'nin Florida eyaletindeki Orlando kentinde yaşayan küçük Caylee o günden beri kayıp ilan edildi.

Annesi Casey Anthony, polise kızının gerçekten kayıp olduğunu söylerken "Neden bize başvurmadınız" sorusuna, gözyaşlarına boğularak "Çok korktum. Ne yapacağımı bilemedim. Caylee bir haftadır kayıp. İşe giderken onu bakıcısıyla birlikte bıraktım. Döndüğümde ikisi de yoktu. O günden beri kızımı arıyorum" cevabını verdi.

Dört ay boyunca Caylee'yi Florida'nın ve hatta ABD'nin dört bir yanında arayan polis, küçük kızın hiçbir izine rastlayamadı. Cesedi ise hala bulunamadı. Ancak ortaya bir başka gerçek çıktı.

Gözü yaşlı anne Casey'in, gerçek kişiliği hakkında polis ilginç bulgular elde etti ve bir numaralı şüpheli ilan etti.




Orange County Şerifi'nin bürosundan yapılan açıklamaya göre, dün mahkeme önüne çıkarılan cinayet zanlısı anne, küçük kızın cesedi bulunmamış olmasına ve her şeyi inkar etmesine rağmen, birinci derecede cinayetten, mahkemeye yalan beyanda bulunmaktan, hırsızlıktan, dolandırıcılık ve çocuk ihmalinden suçlu bulundu. Cezası, bir sonraki duruşmada kesinleşecek.

Çalıştığını söyleyen Casey Anthony'nin aslında aylardır işsiz olduğu ortaya çıktı. En son çalıştığı işyerinde bir arkadaşının çantasındaki çeki çalıp bozdurduğu anlaşıldı. Komşularına göre, küçük kızına hiçbir zaman bakıcı tutmamış, çocuk çoğunlukla evde yalnız kalıyordu.

9 Ekim 2008 Perşembe

Şehitlik Çocukları




















Haşim ve Furkan. Onlara Afyon’da rastladım. ‘Umut gözlerini’ ışıldattıklarında o kadar tatlıydılar ki. Sürekli gülüyorlardı. Küçük kedi gibi belki de öğretmen olduğumu bilmeden oynaştılar benimle. Öğretmen olduğumu söylediğimde inanmak istemediler. Nedenini anlattılar:

“Sen öğretmen olamazsın. Bizimle oynuyorsun.”

İnandırmamak daha iyi böyle anlarda. Ama aklım takıldı. Ne demek istediler? Öğretmenlerine küçük bir sitem edelim burada.

Haşim 6 yaşında. Henüz okula başlamış. Okulu sevmiş ama dışarısını daha sevimli buluyor belli ki. Çünkü okuldan bahsetmemi istemedi. Okul deyince hemen “bizi güldür” dediğinden belliydi. Haşim’i okul güldürmüyor muydu? Yine aklım takıldı. Sürekli dolanıp gülmek istemesi ve bunu da başarması çok sevimliydi. Ama abisinin daha çok güldüğünü de söyledi hemen. Abisini merak ettim. O’nu okul güldürüyor muydu acaba?

Furkan 10 yaşında. 4. sınıfa gittiğini söyledi. O Haşim kadar olmasa da gülümsüyordu sürekli. Yeni birisiyle tanışmanın mutluluğu vardı üzerinde. Tanımadıkları kişi kendisiyle oynuyordu üstelik. Ama iş biraz soru sormaya gelince keyfi kaçtı Furkan’ın. Benim derslerim iyi değil diyebildi sadece. Neden? Sorusuna cevap vermedi. Yine aklım takıldı. Bu noktada öğretmen olduğuma inanır gibi oldu Furkan ama yine de inanmamak için direniyordu.

Ülkemin güzel çocuklarıydı onlar. Gülerek yaşamaya çalışan ama belki de yaşamın gerçekten güldüremediği çocuklar… Gözleri ışıltılı ama bir o kadar da tedirgindi. Ama arada bir yanlarına gelen yabancılar mutluluk veriyordu belli ki. ‘Adam yerine konmak’ hoşlarına gidiyordu. Eksik kalan yönleri…

Tüm çocuklar gerçekten gülebilmeli. Okullarda gülebilmeli her şeyden önce. Bu kadarı çok görülmemeli. Zaten yaşam büyüdükçe güldürmüyor, küçük yaşları zehir etmemeli.

Son sözleri: “Sen yine gelsene…Bekliyoruz.. Çabuk gel.”

Gelirim minikler. Önce burnunuzu silin bakalım. Hayır kolunuza değil. Sizi gidi yaramazlar. Kaçmayın…

“Yakalayamazsın ki”

8 Ekim 2008 Çarşamba

Kraliçemiz Gitti















O da gitti. Her ölüm gibi onun gidişi de acı verdi. Daha bir kaç gün önce gülümsüyordu. Bayramın tadını çıkartıyordu. Tüm sevenleri yanı başında. Zaten başka ne isterdi? Biz de yanındaydık. Tutmayan elleriyle sarıldı, doyamadı bir daha sarıldı. Hasretlik giderdi belki de. Bir daha dünya gözüyle göremeyeceğini bildiğinden mi ne? Babannem gitti. Bizim kraliçemiz artık göklerde.




GİDENİN ARDINDAN


Yüreklerin solduğu akşamın getirdiklerini, başka yüreklerdeki yansımasında yüreklice gördüğümüzde, gidenin ardından ağlayamayız bile. Gözler açılsam mı açılmasam mı dercesine kısık bakarken…gözlerin görüp görmediği belli bile olmazken…gözler bazen yerinde fazlaymış gibi yerinde dururken… ağlasak ne olur, ağlamasak ne olur?

Gidenin ardından kısık bakışların gideni geri getirmeye yetmeyeceği bilindiğinden, gözleri kıssak ne olur kısmasak ne olur?

Yerli yerinde duran dünyaya ait olanların yerine, gideni koyup koymamakta karasız kalınan anlardır bu anlar. Bu anlarda ağlayamadıktan sonra baksak ne olur bakmasak ne olur? Bakan gözlerle görülemeyenlerin yerine tahayyül bile edilemeyenleri, koysak ne olur koymasak ne olur?

Yüreklerin solmasının yaşamdaki karşılığını iyi bildiğimizden, yüreklerin öyle anlarda yerinde olmasını bilmek bile bir şey ifade etmezken, yüreklice düşünmenin zorluğunu bilmek, sözlerin ardına sığınmakla bir olur. Sözlerin yüreklerden çıkmadığını düşünerek rahatça…

Yüreklerin rafa kalktığı anları, yaşasak ne olur yaşamasak ne olur? Yaşamın yüreklerden aktığını bilmek bile bir şey anlatmadıktan sonra…

Gidenin ardından yaşamı anlayabilmek zordur. “Ne oldu da gitti” cümlesi anlamını yitirir…Yürekler boşlukta süzülüp gider, sessizce…İsyanın kelimesi bile ağır gelir. Böyle anlarda yürek ne yapsın?

Kapıların ardında geçen konuşmaların, boşlukta birer saz sesi gibi gelmesi mi bize bunları söyleten? Yüreklerin olmadığı anlarda söylenen sözlerin anlamsızlığı gibi yitip giden acımasızca sızlayan ….Acısa ne olur acımasa ne olur?

Yaşamın yüreklerde yaşadığını bildiğimden rahatım…Yüreklerin başka yüreklerle bütün olduğunda yaşadığını düşündüğümden rahatım…Yüreklice yürekleri yaşamak istediğimden rahatım…Böyle olmasa ne olur olsa ne olur?

Çiçeklerin kokularının anlamını yitirdiği anlardır bu anlar. Koku hissedilmez olur, burun koklamaz olur, dil susar, yürek susar, arada bir boşlukta saz sesi şeklinde konuşmalar duyulur….Böyle gider.

Tüm göçüp gidenlerin ardındakilere…

Reyhan Gazel

6 Ekim 2008 Pazartesi

Engelli Çocuğa Tecavüz İddiası







İnanamıyorum...

Yazık demekten başka ne gelir elden? Anlayamadığım şey, bir insan!!! 12 yaşındaki engelli bir çocuğa neden böyle bir şey yapar? Üstelik akrabası olan bir çocuğa... Allahın hepimize emanet ettiği bu çocukları, toplumdan önce ailelerinden mi koruyacağız? Aklımı yitirmeden yaşayabilmem ne zor. Her yürekli insan gibi...

İşte Haber

Engelli Çocuğa Tecavüz İddiası

Aydın'ın Çine ilçesinde, bedensel engelli bir çocuğun, akrabası tarafından tecavüze uğradığı iddia edildi.



Çine Emniyet Müdürlüğü'ne giden M.O., bedensel engelli oğlu B.O.'nun (12) 10 gün önce, öğrenim gördüğü Yenimahalle'deki özel rehabilitasyon merkezi çıkışında akrabaları M.A. tarafından Antalya'ya kaçırılarak tecavüz edildiğini ileri sürdü ve bu kişiden şikayetçi oldu.

Şikayet üzerine gözaltına alınan M.A. (23), sorgusunda, rehabilitasyon merkezinden çıkışta B.O.'yu alarak otobüsle Antalya'ya götürdüğünü, bir yetiştirme yurdunda 2 gün kaldıktan sonra Çine'ye dönerek evine bıraktığını söyledi.

B.O.'nun, Çine Devlet Hastanesi'nde yapılan muayenesinde, tecavüze uğradığının belirlendiği belirtildi.

Emniyetteki işlemleri tamamlanan M.A., sevkedildiği mahkemede tutuklanarak cezaevine gönderildi.

AA

4 Ekim 2008 Cumartesi

O ŞİMDİ ŞEHİT


























- Astsubay Çavuş Hasan Önal (Eskişehir)

- Uzman Çavuş Cahit Yıldırım (Erzurum)

- Uzman Çavuş Selçuk Can (Osmaniye)

- Uzman Çavuş Hasan Aygör (Kırıkkale)

- Uzman Çavuş Onur Ilgin (Adana)

- Uzman Onbaşı Bahattin Erturhan (Sivas)

- Uzman Onbaşı Rasim Eser (Mersin)

- Çavuş İlhan Küçükksolak (Kocaeli)

- Onbaşı Muhammet Aydemir (Artvin)

- Er Hakkı Aran (Diyarbakır)

- Er Davut İlbaş (Siirt)

- Oktay Karakelle (Bayburt)

- Er Çağlar Mengü (İstanbul)

- Er Ramazan Yeşil (Antalya)

- Er Halil İbrahim Arılık (Denizli)


“O şimdi asker” demek isterdik. Diyemeyiz. Gözü dönmüşlerin mesaisi vardı yine. Aldılar canları. Nereye kadar?

Şimdi onlar gökyüzünden bizleri izliyor.

Yavrularının, eşlerinin, dostlarının, sevdiklerinin ve tüm ülkenin yüreği ezik.

Nur içinde yatsınlar.

OBAMA GELİYOR







Amerikan tarihinde önemli bir gün; 29 Eylül 2008. Bu tarih sadece, Wall Street’in bir trilyon dolarlık zararla kapandığı ekonomik kriz durumunu değil, başkanlık seçimlerinin sonuçlarını da doğrudan etkileyebilecek bir dönüşümün tarihi.


Bu tarih 2 ay ertelenebilir miydi? Evet ertelenebilirdi. Ama ertelenmedi. Bu durumun nedeni bir tarafa, sonuçlarını düşünmek gerek.


ABD Başkanlık yarışında, Cumhuriyetçi aday John McCain ile Demokrat aday Barack Obama’nın 29 Eylül 2008 tarihine kadar neredeyse başa baş giden rekabeti, piyasaların denetimine sıcak bakan B. Obama’ya avantaj getirdi.


700 milyar dolarlık batan şirketlere ekonomik yardım tasarısı, Cumhuriyetçilerin ve Demokratların bir kısmı tarafından serbest piyasa ekonomisinden geri dönüş ve devlet sosyalizmine yeni bir açılım olarak kongre zabıtlarına geçti.


ABD orta sınıf halkına ek yükler de getiren bu tasarı daha sonra yapılan düzenleme ile, orta sınıfa destek ve küçük ve orta ölçekli işletmecilere nefes aldırtan ek maddelerle 850 milyar dolara çıkartıldı.


Yapılan değişikliklerle ikinci oylamada kabul edilen bu tasarı, Cumhuriyetçilerin ekonomi politikalarının iflası ve orta sınıf halkın Cumhuriyetçilerin döneminde fakirleştiğinin de belgesi oldu.


Başkanlık yarışına girdiğinden beri Cumhuriyetçilerin uyguladıkları ekonomi politikalarını eleştiren Obama ve Partisi, yaşanan ekonomik kriz ve oylanan tasarı ile bulunmaz bir fırsat elde etti.


Bu fırsat, ABD’yi yöneten finansal güçler ve karar vericiler tarafından Obama’ya verilen altın bir fırsat mıydı? Bunu gelecek gösterecektir. Ancak görülen o ki, eğer seçime kadar Cumhuriyetçi tarafı tutan karar vericiler, ABD’nin varlığını dünya çapında tehdit eden bir kanıt ortaya koyamazlarsa seçimin galibi şimdiden belli.


Son söz, dünya çok hızlı değişiyor. 1980’ lerde serbest piyasanın sınırsızlığının gerekliliği, küreselleşmeyle birlikte hızlı para akışının her ülkede hissedilmesi ile küreselleşmenin ön görülmesi gereken sıkıntılarının görülememesi ile yaşanan ekonomik kriz, bugün en büyük sonuçtur. Değişimin yönünü zamanında ön göremeyen, görebildikten sonra zamanında tedbir alamayan ülkeler, değişimin içinde yer alamadıkça bu tür krizleri her an kapılarında bulurlar.


Bu nedenledir ki bugün, serbest piyasaya denetim fikri önemli hale gelmektedir. Çünkü, sınırsızlık bir süre sonra başka aktörleri aktif hale getirmektedir.


Bu analiz, ekonomi kavramlarının bilinmesiyle ve gündem takibiyle yapılan bir durum tespitidir.

Halk Kimi İster?








Türkiye Ramazan Bayramı’nın ardından yoğun seçim gündemine hazırlanıyor. Yerel seçimlere birkaç ay kalsa da, sanki yarın seçim olacakmış gibi tüm siyasi partiler istedikleri oyu alabilmek için çalışıyor.

Yerel seçimler genel seçimlerden oldukça farklıdır. Her siyasi parti kendince her yerel bölgeye özgü, sevilen, istenen adayları bulma telaşında. Çünkü halk genel seçimlerde olduğu gibi çoğunlukla ismini bilmediği kişiye/kişilere değil, doğrudan belli bir isme de oy kullanacak. Belirlenmiş isimle aday olduğu siyasi partinin genel politikasının arasındaki uyumluluğa da dikkat kesilecek.

Tüm bunların ötesinde küçük bir analiz yapmak istiyorum. Bu analiz, bölgelerin değişebilirliği bir tarafa, genel olarak halkın kimleri yanında, arkasında, önünde görmek isteyeceğini anlatan bir analizdir.

Öncelikle halk becerisi olanı ister. Bu kişi, öncelikle geçmişten tanıdığı, sınırlarını bildiği, mümkünse sevebildiği kişi olmalıdır. Tanımadan kasıt, illaki aynı sokakta büyümüş olunması değildir. Geçmişte yaptıklarından bir şekilde tanınması da yeterlidir. Geçmiş insanın peşini bırakmaz. Sadece biz geçtiğini düşünürüz. Ama böyle durumlarda ansızın ortaya çıkabilir. Becerisini bir şekilde göstermiş, beceriye ilişkin sıkıntısı bulunmayan kişiler makbul kişilerdir.

Becerisini bir şekilde gösterebilmiş, anlatabilmiş kişilerin aynı zamanda aday olduğu bölge halkı için ulaşılabilir olması da önemlidir. Herkes istediği an ulaşılabilecek olanları tercih eder. Halktan uzak kişiler, çok sevilse de, beğenilse de tercih edilmez. Bu kişi, doğrudan tanıdıkları kişi de olabilir, çok ünlü bir kişi de. Fark etmez. Halk, böylece kendisini icraata yakın hissedip mutlu olur ve bu kişilerin önünde olmasını ister.

Becerisi olan ve ulaşılabilirliğinde sorun görünmeyen kişilerin aynı zamanda kendinden çok hizmet götürme vaadinde bulunacağı halk için çalışabilecek nitelikte olması gerekir. Yine geçmişe atıfta bulunursak, geçmişinde sadece kendisini düşünmüş, becerisini ve ulaşılabilirliğini bu şekilde göstermiş kişilerin pek de şansı görünmez. Halk bıyık altı gülerek başkasına döner. Ama son ana kadar da oyunun rengini belli etmez, hatta yalan bile söyleyebilir. Çünkü hasbelkader seçilirse, öylelerinin hıncının büyük olduğunu iyi bilir.

Becerisi olan, ulaşılabilirliği bulunan, halka hizmeti öncelikle düşünen kişinin kendisine özeni de önemlidir. Temiz giyimli, bakımlı, ama abartısız kişiler tercih edilir. Görüntüsünü, sadece görüntüyle işi kurtarmak için kullananlar sevilmez. Sade ve temiz bir görüntü için sonradan yapılabilecek bir şey yoktur. Çünkü kişi, bu giyim ve yaşam tarzını istese de değiştiremez. Değiştirmeye kalkarsa şansı da doğrudan ortadan kalkar. Çünkü komik olur.

Becerikli, ulaşılabilirliği olan, geçmişten beri halkı için çalışan ve temiz giyinen bir kişinin aynı zamanda, yapabileceklerini halka doğru anlatması ve yapamayacaklarını da nedenleriyle belirtmesi çok önemlidir. Yani dürüstlüğü… Örneğin Ankara’ya deniz gelemez… Komik bir örnek gibi durabilir ama yaşanmış daha komik örnekler eminim çoktur. Dürüstlüğünü doğru ve halkın net anlayabildiği dille iletebilme, iyi bir iletişim becerisi de başka önemli bir konudur.

İletişimi güçlü, becerisi geçmişte kanıtlanmış, ulaşılabilirliği bilinen, temiz giysili kişilerin aile yaşantıları da çok önemlidir. Ailesine eziyet eden kişi halkına neler yapmaz ki. Halk da ailesi gibi sahiplenilmek ister. Bunu öncelik olarak ortaya koyar.

Özü sözü doğru kişiler halkın sevdiği kişilerdendir. Yalanla hiçbir yüreğe girilmez. Girilir gibi olsa da ansızın yalan ortaya çıkar. Bu da partiler için ciddi risktir. Güvenilirlik açısından, başka seçimlere referans açısından…

Halk baba, anne şefkati bekler. Çünkü beklenti çoktur. En sıkıntılı anlarda yanlarında görmek isterler. Bu nedenle duruş çok önemlidir. Bu duruş, istenmeyen şeyler yapılması durumunda bile işe yarar. Çünkü ne de olsa anne, baba gibi en güvendiğimiz kişiler bile bazen istemediğimiz şeyleri yaparlar ve onlara kızamayız. Çünkü niyet doğrudur. İşin içinde sevgi vardır.

Bayanlar için durum biraz daha farklıdır. Çünkü halk, hem karşısında gerçek bayan hem de bazen erkek gibi olabilenleri tercih eder. Haksızlık durumunda bayan kararlılığı ile en önde gidilmesini ister. Süslüyü de pek sevmez. Çünkü süslü olmak halktan uzaklaştırır. Vaktinin çoğunu süslenmek için harcayanları beceri bakımından eksik görür.

Atanmışlıkla seçilmişlik arasındaki fark da halk tarafından iyi bilinir. Yani, bir bölgeye atanmış bir memur ya da başka bir görevli atandığı iş için cazip görülürken, iş seçmeye gelince seçmeyebilir. Çünkü atanmış kişiye yapabilecekleri bir şey yoktur. Birileri bu görevi o kişiye vermiştir ama söz sırası halka gelince, o kişinin atandığı görevde seviyormuş gibi davransalar da, seçmezler. Çünkü artık kendi kriterleri geçerlidir. Bir de atanmış kişilerin dışardan belli olmasa da sevmeyenleri çok olabilir. Risklidir.

Seçilecek kişilerin güçleri de çok önemlidir. Bu güç, bazen para olurken, bazen de kişisel güçleri olabilir. Çevreleri, başarıları, uyumluluğu, aklı, ailesi… Ama zaten yukarıdaki özellikler bir kişide toplanıyorsa, o kişi halkın gözünde güçlüdür. Ve halk güçlüyü sever. Bu güç, makamdan alınan güç değil, kişinin kendinden aldığı güçtür. Kendinde olanlardan… Ama burada sınır önemlidir. Aşırı güç de sevilmeyi, istenmeyi engeller. Çünkü o zaman ulaşılabilirlik ilkesi kendiğinden yok olur. Halk çekindiği, korktuğu kişileri istemez. Özetle oyunu verir gibi yapar ama vermez.


Siyasi partiler açısından bakarsak, parti politikasıyla uyumlu adayları tercih etmeleri normaldir. Bu şekilde sadece o kişinin alacağı oyu değil, kendi politikalarına da alacakları oyları hesaba katarlar. Yani iki yoldan da oy alabilmeleri önemlidir. Kendi tabanlarından, seçilmesini istedikleri kişinin kendi oy hesabından… Örneğin parti politikasıyla ters görüntüsü olan kişi ortaya aday olarak çıkartılmaz. Çünkü yerel seçimlerde doğrudan seçilmesi istenen kişi öndedir. Partiyi temsil eden o kişidir. Halkın bir bölümünün sevmesi, istemesi de aday olan kişinin yapacağı en küçük bir hatayla oyları düşebileceği için o riske giremezler. Kendi tabanlarına zıt kişileri aday göstermek istememelerinin altında yatan neden budur. Haklı bir nedendir. Sadece kişiye bağlı bir çalışma risklidir. Bu nedenle aday ile partinin uyumluluğu önemlidir.


DEVAM EDECEK…

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...