23 Nisan 2008 Çarşamba

Prof. Dr. Selahattin Şenol ( 1959....) Nur İçinde Yat!


Prof. Dr. Selahattin Şenol ( 1959--…)


YAVRULARIMIZIN BOYNU BÜKÜK KALDI


Bugün 23 Nisan neşe doluyor insan…Demek isterdim tüm çocuklar için, bizler için… Ama diyemem. Acı haberle yıkılmış yüreklerimiz sessiz, durgun, çaresiz…Çocuklarından sıkıntı yaşayan tüm ailelerin, çocuklarımızın boynu bükük…Her ölüm acıdır ama çocuklara güzel bir yaşam için didinenlerin ölümü… Diyecek söz bulamıyorum. Üstelik daha çok çocuğu mutlu edecekken….Hepimizin başı sağolsun.

Selahattin Şenol hocamızı tanıyan tüm insanlar, eminim benimle aynı duyguları yaşıyorlar. En kötü anlarımızda çaresizce koştuğumuz, yanından ayrılırken yaşama daha sıkı sarıldığımız hocamızdı. Kurtarıcıydı. Aklımızı netleştiren, daha güzel, sıkıntısız bir yaşamın formüllerini bizlerle paylaşan, çocuklarımızı daha iyi anlamamızı sağlayan…

Oğlumdan dolayı tanıma şansım oldu hocamızı. Yanına ilk gittiğimizde yaşamdan, her şeyden umudumu yitirdiğim bir gündü. Engelli olan oğlumla nasıl baş edeceğimi, ayakta nasıl güçlü kalacağımı, evimizi nasıl yaşanılır bir ortama dönüştüreceğimi bilmiyordum, düşünemiyordum. Kısaca geleceğe ilişkin umutlarımı kaybettiğim bir andı.Güler yüzü, sımsıcak konuşması, “bir bilen tavrı…” bir anda sardı her yanımı. Birkaç dakika sonra durumumuza hekim ciddiyetinde, baba sıcaklığında deyim yerindeyse el koydu.

“ Böyle bir çocuğa göre oldukça güçlüsün, tebrik ediyorum” deyişi kulaklarımdan yıllarca gitmedi. O küçücük cümle belki de sonrasında yaşadığım her şeyde beni güçlü kıldı. Hep kulaklarımda o cümleyle, oğlum için söyledikleriyle, daha güçlü kalmayı hep bildim. Daha bir sürü yaşantımıza ilişkin sihirli cümle… Tüm ailelerin yaşantısına, tüm sıkıntılı çocuklara…Aklıma takılan her soruda telefonda da olsa yanımızdaymış gibi sorunlarımıza ortak oldu. Daha ne diyim.

Engellilerimizin okullardaki engelleri için düzenlediğimiz çalıştayda da bizimle oldu, çocuklarımıza, ailelere son sözlerini söyledi.

Önümüzdeki hafta tekrar gitmem gerekiyordu yanına. Ek sıkıntılarımızın çözümü isteyecektim. Ama artık onun bize ihtiyacı olduğunu biliyorum. Bizim dualarımıza, bizim güzel sözlerimize, temiz duygularla onu anmamıza…Nur içinde yat Selahattin Hoca. Gittiğin yerdeki çocuklara eminim iyi bakacaksın.

Reyhan Gazel

22 Nisan 2008 Salı

Dinleyenler Dinlemeyenlere Anlatsın





“Sade vatandaş” ile “sade olmayan vatandaş”ı birbirinden ayıran ölçüt bulundu: Telefon dinlenmesi…

Bugünlerde telefonlarının dinlendiğini düşünenlerin sayısı arttıkça artıyor. Yoksa, “sade vatandaş” sayısı mı azalıyor? Yaşamın kendilerine sundukları ile yetinmeyenler, yaşamdan beklediği ilgiyi göremeyenler, yaşamın oldukça içinde, hatta derinlerinde bir yerlerdeymiş gibi davranabilmenin kolaylığını bulmuşlar galiba. Bu buluş o kadar basit bir oyun ki aslında, telefonunun dinlendiğini söyle gerisine karışma…Nasıl olsa gerisi kendiliğinden gelir, yaşamın içinde beklenilenlere kavuşulur, ilgi, itibar görülür… Oysa bu kadar kolay mı?

Telefon dinlenmesinin kolay olduğunu söyleyenler hiç de az sayıda değil. Biraz paranoyak olsam: “Herkes birbirini dinliyor” diyeceğim. Ama telefon dinleme kolaylığını ifade edenlerin, itibar görme merakından söylediğini bildiğimden, başvurdukları küçük hileyi anlamamak mümkün değil. Çevremde nerdeyse herkes telefonunun dinlendiğini söylüyor. Hatta kimisi gururla söylüyor. Ne komik. “Benim telefonum dinleniyor ya seninki…”

“Bilmem… hiç dinleyene rastlamadım, görürsem söylerim.” Hatta geçen sokakta yürürken bile birilerinin konuşmasını şaşırarak, istemeden! dinledim. “Ya, geçen benim telefonumu dinlerlerken sesleri duydum.” “Hiç sorma benim de öyle oldu...” gibi birkaç garip cümle ediyorlardı. Aslında garip cümlelerin satır araları çok şey anlatıyordu.

“Ben önemli bir adamım...”

“Ben de...”

Devamına gerek var mı?

Herkes önemli olmak isteyebilir, bunu anlamak kolay, ancak, telefon dinlenmeye indirgenmesini anlamak kolay değil. İnsanların günlük yaşamlarına dinlendiklerini düşündükleri telefonlarını sokmaları garip. Önemli insan gibi görünmenin kolay yolu bulunmuş galiba.

Ülke için, toplum için, önemli, riskli işleri yürütmek durumunda olanların, bilgiye kolay ulaşacağı düşünülenlerin, bilgileri çarpıtma ihtimali olanların… bulundukları statüleri taşıyabilmeleri, ulaşabilmeleri epeyce emek ister. Eminim bu durumlarda olanlar için telefonlarının dinlenmesi itibar değil, sıkıntı getiriyordur. “Sade olmayan vatandaşlığa” özenenlerin, itibarı “sadelikten çıkışa” bağlayanların sonları hayrolsun. Daha ne diyelim.


Reyhan Gazel

19 Nisan 2008 Cumartesi

Dönülmez Akşamı Döndürmek





Ne gözlerimiz ne yüreklerimiz olması gerektiği yerde değilken, olması gereken yeri bile bilemezken, akşam, sabah, gece, gündüz gelse ne olur ? Küçük evrenler kendi kendine döndükçe, kendini sürekli tekrar ettikçe, sabah olmuş, akşam olmuş kaç yazar?

Yürekler kendini göremedikçe, koca evreni gördüğü yalanı etrafta dolanıyor. Dolanırken kendisini de dolayan cinsten…

Kendine ulaşamayan, yüreğini bilemeyen, kendinde olmayanlara, koca evren kendisini gösterip ne yapsın? En büyük güzellik olan yürekler unutulmuşken anlamı olur mu? “Olmaz” diyorsanız devamını okuyun.

Kuşlar, böcekler, çiçekler derken, koca evrenin büyük kurgusunu göremeyenlere söyleyeceklerim var:

“ Yaşamın içine indikçe derinleşen, inemedikçe yaşamı görmeyi engelleyen yürek susamış. Sevgiye, ilgiye, mutluluğa…Güzel olan her şeye… Güzelle beslenen yürek, güzele hasret kalmış. Çiçeklere, böceklere, kuşlara…Evrenin her tadına…Mutluluğa hasret umuda…Umutların yeşerdiği anlara… Nazikçe donatılan her zerreye…Yerli yerinde olan her cümleye… “

Yaşamın güzelliklerinden büyük bir keyifle bahsedenlerin yüreklerini unuttuklarını bilmek büyük acı. Yüreğin kendisi için büyük acı.

Yüreğin unutulduğu yaşamda, ne acının, ne umudun, ne mutluluğun tadının yerinde olduğu bilmeyenler için söylüyorum.

“Kendi yalancı mutluluğu için başka yürekleri yok sayanlar, başka yüreklerin susuzluğunu görmezden gelenler, kendi mutluluğunu başkalarının mutsuzluğuna dayayanlar… Önce kendi yüreğinizden başlayın. Gerisi gelir. Kendi yüreğiniz gerçek mutluluğu yakaladığında başka yürekler için de yol verecektir. Rahatça üstelik. “

Yürekler yerli yerinde, kendinde, kendi ellerimizde olduğunda yaşam başka bir gözle yaşanır. Deneyin…

Mutluluğa hasret yürekler için…

Reyhan Gazel

15 Nisan 2008 Salı

Güllerin İçinden





Karakışta olduğu kadar güzün de gülleri düşünmek bir başkadır. Yapraklar dökülürken, gökyüzü yeryüzüne “yaklaşsam mı?” diye sorarken ne güzeldir güllerin yürekteki yansıması. Bilirim. Yeryüzünde gül yokken düşünerek mutlu olmayı…

Düşüncede var olan bir gülün yürekteki yansıması, o kadar incedendir ki…Küçük evrenleri sıcacık yapan… karakışı unutturan cinsten adeta. Yüreklere baharı getiren…Bir gülü düşünmek bile yeter tüm bunlar için. Gülün her şeye gülümseyen yüzü evreni ısıtırken, güller yaptığı büyüklükten habersiz öylece yerinde durur.

Bir gülü düşünmek…Düşüncede bir gül var etmek…Gülü yürekte var sayarak yaşamaya çalışmak… Her gülde yaşamı görmek…

Karakışta bile gülü düşünmekten ötesi olabilir mi? Mutlulukla, huzurla, kendinden emin, rahatça… Küçük bir gülün koca doğada yapayalnız huzurlu bakışını anlatır gibi…Tüm evrene bir başına karşı koyar gibi… düşünmeyi deneyin…

Bahar geldiğinden her yer yenilenirken, gül yürekten öte, gözlerimizde de açmaya başlar. Gözümüzün gördüğü her yerde. Her an yanı başımızda. Görebildiğimizde tabii. Gözlerin gülleri bile görememesi ne zordur…

Kırılma, üzülme, zorlama, görebilenlerle yoldaş, göremeyenlerle arkadaş…Gerisi…Dahası …Yok.


Usulca eğilip:

“ Ey küçük yürek! Ey koca beden! Ne bekliyorsun dahası için. Dahası yok, olmayacak. Görebilmek için yüreklice yaşamak gerek her daim. Yüreği yerinde olmayanlara inat, daha bir inat, yaşamak gerek. Küçük yüreklerdeki koca evren, küçük evrendeki koca yürek…ne duruyorsun daha…Beni gör artık, her yerde, her şeyde…”

Diyen küçük bir güle kim ne diyebilir ki. Karşı durulur mu bu güzel sözlere…Yaşama güllerle katılmak için… İsteyenlere tabii…

Reyhan Gazel

10 Nisan 2008 Perşembe

Cinleştiren Türküler





“Bir türküdür yaşamak!” derler ya…Ne de güzel anlatırlar koca dünyayı. Bazen yaşanılası gelmeyen, bazen yaşantıda var eden, hüznü, sevinci, acıyı, mutluluğu….Ne de olsa türküdür; yaşamak. Her dem her keder onda, her an, her saniye…Durmadan akan kanın her zerresinde kendini bulan, derinlerden küçük bir selam vererek inatla koşmaya devam eden…

Saflıkların arada bir göründüğü, cinlerin tepiştiği koca dünyanın içinde, sessiz, kuytuda, bir o kadar darda bulunmanın güzelliğini görebilmek ne güzeldir. Darda, genişçe durabilmek ancak yaşandığında tad verirken, göremeyenlere usulca yanaşıp “bak” diyebilmenin tadı da.

Cinleştiren dünya türküleri, insanı insanda buldurmaya devam ederken, türkülerin de tadı kaçar. Hüznün tadı, acının tadı, sevincin tadı… derinlerden hissedilmeyen tatların yaşamda yeri oldukça sıradan dururken, yaşarken var olmak, acıyla var olabilmek…Keyiftir tadabilene…

Türkülerin bile cinlikte sıralamaya girebilmesi son noktadır. Türkülerde cinliklerin aranmaya başlanması son noktanın da ötesidir. Yaşamın oldukça içinden çıkan türküler cinleşirken, yaşam ne durumdadır? diye sormanın bile anlamı kalır mı?

Yüreklerin dumanlaşan yerlerinde gizli kalmış türküler, bulutlara kadar çıkmak için and içerken, kendini kaybetmesinin yaşamdaki karşılığını bilir misiniz? Düşünebilir misiniz?

Düşünenler düşünmeyenlere anlatmasın. İşe yaramaz nasıl olsa. Ama düşünenler, düşündüklerini yaşasın. Üstelik yaşayabildiği kadar…Ötesini düşünmeden. Ötesinden öte, anı yaşarken, yüreklerin içine konarken, ister cinleşerek, ister cinleşemeden… fark etmez.

Kaybolmuş insan yaşamlarını yine insanda bulmaya çalışırken, türkülerin bile yaşamda sıradanlaşması bana bunları yazdırttı... Yaşamı yansıtan türkülerin bugünü korkuttu…Son söz; Neşet Ertaş ‘la “ağla sazım” diyelim mi ?…


Bu ayrılık sana da mı kar etti
Ağla sazım ağlanacak zamandır
Bu hasretlik her günümü zay etti
Ağla sazım ağlanacak zamandır

Zalım felek çilesini doyurdu
Terkettirdi bana sılayı yurdu
Çetindir çekilmez ayrılık derdi
Ağla sazım ağlanacak zamandır

Soldu gönlümdeki al yeşil bağlar
Hasret ateş olmuş yüreğim dağlar
Her nerde gördüysem garipler ağlar
Ağla sazım ağlanacak zamandır

Reyhan Gazel

2 Nisan 2008 Çarşamba

Yüreğimdeki Kuş





Akıp giden zamanda mutsuzluğun, acıların kendisini yok etmeye başladığı anlarda, yüreğime bir kuş konar. Bu kuş yüreğimin içine o kadar narin konar ki, yük olmak bir tarafa yüreğimin yükünü kendi sırtına alır. Küçücük bir kuş, yüreklice yaşamı kendi sırtına alacak kadar büyür gözümde.

Yüreğim ağırlaşınca, kuşun kanatları da daha hızlı çırpmaya başlar. Ferahlatmak için, kendine getirmek için…Çırparken küçücük kanatlardan o kadar büyük bir rüzgar çıkar ki, yüreğim kendine gelmeye başlar.

Yüreğim dayanıklıdır çoğu zaman, kuşa gerek duymaz. Yine de kuşu kendi üzerinde tutmayı yeğler. Kaybolmaması için, her an göz önünde tutarak…Onun da yaralı olduğunu gördüğünden…

Yaralı yüreğim, yaralı bir kuşu sever. Yaralılar birbirini rahatlatabilir…Yan yana, koyun koyuna…Yaralı olmanın ne olduğunu bildiğinden kuş tekrar celallenir…Daha hızlı daha hızlı çırpar kanatlarını… Ama o kadar halsizdir ki küçük kanatları, yüreğim bile bazen kıpırdatamaz.

Yüreğimin kuşun kanatlarını halsizlikten kurtarmak için, zor olsa da yerinden kalkması beynimi yerinden oynatır. Beynim yüreğimin dinlenmesi gerektiğini bildiğinden kızar. “ Rahat dur! her yaralı kuşu iyileştirmek zorunda değilsin” Ama yüreğim dinlemez. Çünkü o kuş da yaralıdır, yüreğim gibi. Kol kola, birbirlerini ayakta tutabilmek için and içmişlerdir. Kim daha iyiyse ötekinin kolundan tutar. Bu böyle gider beynime rağmen.

Yüreğim yüreğinde kuş olmayanları hiç anlayamaz. Kuşun küçük kanatlarına gerek duymayanları “yürekli” saymaz. Kuşun yüreğime katkısını bilir, “böyle yaşamak ‘yürekli’ bir yaşamdır” der. Kuş da bunun farkındadır. Bu nedenle kıymetini bilmeyen “yüreklerden” uzak durur, yaklaşmaz. Kırılgan olduğundan…daha da kırılmamak için…

Yüreğim beynime rağmen kendini bir şekilde ayakta tutar. Bazen kuşu “kuş” un kendisi için iyileştirerek, bazen kuş, yüreğimi ”yüreğim” olduğu için iyileştirerek… Böyle bir döngü vardır içimde… Hep de var olacak bir döngü…Zaman aktıkça…

Beynime “gel bizimle birlikte ol ” derler her ikisi de. Beynim ikisini de sevmeye başlamıştır, çaresizce… Ayıramayacağını bildiğinden, yaşadığından… Bir gün büyük bir sürprizle yanlarına gider ve “ Artık hiç ayrılmayalım. Beni de alın” demek ister gibi, sessizce gülümser. Mutlu son ya da başlangıç…

Yüreğinde küçük bir kuşu daima bulunduranlara…

Reyhan Gazel

Yüreklerin Solduğu Akşam





Yüreğin solduğu akşam neler yaşanır düşündünüz mü? Dil susar, gözler bakar ama görmez, zaman duramaz, kalp çarpırtı içinde, isyanda… eller sımsıkı kenetli, kalabalık içinde yalnızlık….

Dillerin susması uzun sürmez, birden zamanın aktığı ve geri getirmediği anların hatıralara gelmesi ile dilin isyanı da başlar. Kalp çarpırtısı iyice hızlanır, eller daha bir sıkılır, kalabalık içinde yalnızlık daha da artar, gözler görmeye başlar ne gördüğünü bilemeden, zaman hala durmuyor…

Bağırtılar birbirini kovalar dil açıldıkça, gözler telaşa kapılır daha uzağı görmek için, kalp çarpıntıdan öte yerinden çıkacak kadar darda çırpınır, eller yumruk durumunda morarmış, yalnızlık yerine birlik, beraberlik, zaman hala durmuyor…

Yüreklerin isyanı dilleri sararak ilerlerken ötelere, kalp yorulur iyice, eller renk değiştirip kasıldıkça, gözlerden yaşlar da dökülür bir taraftan, zamanın hala durmadığını bildiğinden…

Yürek acısı bu, yorgunluğu bu, solan yüreğin ardından yakarış bu, zaman dinler mi kimseyi? Yalnızlık yerini kalabalıklara bırakırken kalp bitiktir artık, yürek yanık, solmuş yüreğin ardından.

Solan yürek, solmadan hemen önce canlıdır, diridir, kalp rahattır, eller olması gereken renkte… Solunca yürek yerine gelmeyen tüm istekler kalmıştır ardında, yanı başında, yüreğinin kapalı bölümünde, eller arasında….Gözler… ya gözler… görüyor her bir yanı hep göreceği savıyla. Solunca yürek biter tüm yaşanmışlar, yaşanacaklar, yaşanılması beklenenler, hemen ardından. Zaman hala durmuyor, durmayacak.

Beklenen her neyse geridedir, zamanın geride bıraktığı yerde. Ardından diğer yürekleri solduracağını bilemeden…Gözlerin göremeyeceğini göremeden, ellerin eskisi gibi olamayacağını düşünemeden…Beklenenleri ardında bıraktığını anlayamadan…Zaman hala durmuyor, durmayacak, durmadı da.

Zaman durmasa da gerideki yürekler, yürek olmaz bir süre. Durur, solar, titrer, eskisi gibi yürekler arası geçişler geridedir… Eller sıkıdır, titrer, can acıtır sıkılığı, diller ya hep konuşur ya hiç konuşmaz, ortası olmaz. Kalp bir çarpar, bir çarpmaz, seyrinde kalmaz, yorgundur insanı oluşturan her bir milim.

Zaman hala durmuyor, durmayacak, durmadı, duramaz… Ama alışılacak, çaresizce yeni zamana tüm solan yüreklerin ardındakiler. Zamana dur diyemeden…

Tüm göçüp gidenlerin ardındakilere…

Reyhan Gazel

Göz Ağlar Yürek Ağlayamaz





Onca sıkıntının içinde bir o yana bir bu yana koştururken ne gözlerimizi görürüz ne yüreklerimizi. Bir an gelir ellerimizi attığımızda ne yürek ne gözlerimiz eski halindedir. Gözler ağlamaktan kıpkırmızı açsam mı açmasam mı diye kendini zorlarken, yürek açılmanın ne olduğunu bile unutmuştur.

Her insan kendi içinde küçük evrenini yaşarken, tüm dünyanın kendi bildiği dünya olduğu tezini hemen kabullenir. Kendi yaşantısında olanlar tüm dünyada olanlardır, yaşadıkları tüm olaylar dünyanın tüm olaylarını anlatır, yaşantılarında var olanlar tüm dünyanın insanlarıdır…Bu liste böyle uzar gider. Kendi küçük evrenini dünyanın kocaman akıl almaz evreniyle bir tutanlar, gözleriyle ağlayarak yazık ederler küçük evrenlerinde yaşanılası güzelliklere. Yazık ederler sevenlerine, kendilerine.

Gözlerdeki yaşlarla dünyanın tüm güzelliklerine engel koyanlardır kızdıklarım, etrafımda var olmalarına izin vermediklerim…Gözlerdeki yaşları düşüne düşüne göremeyen, evreni kendi evreni ile bir tutanlardır kızdıklarım.Gözlerle yaşayanlardır etrafımdan uzak tuttuklarım…Gözlerin ötesini veren her şeyden, yürekten uzak duranlardır kızdıklarım.

Yaşlar süzüldükçe dünyanın da süzüldüğüne inanmak, kendi evrenini unutup gerçek evreni küçülterek haksızlık etmek gözlere de yüreklere de yazık etmek, insanda insana ulaşamamak yaşama haksızlık, yaşanılanlara aykırılıktır. Yaşamı kendine hapsetmektir. Yaşamı küçültmektir. Oysa her şey o kadar geniş ki, görebilene. Doğru yerindeyken tümü.

Yürek tüm evrendir yürekten görene. Yürek aldatmaz, anlayabilene, kandırmaz bir an bile…Yürek ağlamaz, evrenin tümünü bildiğinden. “Ağlama” der usulca gözlere,
”ağlama daha görecek güzellikler var bulalım birlikte “ Ama gözlere anlatamaz derinlerden akıttığı tüm güzellikleri. Yürek göremez diyenlere inat, yürek en uzağı görendir, bunu böyle bilene… Gördüğüne ağlayan gözlere anlatamadıkça yürek çekilir insanın küçük evreninden. Çekilirken de kapanır kendine öncelikle. Bir daha hiç açılmamacasına.

“Ağla gözlerim ağla, gel beraber daha da ağlayalım. Ağlaya ağlaya güzel günler görelim.” Hani ağlayınca güzel günlerin gelmesi gerekir ya. Bekle o zaman ağlayarak, güzel günlere hasret gözlerle. Yürekler unutulmuş, evren unutulmuş, yaşam unutulmuş…Bir unutulmayan gözler kalmış gibi. Gözlerle ağlamakla sıkıntılar çözülürmüş gibi. Yüreklerle göremedikçe de gözlerle ağlamaya devam edileceğini bilmiyormuş gibi.

Oysa ki yüreklere ulaşanlar kolay kolay ağlayamaz. Sıkıntılarının, ağlatanların yürekten olmadığını bildiklerinden…Yürekle bakanın ağlatmayacağını görebildiklerinden…Yürekle baktıkça da yüreklerin ağlatmayacağını yaşadıklarından…

Yürekler ağlayamaz, gözler ağladıkça. Kapanır kendine koca evren, koca yürek…Açılmamacasına. Gözler, yürekle beraber yaşamadıkça gülemez de, yürek gülmek istese de. Böyle bir devinime gerek var mı? Benim yaşamımda olmadı, olmayacak da.

“Yürek” lilere yürekten yüreğe…

Reyhan Gazel

Kapatsak da mı Saklasak... Yoksa





Açıyoruz, kapıyoruz, bunu hep yapıyoruz. Bunu hep yapmayıp ne yapacağız? Çözüm; kapatıp mı saklayalım, kapatmayıp mı saklayalım… Yoksa…

Bu arada saklanan kimdi?

Olmadı, bir daha deneyelim mi? Şu yoğurdu sarım saklasak da mı saklasak, sarım saklamasak da mı saklasak… kafam karıştı.

Aç, kapa artema… Artema alsak da mı saklasak, artema alıp da ne yapsak da mı saklasak. Gerçekten olmadı. Yine deneyelim; açıyoruz, kapıyoruz, bunu hep yapıyoruz. Artema alanlar bunu iyi biliyor. İstediğin kadar aç, istediğin kadar kapa, bir şey olmaz. Çalışır, bıkmaz, yorulmaz, bozulmaz… ( İyi bir reklam parası gelir artık)

Artemadan parayı almak kesinleşti de yine derdimizi anlatamadık. Ne anlatıyorduk ki zaten. Buldum. Açıyorduk, kapatıyorduk ama sorun olmuyordu. İstediğimiz gibi üstelik. Bozulan yok, kızan yok, yorulan yok… Oh ne rahat. Lüküs hayat…Özür dilerim tersiydi galiba.

İnsanın aklını zorlayan tüm işler gibi, açıp kapatmanın kolaylığı yine yordu yürekleri. Oyuncakçı dükkanı gibi, her şey var. İster açmak için anahtar, ister kapatmak için başka bir anahtar… 1001 çeşit dükkanlarında yok, yok… Her keyfe göre… Keyfe kedere bakan olmadıkça…

Kapatıp turşu mu kuracaklar, açıp pazara mı serecekler ? Bunu bilen varsa beri gelsin. Gelmeyen canı nereye isterse oraya gitsin. Artema kullandıkça nasılsa rahattır yaşam. Kim bilir? Turşu da pek güzeldir, demlendikçe tadından geçilmez hani. Yendikçe yenir. Yok olmadı, serelim pazar yerine.

Yürekleri açıp kapatanlara, istediğini yaptırmaya çalışanlara, çalışıp da kaçanlara, kaçmayıp da dikilenlere, kaçamayıp tutulanlara, tuttukça tutulası gelenlere, …………Bilmem ki ne denir?

Bu kadar işte. Sonu yok, başı yok, ortasını bulamadık zaten, yok da yok. Var olan marifeti kendinden olanlara küçük bir sitem sadece. Fazla söze ne gerek?

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...