22 Şubat 2009 Pazar

Sen Hiç Düşündün mü?

Sevgili Özlem, seni yeni tanıdım ama sanırım uzun yıllar seni bırakmayacağım. Minik oğlunu ve seni öpüyorum. Allah size de tüm bizler gibi güç versin.

Sevgiyle kalın












Sen gözlerinle işitmenin, ellerinle konuşmanın nasıl olduğunu hiç düşündün mü? Büşra 13 yaşında, işitme engelli. Kulakları duymadığı için, gözlerinle dudakları okumaya ve el işaretlerini anlamaya çalışıyor. Ağzıyla anlatamadıklarını, elleriyle yaptığı işaretlerle anlatmaya çalışıyor. Sen Büşra’ya, kuşların ötüşünü, akan suyun sesini, bir bebeğin ağlama sesini, duyduğun zaman içinden dans etmek gelen melodileri anlatabilir misin?

Sen teninle görmenin nasıl olduğunu hiç düşündün mü? Metin 15 yaşında, görme engelli. Gözleri görmediği için, parmak uçlarıyla dokunduğu her şeyin şeklini hayal etmeye çalışıyor. Sen Metin’e çiçekleri, okyanusu, pırlantaları, hayvanları, sevdiği insanların görünüşünü anlatabilir misin? Gitmek istediği yere, onu elinden tutup, götürebilir misin?

Sen bu dünyayı algılamadan yaşamanın nasıl olduğunu hiç düşündün mü? Orhan 9 yaşında, otistik bir çocuk. Kendi dünyasında yaşıyor. Gerçek hayatı ve etrafındaki insanları algılayamıyor. İnsanlarla iletişimi yok. Sen Orhan’a sesini duyurup, sana bakmasını sağlayabilir misin?

Sen farklı bir ırktan görünmenin nasıl olduğunu hiç düşündün mü? Rabia 8 yaşında, down sendromlu bir çocuk. Genlerinde bir kromozom fazla diye, dünyanın neresinde olursa olsun, down sendromlu çocuklar bir birlerine benziyorlar. Genelde, fiziksel ve zihinsel olarak geç gelişiyorlar. Sen Rabia’ya neden anne ve babasına benzemediğini açıklayabilir misin?

Sen ayaklarının yerine, tekerlek kullanmanın nasıl olduğunu hiç düşündün mü? İbrahim 11 yaşında, ortopedik engelli. Belinden aşağısını hissetmiyor. Bu yüzden yürüyemiyor. Tekerlekli sandalye yardımıyla gitmek istediği yerlere ulaşmaya çalışıyor. Önüne birçok engel çıkıyor. Sen İbrahim’e kaldırıma çıkmak için, asansör bulunmayan binalarda üst kata çıkmak için, otobüse binmek için yardımcı olabilir misin?

Sen gereğinden fazla enerjini nereye kullanacağını şaşırmanın nasıl olduğunu hiç düşündün mü? Mustafa 12 yaşında, hiperaktif bir çocuk. O kadar çok enerjisi var ki, bunu nereye kullanacağını bilemiyor. Yerinde oturamıyor, her şeyi karıştırıyor, hareket etmeden ayakta duramıyor, sürekli dolanıyor, geceleri uyuyamıyor. Sen Mustafa’nın enerjisini alabilir misin?

Sen istediğin halde, kaslarına söz geçirememenin nasıl olduğunu hiç düşündün mü? Hüseyin Can 10 yaşında spastik bir çocuk. Yürüyemiyor, konuşamıyor, ellerini düzgün kullanamıyor, yutmakta zorlanıyor, düştüğü zaman kalkamıyor. Sen Hüseyin Can’a yürümeyi, konuşmayı, kalem tutmasını ve yemek yemesini öğretebilir misin?

Sen çevrende olup biteni anlayamamanın nasıl olduğunu hiç düşündün mü? Selçuk 14 yaşında, zihinsel engelli. Ne gelden anlıyor, ne de gitten. Okuma yazma bilmiyor. Kendisine söyleneni yapmıyor. Kendi istediklerini başkalarına nasıl anlatacağını bilmiyor. Sen Selçuk’a akıl verebilir misin?

Tüm bu çocuklar engellerinden dolayı diğer çocuklarla birlikte zaman geçiremiyorlar. Çocuklar oyun oynarken, onlar uzaktan seyrediyorlar. Konuşmayı becerebilenler sözlerle, konuşamayanlar, elleriyle, gözleriyle veya vücut dilleriyle annelerine yalvarıyorlar “beni de oraya götür, ben de onlarla oynayacağım” diye. Sen engelli çocuklara, diğer çocukların onlarla neden oynamak istemediğini açıklayabilir misin?

Sen işitme engelliye sesleri anlatamazsın. Görme engelliye renkleri tarif edemezsin. Otistik çocuğun seni fark etmesini sağlayamazsın. Down sendromlu çocuğun görünümünü açıklayamazsın. Ortopedik engellinin ayakları olamazsın. Hiperaktif bir çocuğu durduramazsın. Spastik bir çocuğun ihtiyaçlarını karşılayamazsın. Zihinsel engelliye akıl veremezsin.

Onlar bunları senden zaten istemiyorlar. Onlar acıyarak bakan gözler de istemiyorlar. Onların ihtiyaçlarını karşılayan aileleri var. Onlar senden sevgi ve duyarlılık istiyorlar. Dışlanmamak istiyorlar. Onlarla yolda karşılaşınca, yolunu değiştirmemeni istiyorlar. Diğer çocuklarla birlikte olmak istiyorlar. Bir tebessüm, bir merhaba, onlara verebileceğin en büyük hediye. O zaman fark edeceksin ki, onların da sana verebileceği birçok şey var.

Engellilerin ayrı dünyaları yok. BU DÜNYA HEPİMİZİN.

Özlem Yıldırım

7 Şubat 2009 Cumartesi

OKUYUM VE DÜŞÜNÜN LÜTFEN






Sevgili dostlar,

aşağıda gün içinde bir şekilde bana ulaşan onlarca mesajdan birisini yayınlıyorum. İsimler bende saklı. Elbetteki gereken neyse yapılacaktır. Ancak, yanı başımızda olan dramlara "dur" denmesi için hepimizin aynı duyarlılıkta olması gerekiyor. Yasalar her zaman mağdurun yanında olsa da arada insana bağlı olarak ortaya çıkan hak kayıplarını bildirmek, hakkın peşine düşmek için herkese ihtiyaç var. Aileler ve engelliler tükenmişlik içinde ve bizlerin yüreklerine o kadar ihtiyaç duyuyorlar ki... Bu yazıyı okuyan herkesin yüreklerini tüm engelliler için konuşturmasının zamanı geldi artık. Hatta çoook geç kalınmış. Telafi edebilmek için çok çalışmak gerekiyor... Çok.

Sevgiyle kalın


Merhaba sayın Reyhan GAZEL Abla sizi rahatsız etmek istemezdim ancak yaşadığımız olaylar ve bize yapılan haksızlık ve Adaletsizlik karşısında çaresizlikden size başvurmak zorunda kaldım verdiğim rahatsızlıkdan dolayı özür dilerim,Bundan dört sene önce 14 yaşındaki çocuğumun okuması yazması hiç bir sorunu yokken aniden gözlerinde görme kaybı oldu doktorlar sarı nokta diye söylediler gitmediğimiz bir yer kalmadı bütün imkanlarımızı kullandık olmadı bankalardan kıredi çektik bazı doktor çaresi yok dedi bazısıda çaresi olmayan hastalık olmaz dediği için bu duruma düştük doktorların daima mutlaka kullanması gerektiğini söylediği iki adet ilaç var birisi ocuvite lutein diğeride fısh body oils diye bir ilaçdır S.G.K.ödemiyor çok pahalı olduğu için maddi imkansızlıkdan dolayı alıp kullanamıyoruz bu durumu bilen öğretmenler bizim için bir imkan olduğunu söylediler evde bakım diye bir kanun çıkmış oraya baş vurun ilaçlarını alıp kullanırsınız dediler çocuğumun iki adet raporu var birisi % 100 biride % 85 ağır özürlü bu raporla sosyal hizmetlere baş vurduk çocuğum normal okulda eğitim alamadığı için özel rehabilitasyon merkezine gidiyordu görmeyle ilgili öğretmen olmadığı için bilgi öğrenemiyordu sonra Devlet okuluna görmeyenler için öğretmen geldiğini öğrenince oraya gönderdik rehabilitasyon merkezinden kendilerinede göndermemiz yönünde baskı yapıldı çocunu aylığa bağlattıracağız deyip bana bazı evrakda imzalattılar bir engelli yakını bize çocuğunuz rehabilitasyon merkezine gitmiyorsa boşuna evde bakıma baş vurmayın kesinlikle olumsuz gelir çünki evi konrol etmeye gelen görevli M...O. Rehabilitasyon merkezinin sahibi C... G. yakınıdır demişdi ve öylede oldu olumsuz gördüler eşim işci sekiz yüz veya dokuz yüz aylık alıyor oda alabilirse onuda kıredi ödüyor ev kirası ödüyor başkada hiç bir gelirimiz yoktur ailecek pisikolojik bunalımdayız Yüce Allahımın bize verdiği bu özürden dolayı bütün yakınlarımız cevremiz tarafından dışlandık ayıplıymışız gibi insanlardan kaçar olduk Sayın Reyhan abla bize yardımcı olun Devletimizde bizi dışlamasın bize yapılanın adaletsizlik olduğuna inanıyoruz bu mağduriyetimizin giderilmesini rica ediyorum.

1 Şubat 2009 Pazar

Gününüz Aydın...







Günün aydınlığı ile yüreğin aydınlığını bir tutanlar, tutup da neyi tuttuğunu bilemeyenler… Bilseler de bildiklerini yürek tutulmasında unutanlar… Tutulanın, yürek olduğunu anlayamayanlar… Bir çocuk görünce sadece gürültüyü düşünenler… Yüreği aniden yerinden çıkan birine laf etmeyi borç bilenler… Bildiklerini borç olarak düşünemeyenler…

Yazdıkça yazasım gelen her şeyi ardı ardına birkaç satıra sığdıramadığım için yazmadığımı anlayamayanlar… Anlamaya da çalışmayanlar… Anlamaya çalışanları da yok sayanlar…

Bir köprünün birleşme dışındaki işlevlerini düşünemeyenler… Birleştiren köprünün neyi, neden birleştirmesi gerektiğini anlayamayanlar... Neyi anlamadığını bile ahmakça “anlıyorum” diye cevaplayanlar… İkinci soruda cuvallayanlar…

Çuvallamayı taktik olarak sunanlar… Taktiğin geniş açılarını anlamakta zorlananlar, ötesini bilemeyenler… Öteleri sadece kendilerinde düşünenler… Kendi dışlarındaki yürekleri hiç düşünmeyenler…

Neyi, neden yazdığımı tahmin bile edemeyenler… Ettikleri tahmini “salakça” olarak yorumlayanları görmezden gelenler…Gördüklerini düşündükleri her şeyin aslında görmedikleri bir şey olduğunu bile göremeyenler…

Ne deyim?

Bitsin mi?
Bitmesin mi?
Söyleyin…

Ben söyleyeyim: Yüreğinizi kendi ellerinize alın. Sonra diğer yürekleri de kendi yüreğinize dost bilin. Dost bulmadığınız yüreklere gül uzatın. Gülü almayanları bırakın gitsin. Dokunmayın. Kırmayın. Onları da yeşertin. Yeşermiyorsa en azından siz suyunu verin, içiniz rahat olsun. Bu rahatlıkla sadece ve sadece üretin. Bir de SEVGİYLE KALIN…

Yazan: Bir dost.
Şimdi diğer yazıya geçebilirsiniz.

Sevgi töreni







Bir an gelir yürek sesi bile duyulmaz olur. Kulakların duymaması bir tarafa, yürek, ‘yürek’ olduğunu unutur.

Törensel bir düzenekle kendinden çıkan yürek, kendisini bilemeden yaşamaya başlar. Bunu başaran, yürek dışında insana hükmeden bir yapının varlığını anlatır. Beyin, zeka, akıl… üçlemesi. Bu üçleme iş başına geçtiğinde olur olanlar. Yüreğe inat yaşananlar, yürekten sevgiyi söküp atarken, sevginin yerine hiç konmaması gereken üçlemeyi koyar.

Tören başlamıştır artık. Her birlikte aynı şekilde, aynı çizgide, aynı işleyişte… Yaşandığı gibi, bilindiği gibi, istendiği gibi, kabul gördüğü gibi… Gibi, gibi…

Törensel düzenekte yaşanan sevgilerin sıklığı, üçlemenin gücünü anlatıyor gibi görünse de, aslında güçten öte, güçsüzlüğü çağrıştırır. Yürek karşısında işe yaramayacak kadar üstelik. Nasıl yarasın ki?

Gardını alarak bir başına sessizce kenarda tutulan yüreğe ne yapabilir üçleme? Sadece törenden öte…Tören bitince herkes kendi evinde, yüreğiyle baş başa kaldığında üçleme, dörtleme olsa kaç yazar? Üçlemenin hükmü, tören bitimine kadardır.

Yaşantıların içine girdikçe, törensel sevgilerin sıklığını ve istenirliğini gördükçe, sevginin yürekten olmadığı anların, birkaç tören boyu kadar hüküm sürebildiğini bilememek zor olsa gerek. Görülmediğine göre…

Bedeni eline alan üçleme, basit gibi görünen yürekten çıkan küçük bir bakışla devreye girerken, üçleme biter, gider… Nereye? Bize ne?

Yüreklerin sevgiye sahip çıkan kararlılığı, sessiz ve inceden bir çığlığa dönüşürken, üçleme olsa kaç yazar? Tören nasıl olsa bitecektir, hiç bitmeyen tören var mı ki?

Törensel bir düzenekle yaşamaya alışanların, bir gün gelip yüreklerine teslim olduklarında söyleyecek küçük de olsa bir sözün olmayışı da bundandır. Nasıl olsun ki?

Üçlemeyle başlayan sevgilerin sıradanlığı, sıklığıyla paralel gittiğinden, yürek öyle durumlarda ‘yürek’ olduğunu unutmasın da ne yapsın? Unutmasa, üzülecek, gerek var mı, şu kısa yaşamda? Bundan da bize ne? Bize ne mi? Evet bize ne?

Herkes kendi yaşamını yaşar, istediği gibi hem de. Üçleme, dörtleme, beşleme, altılama…. Yüzbinmilyonlama… Balıklama… Hop diye. Bazen doğrudan direkleme… bize ne?

Doğruları bilene ne? Yüreklerini unutanların törenlerinden bize ne? Ama sıklıkla karşımıza çıktığından, bazen bize ne denmez. Her yerde, her an…

Birbirini seviyormuş gibi yapanlar, yaptığını sananlar, yapsa da beceremeyenler, ne yaparsa yapsın sevemeyenler… Üçleme, dörtleme, beşleme, balıklama… Canınız kaçlama istiyorsa… Törensiz yaşayamayanlar, törenlerde varlıklarını bulanlar, yüreklerini unutanlar… Tümünden bize ne? Gerçek sevgiyi bilenlere ne?

Gerçek sevginin yüreklerdeki ağırlığını ve gücünü bilenler, mutludur, her an mutludur. Tören olsun olmasın hem de. Yürekler törende olduğundan belki de.

Sayıyoruz; en çok üçleme yapanlar bir adım öne, yalan yok ama, en az yapanlar yerinde… Aradakiler canı nereye isterse…Şimdi en öndekiler bir adım sağa, marş marş… Aradakiler ister sağa ister sola, geride kalanlar, yerinde kalmaya devam etsin. Tekrar en öndekiler sağdan devam etsin, gidebildikleri kadar. Aradakiler aynen ne yaparsa yapmaya devam etsin, geridekiler yine yerinde…

Geriye kalan bizdendir. Aradakilerden kalan sağlar da bizimdir. Vermeyiz.

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...