25 Temmuz 2022 Pazartesi

 

 

 ANLAMAYANLARA NOTLAR

 

Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden umursamıyorum. Duymanın algılamakla beraber yolda olduğunu bildiğimden, sözlerin kulağa dayanmasının yaşamda karşılığı olmadığının göstergesi olduğunu iyi biliyorum. İnsanım işte!

 

Anlamaya bile çalışmayanların çokluğunun sayısızlığı içinde debelenen sessiz çığlıklarım arasında gülümsüyorum.  

 

Tüm evrene bir ağaç dalının kenarından bakıp gülümsüyorum… Öyle keyifli ki…


 

Mutluluğun beklentisizlikle bağlantılı olduğunu bildiğimden beri hep gülümsüyorum. İnsanım işte!

 

Yazarların gerçek hayatın bütününü değil, ideallerini yazdığını bildiğimden beri daha bir gülümsüyorum. İnsanım işte!

 

Her yumruğun görünmeyebileceğini bildiğimden beri… Evet, bildiniz; gülümsüyorum. 

 

Ne olursa olsun hayatın şerbetli tarafını görebildiğimden beri gülümsemem derin bir iç çekişle daha bir anlamlı oluyor. 

 

Hayatın sorularının çok, cevaplarının karışık hatta karmakarışık olduğunu çözdüğümden beri bildiniz; gülümsüyorum… 

 

Gülmenin gülümsemekten sığlık farkını anlayabildiğimden beri huzurla gülümsüyorum…

 

Yazdıklarıma bakıp “saçma” diyenlere karşıdan bakıp gülümsüyorum. Ekran başından el sallıyorum hatta… İnsanım işte!

 

2 Mayıs 2020 Cumartesi

NAYLONDA ATEŞ SÖNDÜRENLER
Küçücük yaşında yaşamın onca ağırlığını yüreğinde hissedenler, büyüdüklerinde tek ayak üzerinde yürüdükleri evrende, o kadar güçlenirler ki naylonda ateş bile söndürebilirler. Naylonu yakmayacaklarını, naylonla birlikte hiçbir şeye zarar vermeyecekleri bilerek…
Bu bilmişlik, yaşamın tüm sıkıntılarına ayak direme şeklinde kendisini gösterse de aslında yaşama, yaşamın içinden küçük ancak anlamlı bir cevap de verir. Bu cevap, tüm yönleriyle kendisini yaşama gösterirken, bir taraftan her şeye rağmen çalışılabileceğinin cevabı olur. Çalışmak için naylonda ateş bile söndürülür dercesine…
Tüm güzelliklerin ard ardına karşımıza geldiği, gelmese de görmemiz gereken evrende, yaşamın ağırlığını bedeninden önce yüreğinde hissedenlerin zaferidir bu. Diken bahçesinde, güllerin güzel kokularını duyabilmek için gerekirse naylonda bile ateş söndürmek… naylonda ateş söndürebilmek… bunu zararsızca başarabilmek…hiç de kolay olmaz.
Yaşamın ağırlığıyla baş edebilmenin kolaylığı olamaz; bunu bilirim. Ama zorluklarla baş edebilmenin getirisini yüreklerde bulduğumuzu daha iyi bilirim. Böyle durumlarda zorluklara karşı durabilmenin, yüreklerin sağlamlığı karşısındaki kolaylığını da bilirim. Altın kaşıkla doğmadığımdan, diğer doğmayanların ateşle dansını görebildiğimden…
Yaşamın her adımında koca koca ateş toplarının olanca hızıyla ortalığa çıkmasını bekleyenler, ateş toplarının üstlerine gelmesini beklemeden ateşi kökünden yok edebilecek kadar engindir. Yaşamı küçücük yaşlarında gerçek yönleriyle görebildiklerinden, yaşamı anlayabildiklerinden, yaşamın bazen ateş gibi yakabildiğini düşünebildiğinden… hazırlıklıdır. Tüm evren karşısında dursa yılmaz savaşçı gibi dimdik…
Sokakta yürürken bile karşısına ani çıkan süratli bir arabanın tekerlek hızını, kendi adımlarıyla orantıya sokup hesaplayanlardır bahsettiklerim. Bu orantının doğruluğu karşılığında alacakları güven duygusunu hiçbir şeye değişmezler.Yeni bir araba macerasına kadar bu böyle sürer diyemeyeceğim. Sadece ani karşılarına çıkanların araba olmadığını bildiğimden… Yaşamın tüm iyi- kötü sürprizlerini görebildiğimden…
Her şeyde kendi yüreklerini var edebilmenin rahatlığı ile davrananlar, korkmazlar. Kuldan, kulun yapacaklarından, yaptıklarından…Naylonda bile ateş söndürebildiklerinden…zarar vermeden… Gerekirse, ateşi ellerine alıp söndürebilecek kadar ellerine hakim olabilmeyi yaşayabildiklerinden…. Öğrendiklerinden…
Yaşam zor, yaşayabilmek çok zor, yaşamda kendi değerlerimizi yaşamın içine katabilmek daha zor, ellerimizin ateşe değmemesini becermek çok daha zor, var olmak çok daha fazla zor…Ama yüreklerimiz ellerimizdeyken her şey kolay… Çok kolay…Ateşi naylonda söndürmek bile çok daha fazla kolay…
SEVGİYLE KALIN
REYHAN ŞENGÜN 2008/ YÜREK FELSEFESİ

3 Haziran 2018 Pazar

SİNEMAM ÜZERİNE


Üretken her insanın yaratıcılık bağlamında çok da anlamadığım bir ifade ile “sıra dışılık” tanımı mı yine klavye başına oturtan şu “küçük” yazarı… Yani beni. Her neyi üretiyorsak ordan var olmamızın kaçınılmaz gerçekliği ile kimsenin çok da umurunda olmadığını çok iyi bildiğim satırlarımda, iki üç kelamımın kalıcı olduğu iki üç okuyan olursa daha ne isterim der diğer satırlara geçerim.

Senaryo yazarken hedefimi düşündüm gün boyu. Ya da kendimce karaladığım satırları yazarken… Aslında sadece yazarken... Ne fark eder. Yazarken var olduğumu düşündüğümden, neyi yazdığımdan çok bugünkü düşünsel mesaim “kime” yazdığımdı. Ey okurum sen kimsin, ya da senin “kim” olduğunu düşünmek istiyorum. Kimin için yazıyorum. Konuyu genişletmeden sinema ve senaryo paydası üzerinde yazsam daha iyi olacak.



 BENİM SEYİRCİM AZ BİRAZ AKIL OLMALI

Ortaya karışık aşk filmlerinin giriş kısmında senarist olarak adımın yazmasını asla ve asla istemediğime göre belki ortaya karışıktan daha derinde olan aşkın satırlarımda olacağı aşikâr. Yani az biraz akıl isteyen yürekli bir duruşu hak eden “sıra dışılık” gündemimde. Görünmeyen ateşleyici aklın verdiği hayat derinliği ile yola çıkan seyirci, kendisini elbette kuşku yumağında bulmalı çoğu satırlarda. Başarır mıyım? En azından denerim. Denemeden ne bilinir ki… Zaten denedim de. Hep denerim. İnsanı, kendimi, yazdıklarımı… Okuyanı…

Yazın alanına geri döndüğüm pek iyi oldu laf aramızda. Her okuyana mektup yazar gibi özel satırların içinde olduysanız ayrıcalıklı az biraz akıllı ha bir de tuhafsınız vesselam. Ben gibi.

Hayatın bütününde ilgiyle övgüyle ya da eleştiriyle esir alınamayacak kadar kendince duruşu net olan bir senarist elbette seyirciden de bu duruşu bekler. Sallanıp duran bir hayatın içinden çok da anlaşılamayacak bir bütünlük senaryolarımı sararken, her adımda “yav ne diyor yine “ düşünsel mesaisi pek şıktır. Bayılırım böyle ifade kullananlara yazılarımı okuyunca. Saçmalamış diyenlere de ayrıca bir saygım var elbette. Anlaşılmamak özgürlüktür sonuçta. Laf aramızda kalsın anlaşılmak niyetinde yaşasaydım hiç düşünmez doğrudan teori ezberler onu yazardım. Lakin hiç yok maalesef. Beklentisi teori olanlar, pratik duruşlu ve duruma göre kelimeleri doğrultan az biraz akıllı satırlardan uzaklaşsın.

Benim ürettiğim karakterler aslında çok bilindik lakin görünmedik. Araya kaynayıp sokaklarda öylesine yürüyen ama zamanın bir anında ortaya çıkıp her şeyin bir notası olduğu gibi hayatın da notasını değiştiren tipler. Bu karakterler yaşanmış, yaşanacak, yaşanan karakterler. Olay örgüsü tanıdık lakin anlatım bilinmedik olan senaryolarımda oyuncular pek zorlanacak der burayı da yönetmenin akışına bırakırım.

Ismarlama yazmam. Ismarlama üretim yaratıcılık barındırmadığından “ısmarlayan kendi yazsın bir zahmet” der burayı da geçerim.

Hayatı iyi okuyan ayrıntıları kuşkuyla gören az biraz akıllı insanların sayısı o kadar da çok değil. Öfke dolu bir insanın öfkesinin ardını görebilmek mühim. Gören yazar, yazılan izlenir… Öfke anlıksa anlık öfke patlamasını ardından öte düşünemeceğimizden bence anlamlı bir şey yazdım burada. Davranış bilimi okumak elbette önemli. Ben de okudum binlerce insan gibi. Mesele tam da burada, okuduğunu yaşama transfer… Hayatın bütününe mi öfkeli belli bir noktasına mı… Bu örnekte tam da 12 den vuruş bu cümle oldu…

Öfke ve aşk gibi duyguları bir kenara bırakıp ( zaten duygu yazmayı ve yaşamayı pek beceremeyen ve beceremediği için de sevmeyen acayip bir terazi burcu kadını olarak) düşünsel mesaime devam edesim geldi yine. Kelimelerle dans ettikçe mutluluğum tavandan zıplayan tabana yapışan cinsten nasıl olsa… Ah kafam…

Birkaç yıldır yapımcı görüşmelerimden anladığım şu ki asla ve asla dönem senaristi olamam. Zamanın ruhunu yakalamaktan öte zamanı kendimde durdurmak belki de tek derdim. Kendi bildiğim gibi zamanı durduran bir acayip kişi… Aman ne mutlu bana. En azından bunu başarabiliyorum.  

Yazdığım kadın filmi pek eğlenceli… Hemen kıs kıs gülmeyen kadınları oynatmıyorum, âşık ettirip salakça sokaklarda da gezdirmiyorum… Koca peşinde hiç koşturmuyorum. Senaristin içinden parça alan karakterlerim oldukça sarsılmaz tipler.  Duruşu olan kadınlar. Yazdıkça coşmuştum iki yıl önce. Hey gibi günler. Sarsılsa bile belli etmeden güçlü kadınlar bu kadınlar… İnşallah önümüzdeki yıl vizyonda olur diye umudum var. Hep umutluyum ki… Umut benim göbek adım gibi oldu yazdıkça. İzlemeyen, çekmeyen otursun kendi yazsın. Kadılar birbirini dürterek gidecek filmime. Şimdiden görebiliyorum. Çıkınca filmden şöyle bir kafa dikleşecek ve “ ben de yapabilirim” duruşu saracak yüreklerini… Severim böyle kadınları… Erkekler mi… Biraz kızabilirler şimdiden diyim. Lakin umurumda değil. Erkekleri ayırdığımdan değil, işlerine gelmediğini bildiğimden böyle yazdım kızmayın…

Nevrozdan psikoza adım adım giden bir karakterimin annesi ve karısı iki kadın olarak yanlışlarını oynarken izleyenler kendilerine “ yok canım ben böyle anne ya da eş değilim” diyecekler. Ama yürekleri başka konuşacak. Biliyorum çünkü insanı tanımak için yıllarım geçti. Gözlerim herkesi… Oynatırım gözlerim, hüzünletirim gözlerim, ağlarım gözlerim… Ben hep gözlerim… Görmüyormuş gibi bakarak gözlerim… Napıyım böyleyim…

Nietzsche'nin dediği gibi, insan akıllı olduğu kadar akıl dışı bir varlıktır. Akıl dışılık az biraz akıllı olmayı “ sıra dışılık” tanımıyla var olmayı çağırır der şimdilik hürmetler sunarım…

2 Kasım 2017 Perşembe

YA ÖYLE DEĞİL BÖYLEYSE…




 

Düşündüğümüz, yaptığımız her şeyin tutsağı olmak… Bazen aptalca seçimlerimizin mutsuzluk ya da korku tuzağına düşmek… Kendi tarihimizin mahkûmu olmak… Değişmeye gerek kalmadan değişmeye çalışmak… Yitirmeden değişme çabası…

 

İnsana büyülü gibi gelen tüm değişim süreçlerinin, görünmeyen sessiz iletilerini hayatımızın orta yerine koyarken seslendirdiklerimizin dışında var olan gerçekliği yok saymamızdan az önce gelen bir vurgu sözlerin tümü. Tam da bu anda bilinçsizce “bölünme” çığlıkları, yüreğin derininden ansızın çıkagelen… Tahammül edemediğimiz duygularımızdan kaçarken, hemen ertesinde seslenen bir savunma mekanizması ne çok şey anlatır hayata. “YA ÖYLE DEĞİL BÖYLEYSE “

 

Kendi öykümüze sıkı sıkıya bağlı bir hayatın en rutininde kararlılığımızı koruruz. Ta ki “Her çağ kendi tinsellik tasarısını kendisi için yeniden bulmalıdır” cümlesinin ağırlığını tepemizde hissedene kadar… İşte tam da o anda bir şey iter sessizce vurarak: En etkin metaforunu bul! Zamanın ruhunun yeniden ele alınışının biraz karmaşık gelen ifadesi en somutundan “ Her yaşın ayrı güzelliği var” cümlesindeki “güzellik” metaforunun sadece kadın cinsini kastetmediği gibi…  “Güzel yaşamak” her ne demekse …  

 

Aslında bir kişinin tümüyle insan olabilmesi sadece kendi kararlarına ve bu kararlarına bağlanışına dayanır. Yıllar yılı değer, onur gibi kendi anlamında yaşadığı erdemlerini, cesaret olmaksızın salt bağımlılıkla soldurmayacağı aşikârdır.  Evet cesaret! Günden güne verdiği karar yığının içinden çıkıp gelen tetikleyici… Varoluşu olanaklı kılan cesaret, önemli bir kavram pek içeriklendirilmeden kullanılan…

 

Moral cesareti daha da vurgulayarak iki kelam daha edelim; anlayanlara… Başı boş şiddetin içinden çıkmayan görünmeyen varoluş çakmağı olan en dolusundan enerji…

 

“Kendimi, kendi değerlerimle, değerlerimin içinden çıkan moral cesaretimle, zamanın ruhunda beni iten tinsellik anlayışımla var olmayı seçiyorum… “ EEE güzel o zaman…

23 Eylül 2017 Cumartesi

ÖMRÜMÜZÜN EN GÜZELİ




 



Kiminin eli iş tutar, kiminin kalem… Elin ikinci tuttuğunu yaşamımın varoluş şekline çevirdiğimden diğer yaşanmışlıklar pek bir sığ gelir.  Yaşarım ve yazarım. Bilirim ki yaşanmadan yazılmıyor…

 

İnsan geçici olan ömründe tutturduğu “kendilik” değerini her an istendik bir şekilde gündeminin en üst köşesinde tutarken, aynaya bakıp diğer siluetler ışığında bazen güler, bazen hüzünlenir… Genelde de kendine çekilir.   

 

Oysa ki gökyüzü kimseye ilk kez bir acı ya da hüzün yaşatmıyor… Mutluluk da…

 

Herkesin gündemi biricik dursa da o kadar bilindik ki…

 

Çok film izlerim, çok insanın iç dünyasını dinlerim, daha da… Hiç biricik görmedim.  Lakin hep biricik olduğunu düşünenler gördüm.  Ben de öyleydim, geçti… Çünkü yaş almaya başladım.

 

Aslında ömrümüzün en güzel yılları diye bir şeyin olmadığını anladım. Yok öyle bir şey. Her adımda yeniden keşfettiğimiz nefes alışlarımızın tadı değişiyor sadece. 20 li yaşların nefesi ile orta yaşın nefesi farklı akıyor vücudumuzda, yüreğimizde…

 

Aşklar da böyle. Çocuk yaşlarda deli akan yürek, orta yaşlarda sağlam ve duyarlı akıyor… İleriki yaşlarda acele tarafından hızlı akacağını öngörerek, şu andan ön görü pek şık durmayacağından onu da o zaman yazarım.

 

Hayat akıyor hem de en hızlısından. Acısı, tatlısı, güzeli, iyisi, dert vereni… Ne ararsan geliyor dışardan aldıkça… Bazen yürekler de böyle… Dışarıya inat eder gibi derin derin yanıyor. Napsın ki başka.

 

Gençliğin silik izleri inceden sızıyor herkese… Anılar inceden vuruyor yüreğe… İnce lakin derin… Suyun şiddeti sürekliliğinden der gibi, hep vuran, hep güden hep sersemleten bir iz…

 

Eteğimizden tutanlara inat yaşıyoruz aslında. Eteğimizden tutan “bizden” oldukça söylenmek de olmuyor. Neyi kime söyleyeceğiz ki…

 

Eski mezarlıklar ne çok şey anlatıyor. Yenileri çiçek dolu olduğundan eskiler daha bir vurucu akıyor… Konuşuyor sanki “ Noldu çok mu zordasın, sabret geçecek “ der gibi… Ama bizim için ölecek zaman yok. Çünkü hemhal olduğumuz hayat, bize bunun için izin de vermiyor. Ansızın bitecek nefese çalım atar gibi üstelik.

 

İnsanız işte!  

25 Haziran 2017 Pazar

KUMA ÜFLEMEYE DEVAM…



 
Tuhaf zamansızlıkta kuma üflemeye devam eden yüreğim, düşümde ancak görebildiğim melankolik limanlarda gezinirken ne çok içindeydi hayatın… Küçük bir üflemeyle bile gerçeklikten çıkartamayan hayat melodisini itse de gitmez niyetinde yaşarken üstelik… Tam o anda belki de sadece bana gelen ironik bir çağrı seslendi: “ Komşu derdin ne be ya” Dedim ya hayatın içinde bir yerlerdeyim diye… İşte ondan böyle yazışım. Aslında yazamayışım. Ne de olsa feylozof kılıklı geziniyoruz tümümüz. Aforizmalar havada uçuyor. Az benimki de uçsun. Kim küser?  
 


Kimse kimseye küsmez; herkes kendine küskün olduğundan… Sahi “kendine küsmeyen” var mı? Meğer ne çok küskün gezinirmiş sokaklarda. Kum bulsalar aslında ne çok üfürük denizi olur ortada. Neyse ki sokaklar kum değil toz bulutu. Biraz kurtarmamız ondan vaziyeti.
 
Hayatın en gerçek halini bile ironik yaklaşımla sokakların değimiyle “gırgıra vururken” gösteri toplumundan geriye sadece “göster” kalmasın da ne etsin? Haydi, herkes göstersin “kendini” her nerede yaşıyorsak oradan… Nasıl olsa küsen yok başkasına, dedim ya herkes kendine…
 
 
Sokakları parmaklarımın ucumda gezinirken bazen klavye de yetmez olur. Anlatılamaz nice üflenmiş tuhaflıklar içinde kaybolur o anda. Parmaklarım ve klavyemin tuşları… Devrik cümle de pek güzel durur zaten devrik olan tüm üflenenlere inat, üstelik kuma…
 
Kelimelerle dans etmek belki de yüreğimin en güzel ve kolay yaptığı iş. “Olduğu kadar” der geçerim konuyu. Anlayan zaten ordadır. Orası her neresiyse… Umarsamam. Kim kimi umursuyor ki…
 
Kuma üfleyen umursamazlardan mı olduk ne… Bilmiyorum, çünkü bilmeyi bile umursamayan nicelerini gördükçe, göremez olduk der konuyu yine tek geçerim.  Geçmeyip naspın bu tuhaf?
 
“Herkesin tuhafı kendine hoş gelir” der hürmetler sunarım J
 
 

YA ÖYLE DEĞİL BÖYLEYSE…


 

 

Düşündüğümüz, yaptığımız her şeyin tutsağı olmak… Bazen aptalca seçimlerimizin mutsuzluk ya da korku tuzağına düşmek… Kendi tarihimizin mahkûmu olmak… Değişmeye gerek kalmadan değişmeye çalışmak… Yitirmeden değişme çabası…

 



İnsana büyülü gibi gelen tüm değişim süreçlerinin, görünmeyen sessiz iletilerini hayatımızın orta yerine koyarken seslendirdiklerimizin dışında var olan gerçekliği yok saymamızdan az önce gelen bir vurgu sözlerin tümü. Tam da bu anda bilinçsizce “bölünme” çığlıkları, yüreğin derininden ansızın çıkagelen… Tahammül edemediğimiz duygularımızdan kaçarken, hemen ertesinde seslenen bir savunma mekanizması ne çok şey anlatır hayata. “YA ÖYLE DEĞİL BÖYLEYSE “

 

Kendi öykümüze sıkı sıkıya bağlı bir hayatın en rutininde kararlılığımızı koruruz. Ta ki “Her çağ kendi tinsellik tasarısını kendisi için yeniden bulmalıdır” cümlesinin ağırlığını tepemizde hissedene kadar… İşte tam da o anda bir şey iter sessizce vurarak: En etkin metaforunu bul! Zamanın ruhunun yeniden ele alınışının biraz karmaşık gelen ifadesi en somutundan “ Her yaşın ayrı güzelliği var” cümlesindeki “güzellik” metaforunun sadece kadın cinsini kastetmediği gibi…  “Güzel yaşamak” her ne demekse …  

 

Aslında bir kişinin tümüyle insan olabilmesi sadece kendi kararlarına ve bu kararlarına bağlanışına dayanır. Yıllar yılı değer, onur gibi kendi anlamında yaşadığı erdemlerini, cesaret olmaksızın salt bağımlılıkla soldurmayacağı aşikârdır.  Evet cesaret! Günden güne verdiği karar yığının içinden çıkıp gelen tetikleyici… Varoluşu olanaklı kılan cesaret, önemli bir kavram pek içeriklendirilmeden kullanılan…

 

Moral cesareti daha da vurgulayarak iki kelam daha edelim; anlayanlara… Başı boş şiddetin içinden çıkmayan görünmeyen varoluş çakmağı olan en dolusundan enerji…

 

“Kendimi, kendi değerlerimle, değerlerimin içinden çıkan moral cesaretimle, zamanın ruhunda beni iten tinsellik anlayışımla var olmayı seçiyorum… “ EEE güzel o zaman…

 



 

 

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...