27 Aralık 2011 Salı

Gelincikler Solmasın




Sabahın ilk ışıklarıyla uyanan her yan, güzel bir çift göz karşısındaymış gibi umutla güne “selam” derken, hiç bitmemiş, bitemeyecek kadar sıcaklığı olan küçük bir gelincik ortada ama bir başına duraksıyordu. Bu duraksamanın yüzümüzde uyandırdığı geçici güzellik, kaba bir rüzgârın sessiz çığlığı ile yok olurken, insanın daha bir sevesi gelmesin mi? Sanki tüm yaşammış gibi ortada ama bir başına duran gelincik artık hiç gitmeyecek kadar dimdikti. Nereye gitsin ki?

Gidecek yeri olmayanlar iyi bilir. Ortada duraksamaktan başka hiçbir yerde ayakta kalamayacak olan gelincik, gitmek istese bile gittiği yerde yaşayamayacağını, ayakta ölmesini de hiç kimsenin göze alamayacağını iyi biliyordu. Gelincik ölmemeliydi.

Yer yan koşturanlarla doluyken ölmemeyi bile kendisine iş edinebilecek kadar zorda olan gelincik için, dimdik durabilmenin zorluğu bir yana, kenardan onu süzenlerin iç geçirmesi de işe yaramıyordu. Bir gün birisi mutlaka kaba bir rüzgâra esir edecekti. Bekliyordu.

Solmaması gereken tüm güzelliklerde olduğu gibi gelincikte de durum hep aynı kaldı. Hep bir başına ama duraksayan duruşu, gözlerin önünden olmasa bile yüreklerin ötesinde hep durdu. Duracaktı da. Nasıl durmasın ki?

Gözlerin önünde olmasa bile, yüreklerin ötesinde kalan gelincik zorda dururken, gözünün önünden ayırmayanlar için bilinmezliklerle dolu sıcaklığın içtenliği, her yanı sardı. Nasıl sarmasın ki?

“Gelincikler solmasın! Solarsa yürekler de solar” dercesine akan gözyaşlarına inat, kimseler gelinciğin kaba rüzgâra karşı durabilmesini sağlayamadı. Her bir kaba rüzgâr, derinlerden akıttığı esintiyi gelinciğin tam yüreğine kondururken, düşünmeden estirdi gitti. Nasıl düşünsün ki?

Gelincikler yok olmaya yüz tutarken, serin gelen bir günün ortasında, her yanı sıcak ama bir o kadar da kapsayıcı bütünlüğü ile kendinden emindi. Gelincik de kim?

Kim mi?

Gelincik yüreklerimizin içindeki sevgi... Belki de tüm yaşam, olmadı yaşamın orta yeri, yine olmadıysa daha ne diyelim?

Bir şey demeyelim. Ne denebilir ki?

Gelinciğin orta yerde kendinden emin ama sıcacık duruşunu sevgi olarak bilmeyenlere ne denebilir ki?

“Hiç.”
"Mutsuzluk aniden gelmez, onu hazırlayan nedenler vardır." (Balzac)

Reyhan Gazel

22 Aralık 2011 Perşembe

AĞIR YÜREKLER



Bugünlerde iç huzursuzlukla birlikte dış etkilerle daha bir ağır olduk. Öyle bir hale geldik ki, artık yüreklerimiz yerinden kalkamayacak kadar kilo aldı. Hantallaştı, içimize sığmıyor.

Gencecik bedenlerin, yüreklerin daha yaşamın kendi rengiyle tanışamadan yitip gitmesi, neden gittiğinin ifade edilememesi, geriye bıraktıkları… Gölgemizden korkar halde yaşamaya çalışmamız… Ne oluyor bile diyemeden ayakta kalmaya çabalamamız…

Bir haller oldu yine. Gökyüzü yeryüzüne yaklaştığında yaşanan acı tabloyu hissederek ayakta kalmanın yorgunluğu mudur nedir? Birilerinin küçük oyuncular üzerinde yaptıkları büyük tezgâhları bilerek ama “bilmeden” yaşamaya çalışmanın ağırlığı da ardında… Ağırız çok ağır.

Yüreklerin kendi hüznü bir tarafa bir de başka yüreklerin hüznünü yaşamaya çalışmanın ağırlığı bu. Bu öyle bir ağırlık ki, hiçbir şey yapamadan bakabilmenin bile ağır geldiği bir durum.

Kuşlar, böcekler, çiçekler derken belki de unuttuğumuz başka yaşamların ağırlığı çöktü yine. Hem de hepimizin üzerine. Hiç kalkmayacakmış gibi derinlerden… İtiyoruz gitmiyor, tıpkı kâbus dolu rüyaların diş gıcırdattıran gerilimi gibi.

Ölüm acıdır, herkes için acı. Kimsenin ölümü kimseyi sevindirmez. Bunu bilirim. Ama bazı ölümlerin acısını bile anlatamayız. Nedensiz, gerekçesiz… Ne kendimize ne yakınlarına.

Ağır yürekler daha da ağırlaşırken bir de yaşamın kendi içindeki rutin ağırlıklar bazen çekilmez gibi geliyor insana. Ama çekiliyor. Her başa gelen, her yaşanan, her yürek acısı çekiliyor.

Biraz üzülerek, biraz sevinerek, biraz ağırlaşarak, biraz hafifleyerek yine de yaşamak güzel. Ağır yüreklerle yaşamaya çalışmak yine de inatla ayakta kalabilmek güzel. Gencecik bedenlerin arkasından huzur duaları edebilmek güzel. Dua edebilmeye şükretmek daha da güzel.

Geriye kalan hüzünle birlikte acının getirdiği sıkıntı olsa da, daha da ağırlaşan yüreklerle hafiflemiş gibi çabalamak güzel. Her isimsiz kahramanın ardından dua ederek yaşayabilmek onların yüreklerine ölümden sonra bile konabilmenin tadını alabilmek güzel.
Reyhan Gazel

17 Aralık 2011 Cumartesi

Göğe Çıkan Yürek





Yeryüzüne hâkim bir tepeden, usulca göğe yükselen tüm yüreklerin içindeki derin acıları nasıl anlatabiliriz?

Yeryüzünü inceden süzerek kendisini yerçekimine karşı koyamadan üfleten, üflettiği anda da yok olmaya yüz tutan yürek, yeryüzünü kendi cennetine çevirirken ne de mutluydu kim bilir?

Mutlulukla yaşamı bir tutanlara küçük bir göz kırparak şimdi daha da mutluyum demesin de ne desin? En azından yeryüzünden uzakta. Geldiği yerde, gelmemek için direndiği, gelmeye istekli olduktan sonra da şaştığı yerde. Şaşarak alışmaya çalıştığı her mekânda. Biraz şaşkın, belki de üzgün, ama geldiği yeri bilerek… Yeryüzünü anlayarak geçirdiği anların tümünü, en derin noktadan hissederken, göğe çıkmamak ister mi? İstemez elbette. Mutluluğa hasret yeryüzünden çıkmak mutlu edecektir artık.

En azından yüreği özgürdür. Ayakları yeryüzüne bassa da.
Kuşlar gibi, küçücük ama rahat.
Her şeyin üzerinde ama en yakınında.
İstediği anda uçarken ayaklarının yerde olduğunu bilmek de güzel.
Bunu herkesin bilmesine gerek görmeden.
Nasılsa değişemeyeceklere ne dese yine her şey aynı. Niye desin ki?

Kendisini küçük bir kuşun kanatlarında hissedenlere dostluktu yazdıklarım.
Yalnızlığı paylaşan, kötü günü iyi yapan bir dostluk.

Daha ne olsun?

"Bazı kuşlar diğerlerinden daha yüksekten uçar." Friedrich Nietzsche

Reyhan Gazel

16 Aralık 2011 Cuma

Yeryüzü Dinle: Buradayım!



Gökyüzünden inerken huzursuz, korku dolu ve heyecanlı olanlar, iner inmez üzerlerine inen bir cesaret güdüsüyle yola koyulurlar. Yeryüzünü gökyüzü ile yakınlaştırabileceklerinden kuşku duymayarak… Gökyüzünden gelmiş olmanın doyumsuz sonsuzluğu ile işlerinin kolay olacağını sanırlar. Hadi canım.

Yola çıkarken yanlarında getirdikleri güzel duyguları henüz içlerine konmuş korku seliyle birleştirerek, başarılı olacaklarını bir an bile unutmazlar. Korkunun kattığı güçle, daha da hırsla yaşayabileceklerinden kuşku duymadan yaşayabilmenin tadını bildiklerinden, rahat davranırlar.

Yeryüzünün tüm kâhinlerine uzaktan bir bakış atarak, “buradayım” demeleri de bundandır. Ama garip bir şekilde heyecanlarının kaybolmaya başladığını anladıklarında, başlangıçtaki umutları serinlemeye başlar. Bu serinleme bildikleri bir serinleme de değildir. Anlayamadan, bilemeden gerçekleşen ve kontrol dışında oluşan cinsten bir serinleme. Sanki duygu seli yerini duygusuzluğun seline bırakmış gibidir. Neler oluyor?

Neler oluyor bile diyemeden yaşanan bir duygusuzluk seli, serinlemenin devamıyla birlikte gökyüzünü bile unutturmaya başlar. Artık, yeryüzünde başına bir haller gelenlerin, “dur” diyebilecek gerçeklere ulaşması gerekmektedir. Ama gerçek o kadar çoktur ki. İşin içinden çıkabilmesi için öncelikle gökyüzünü unutması şarttır. Yeryüzünde yaşayabilmesi için gökyüzünün bulunduğu yeri bile hatırlamayacak kadar uğraş vermesi önemli hale gelmiştir. Kendini de unutacak mı?

İner inmez duygu seliyle yaşamaya başlayan tüm yürekler, duygusuzluk seli karşısında ne oluyor bile diyemeden ardı ardına düşüncelere dalmaya başlar. Bu düşünceler yakasını bırakamayacak kadar önemlidir artık. Bir anda kendinden çıkmaya başlamasının bir nedenini bulma çabasına girişmiştir bir kere.

Kendinden çıkan, kendini tanıyamayan yürek, gökyüzünü arada bir hatırlamaya çalışsa da, önündeki “kendilik” sorununu aşamadığından, anlayamadığından zora girer. Bu zorluk duygusuzluk selinin yarattığını ve aniden yaşama girişini anlatan bir zorluktur.

Ne uyku kalır, ne düzen, ne de ‘kendi’. Kendinden çıkan herkesin yaşadığı gibi.
Alışması mı gerekir, alışmaması mı?
Yoksa yeniden çıkmayı denemesi mi?
Gökyüzünü unutan tüm yüreklerin karmaşası şeklinde beliren bu sorular, yüreği yiyip bitirirken, ortada bir süre sonra yenilmiş bir yürek ve nereye baktığı belli olmayan bir çift göz kalır.
Baktığı yerleri bilmediği 'kendi' için gören bir çift göz.

Gökyüzünden uzakta, yaşamın dışında yürek, gökyüzünü artık unutmaya başlamıştır. Nasıl unutmasın ki?

Hoşlandığınız şeyi elde etmeye bakın, yoksa elde ettiğinizden hoşlanmaya zorlanabilirsiniz" (Shaw)

Reyhan Gazel

14 Aralık 2011 Çarşamba

GÖKLERDEN BİR MELEK İNDİ




Sevdi. Bıkmadı yine sevdi. “Kötülükten, sevgisizlikten kimseye hayır gelmez” diyerek sevmeye, her nimete sahip çıkmaya yüreğinden söz verdi. Şükür etmeyi sadece sözle değil, şükür ettiklerini insanlığın hizmetine sunarak rahatladı. Bu öyle bir rahatlamaydı ki, yüzündeki ışıltı her geçen gün arttı. Göklerden bir anda yeryüzüne inmiş bir melek edasıyla, tebessümle, mutlulukla, huzur dolu yaşamını derinlerden bir bakışla herkese sundu.

“Tüm melekler gökyüzünden inebilir” düşüncesi, yaşamın yeryüzündeki acımasızlığını ilan etse de, yeryüzünde de yüreklerden inen melekler hep olmuştur. Evrenin sonsuzluğunu, yüreğindeki “insan” derinliği ile bütünleştirip, bütünleştirdiği küçük evrenini, tüm küçük evrenlerin hizmetine sunmak tüm meleklerin görevidir. Yeryüzündeki meleklerin… Yüreğinde melek iyiliği, niyeti taşıyanların… Güzel insanların… Huzur dolu yüzlerin…

Kuşların amansız bir huzur yarışı yaptığı gökyüzünde, yeryüzünde huzur yarışına pek de alışık olunmaması ne acıdır. İnsanlık adına büyük acı… Yeryüzünde, yüreğinde iyilikten başka bir şey taşımayanların varlığını bile bizlere unutturan büyük acı… Yeryüzünde yürekten melek olanların, tüm mağdur yüreklere katkısının büyüklüğünü bilerek, onları korumak, kollamak, daha büyük iyiliklere ulaşması için aracı olmak ne kadar önemlidir, bilir misiniz? Yeryüzünü biraz daha güzelleştirebilmek için çabalamanın, yüreklerdeki karşılığını anlayabilir misiniz?

Tüm yaşanmış acılara, sıkıntılara, kötülerin yüzünün gülmesine inat, yaşamı biraz daha derinlerden, yüreklerin içlerinden görebilmek, gökten inmiş bir melek edasıyla var olmaya çalışmak uzun yıllar çabalamayı gerektirir. Bu öyle bir çaba ki, karşılıksız, sadece yüreklerin zenginleşmesi için verilen bir çaba. Görünmeyen, görünemeyen ancak huzuru hissedilen bir çaba. Gece rahat uyku uyutan bir çaba…

Yaşam herkese, kendince bir şeyler sunarken, yüreklerin yok sayılmasını başarı olarak gösterirken, tüm bunların ötesinde, yüreklice yaşayabilmek kolay olmaz. Gerçek başarının yerinin farklılaştığı bir yaşam…

Farklılıklarla yaşamak, farklılıkları yaşamın kendisi kabul ederek, yaşamı derinlerden görebilmek, yürekleri yürekten konuşturabilmek zordur. Acıları yaşatanlar için… Acı verenler için… Farklılıkları göremeyenler için… İnsanı yüreklice düşünemeyenler için…

Gökten inen melek, insanı sever. İnsanı insan olduğu için sever. Mutlulukla sever, gülümser… En büyük nimetin yerini hiçbir şeye kaptırmadan üstelik… Saf bir sevginin beslendiği yüreği taşıyarak… Saflıkla, koşulsuz bir sevginin yerinin yeryüzünde tahtı olmadığını bilerek...

Tüm özel yavrularımıza...
Reyhan Gazel

5 Aralık 2011 Pazartesi


REYHAN GAZEL

İşaret Kuşlarım


Sevgiyle bakılan yaşamda, yürekli yaşanan yaşamda, yüreksizleri yok sayan anlayışta hep bir İŞARET KUŞUM devrededir.

Bu “İşaret Kuş”um bazen ağır aksak yürüyen bir gencecik delikanlı, bazen de konuşamayan güzel bir kız çocuğudur.

Kuşları oldum olası severim. Tüm yaşamın üzerinde “herkese selam” edercesine özgürlüğü anlatır bana. Bu özgür duruş hep cazip gelir. Nasıl gelmesin ki? Gökyüzünü yeryüzü yapan tüm duruşları içinde barındıran “İşaret Kuş” larım gibi… Yeryüzüne gökyüzünü indiren güzellerimdir tümü. Bana yaşama sevinci veren güzeller… Özgürce yaşamayı her an bekleyen umut gözleriyle bakarlar hep yüzüme. Bazıları bunu kolay başarırken bazıları ise hep zorlanırlar… Zorlansalar da karıncanın Kâbe’ye gitme hikâyesinde olduğu gibi özgürlük yolunca “ ölürüm” derler, herkese dedirtirler. Yavaş ama emin adımları herkese cazip gelir. Yeryüzünde gökyüzünü görebilen herkese…


“İşaret Kuş”larım, yaşamı bildikleri gibi yaşarlar. Bilmediklerini pek düşünmezler. Hatta çoğu zaman bilmek bile istemezler. Dönüp bakmazlar. İşareti gösterirken herkese, neyi gösterdiklerini görebilenlerle paylaşmaktan geri duramazlar.

Kuş gibi özgür, yaşamı güzellikleriyle herkese gösterme derdinde olan “İşaret Kuş” larımı hiç bilmeyenler de var. Görmeyenler, burunlarının dibinde bile olsalar anlayamayanlar… Yaşamında, yüreğinde “ İşaret Kuş”u olmayanlardır bu insanlar. Onlara ilişmeyin. Bırakın dursunlar kenarda.

Ama “işaret Kuş”u olmayanlar “işaret Kuş” larıyla ilgili fikir belirtiyorlarsa o zaman yandık. Zaten hep yanıyoruz. Allah “İşaret Kuş” larını korusun bu insanlardan.

“İşaret Kuş” unu görmeyenler…

Yaşamın içinde tüm güzellikleriyle herkese iyiliği, güzelliği, sevgiyi, dürüstlüğü, yalansız yaşamı, insanlığı, yürekliliği, temizliği, saflığı… Anlatan “İşaret Kuş” larımı bugüne kadar görmeyenlere, görüp de görmek istemeyenlere, hep gördüğü halde kafasını çevirip işaret edemeyenlerle uğraşmalarına hatta kendisini işaret edici zannedenlere çok kızgınım. İlişmeyin demem bundan. Zamanı gelince herkese ilişiriz ama “İşaret Kuş” larım işaret ettiği zamandır o zaman. Bırakın dursunlar.

“İşaret Kuş”larını hep görenler…

Yaşamda kendisi olarak yaşamaya çalışan, yaşamaya çalışırken de herkese işaret edecekleri güzellikleri seçip çıkaran ve bu güzellikleri hep gören herkese gösteren “İşaret Kuş” larımla her zaman birlikte olan insanlar da vardır. Bu insanlar gökyüzünü yeryüzüne indiren özgür bir yürekle yaşamayı seçmişlerdir. Bu seçim güzellerimin başarısıdır. Güzellerimi görenlerin seçimidir. Yeryüzünde gökyüzünü beklerden mutlu olmayı seçerken bir taraftan zorlukları da kabullenmişlerdir. Bu zorlukların mutlaka karşılığını alacaklarını bildiklerinden de rahatlardır her zaman.

“İşaret Kuş” larımı yok sayanlar

“İşaret Kuş” larımı yok sayanlar için yaşam boş ama hoştur. Geçici bir hoşluk… Hoşluk geçici olunca gelen boşluk da büyük olur. Bilene… Yeryüzünü, gökyüzüymüş gibi yaşayanlar gökyüzünü yeryüzüne indirmeye çalışmayanlardır aynı zamanda. Çünkü yok sayılan gökyüzünü hiç bilmezler. Varlığını, insana katkılarını, güzellikleri, derinlikleri… Yazık diyelim, onları da geçelim.


“Güzelin ettiği söz de güzel olur”

“İşaret Kuş” larım gökyüzünün güzelliklerini içinde barındırarak, güzeli en güzeli yeryüzüne indirirler. Hatta indirmekle kalmaz, gözümüze sokarlar ama gözü işarette olana…

“İşaret Kuş” larımı bilmeyenler, onların güzelliklerini de göremezler, görmeye çalışsalar da… Güzellik yürekle görülür, bunu bile bilmezler. Güzeli görüntüde arayanlara mutluluk gelir mi? İşaret edilebilir mi?

Peygamber Efendimiz (SAV) daha güzele ulaşmak için yanında “İşaret Kuşu” bulundurmadı mı? “İşaret Kuş”larıyla kendilerini daha güvende ve iyi hissetmedi mi? Bunu bile göremezler, yok sayarlar… Yürekleri de yok sayarlar. Peygamber Efendimize inat üstelik. Yazık ki ne yazık böyle insanlara.



Özürlülerimiz, özel insanlarımız, güzel yavrularımıza müjde;

Bir gün “İşaret Kuş” unu herkes öğrenecek. Herkes işaret edileni görecek, herkes tüm yüreklere sahip çıkacak. Belki ömürler yetmeyecek ama… Yine de rahat olun.


NOT: İşaret Kuşu ifadesi güzel insan İlke Öztan’a aittir. Bir gün herkes İlke”yi tanıyacak. O zaman işaret kuşundan tam olarak ne kastettiğim daha iyi anlaşılacak. Biraz daha sabır.

Sevgiyle kalın
REYHAN GAZEL- RAYİHA

29 Kasım 2011 Salı




RAYİHA ÇIKTI....


Aslında tüm yaşamımız içerimiz ve dışarımız arasındaki derin ilişkiyle oluşmaz mı?


Kardelen gibi, karları, karların ortasında usulca açandır; sevgi… Daha ne olsun?


Sevgi dediğimiz şey, belki de yaşamı küçük bir kuşun gözleriyle görebilmenin hafifletilmiş tadını almaktır.



Öyle bir sevgi istiyorum ki, gökyüzünün tüm yıldızlarını selamlayacak, hepsini ellerime değil, yüreğime konduracak, yüreğime konan yıldızlarla için için dans ettirecek…



Böyle bir sevgi de, akıllardan önce yüreklerin konuştuğu bir sıcaklık, yüreklerden önce akılların konuştuğu bir ustalık…


Doğada gördüğümüz her şeyi yüreklere katacak bir derinlik, insanları en açık haliyle anlatacak bir akıl, kuşların yüreklerini düşünen bir bilinç…

Ne diyelim, otu bile gül gibi gösterecek bir bakış, geceyi gün ortası yapacak bir enerji, akşamları sabah yapacak başlangıç, her yanımı güzel insanlarla dolduracak bir hikmet yolculuğu…



REYHAN GAZEL

23 Kasım 2011 Çarşamba

ÇAĞDAŞ ENTÜİSYONİSTLER’




Herkesin her şeyi bilmesi bir tarafa, herkes her şeyi hisseder de oldu. Falcılar işsiz kalırsa şaşırmamak gerek. Herkesin eli yüreğinde hissedip duruyor, neyi mi? Yaşamı, kendisinin geleceğini, başkasının ne zaman terfi edeceğini…

Yaşamın içinde bir sezgiciliktir gidiyor son zamanlarda. Bilerek atılan adımların yerini, hissederek atılan adımlar almış. Bilmeden hissedilirmiş gibi. H.Bergson yaşasaydı ne derdi acaba?

Bergson, anlayış gücünün gerçeği kavramadaki yetersizliğini kendi düşünce düzeni içinde başka bir yetiyle gidermeye çalışmıştır. Onun "sezgi" adını verdiği bu yeti yapısı gereği kişinin iç evreniyle ilgilidir. Sezgi, içten olanı, özde bulunanı görme anlamındadır. Bilen kişinin en önemli özelliği de kendisinde sezgi denen yetinin bulunmasıdır. Akıl dışa dönüktür, sezgi ise içe yöneliktir. Aklın kavrayamadığı "süre"yi sezgiyle bilme olanağı vardır. Gazali de aklın ötesinde bir gücün bizleri doğruya ulaştırabileceğini anlatıyor.

Ben filozofların yalancısıyım. Onlar böyle diyor, biz onlardan öğrenip yaşama aktarıyoruz. Ama “çağdaş entüisyonistler” aktarmakla yetinmeyip, yaşama doğrudan ‘bilmeden’ katıyorlar. Yazık.

Herkesin her şeyi bildiğini düşündüğü günümüzde, her şeyin ‘sezilebildiği’ gündemi çok yeni aslında. En azından yaşamda etkinliği yeni. Değişimi onaylamanın belki de en büyük sıkıntısı. Değişiyoruz ama bazen istenmedik yönde… Bilgiden uzak kalarak, bilmeyerek, bilmediğimizi bilmeyerek, bilemeyerek, daha da vahimi bilmeye zaman vermeyerek… Yerine koyulan sezgi, kolaya kaçmanın ötesinde, çoğunlukla yanlışın da yerini sağlamlaştıran bir güç …

Bilgiyle dolu bir yaşamda sezgilerin kullanılması anlamlıdır; bilene… Bilginin yanına sezginin güç olarak getirilmesi önemlidir; düşünene… İçe dönerek kendi yüreğimizi de yaşama katabilmemiz gereklidir; anlayabilene…Sezgi yerindeyse, olmalıdır; hissedebilene…

Çağdaşlığın ölçütü, bilgiye ulaşabilmekle sınırlandırılırken, bir taraftan bilgiye sadece sezerek ulaşma arzusu pragmatik bir arzudur. Kolay yoldan kendimizi ifade etmenin arzusu. Uğraşmadan, yorulmadan, bilmeden… Sezgilere çevrede inanç varsa tehlikeli de olur. Bilgiye ulaşabilmenin hazzını uzat tutma ihtimaline karşı bir tehlike üstelik. Gelişebilmenin önündeki en büyük tehlike…

Bilgiye ulaşmada yetersiz olanların sezgiye yönelmesi bana bunları yazdırttı, sadece sezgi ile yaşamaya ve var olmaya çalışanların çokluğu beni kızdırdı, gelecek nesillere bilgiden uzak sadece sezilenlerin bırakılma ihtimali beni gerdi… Çağdaş sezgiciler arttıkça da devam edecek.

Bilgilerini sezgiyle süsleyenlere küçük bir hediye… Boşlukları doldurmak da size ödev…

Reyhan Gazel

15 Kasım 2011 Salı

Hasretlik







Küçük bir kâşifin dünyayı aramasını
Göklerdeki kuşun büyük solumasını
Yerdeki taşın kendini bilerek yaşamasını
Bir böceğin daha büyük böceği görünce kaçmasını
Bekledim.

Yerin altındaki suyun, yere çıkmadan önceki sessizliğini anlatırken zorlanmak gibi
Çimenlerin üzerinde debelenen atların, başını yukarıya kaldırırken rahatlaması gibi
Bir bebeğin doğar doğmaz, ağlamaktan öte bağırmasını izleyenlerin mutluluğu gibi
Küçük bir kuşun, yiyecek gördüğünde hemen konmasının ardından ansızın kaçması gibi
Bekledim.

Irmakları
Gülleri
Yürekleri
İnsanları
Bekledim.

Beklemekten yorulmadım
Ağlamaktan bıkmadım
Koşmaktan sıkılmadım
Yürümekten vazgeçmedim
Bekledim.

Bekleme dediler, bekledim
Gelme dediler, geldim
Gitme dediler, gittim
Durma dediler, durdum
Yine bekledim.

Neyi?
Belki de beklemeyi.
Güzel günleri
Gülümseyen yüzleri
Huzuru
Sevinci
Mutluluğu
Yüreği
İnsanı.


Reyhan Gazel

9 Kasım 2011 Çarşamba

Öykümde Acı Var!





Öykülerinde acı olanları düşlerim hep. Bu düş bazen, içinin gözyaşı olduğu bir öykü üzerine kurulurken bazen de gülümsetir. Acının ötesinden gelen beklenmeyen durumların güzelliği gülümsetir çoğunlukla. Arada bir de, insanı yaşamın içinde daha sıkı var eden direnç getirisi.

Yaşamı, yaşamın içinde kavrayabilmek her zaman hepimiz için kolay olmaz. Bu yüzden her daraldığımızda kendimizi gökyüzünün derinliğine bırakmak, o derinlikte yok olmadan gökyüzünde yaşıyormuş hissini yüreğimize yaşatmak gerekir.

Kendisini gökyüzünde, derinlikler içinde bulan yürek hafifletir yaşama ilişkin yargıları.

Gökyüzünden bakılan pencerede geniş düzlüklerin yanında engebeli boşluklar da daha iyi görünür.

Gökyüzünden yaşama derin bakışta her şey o kadar küçülür ki… Yürek o kadar hafifler ki… O zaman yeryüzü, gerçek duruşuna geçerek yaşama ilişkin sıkı, sağlam duruşu yürekte bulur öncelikle.

Öyküsünde acı olanların kendisini hep yeryüzüne sıkıştırmasını anlayamam bu nedenle. Oysaki gökyüzü tüm acıların yok olduğu, boşlukların doldurulduğu, güzelliklerin daha net göründüğü bulutları yüreğe yerleştirir.

Öykülerinde acı bulduklarım hep serinletir aslında.

Yaşamın kızgın çöllerinde gezinmeyi alışkanlık edindiğimizden mi ne?

Bir insanın acısını hafifletmek için gökyüzünün serinleten etkisinden yararlanmak ne güzeldir.

Kitabın başlığına bakıp yazılarımda acı arayanlara, “gökyüzünü” daha ilk satırlarda hatırlatmak da serinletici etkinin varlığının baştan kabulü olmaz mı?

Bu kitapta öykü var. Acıların öyküsü… Acılıların öyküleri… Acı çekenlerin yürekleri…
Acılı insanlar… Acıdan kurtulmaya çalışanların yaşamı tutuşları… Tutuş şekilleri… Yaşam var.

Bana bu kitabı yaşam yazdırttı. Acılarımla baş başa yaşarken kurtulma çabalarım, acılardan kurtulmaya çalışırken girdiğim derinlikler, acılardan çıkarken karşılaştığım insanlar, olaylar, durumlar…

Bu yüzden acı olan her şey bana çok yakın. Aynı yaşamın yakınımda olması gibi. Çünkü yaşamın içindeyim. Acı olmayan bir yaşamı hiç görmediğimden herkesin acısı benim acım gibi. Kurtulma isteği de benim düşünsel mesaim… Nedenini söylesem ne dersiniz bilmem ama.

Sanki yaşama amacım. Acılar ve kurtuluş öyküleri… Acıdan kaçış öyküleri, acıyla yaşamaya alışma öyküleri… Kısaca dram içinde ayakta kalma mücadelesi.

Bu duruşum beni yorsa da tüm yorgunlara ithaf etme isteğim beni dinlendiriyor.
Reyhan Gazel

4 Kasım 2011 Cuma

Ressamın Hüznü






Duvarlar eskimiş, taşlar geçmişin ağırlığında, binalar ha çöktü ha çökecek, durgun gökyüzü… Üzerine sinen yorgun yılların izini istemese de taşıyor. Taa derinlerden bir ses, belli belirsiz, sadece mırıltı, ne dendiği anlaşılsa belki duvarlar biraz yenilenecek ama… Gökyüzü açsam mı açmasam mı diyor sessizce tam bir bekleyiş. Ne beklediği hiç bilinmeyen… Kimsenin beklediği de yokmuş gibi gökyüzünü. Uzaklardan bir ses biraz daha anlaşılır geliyor galiba yaprak kıpırdadı. Rüzgârın etkisi olsa gerek. Ama o rüzgâr sadece yaprağı kıpırdatıyor, gökyüzü hala durgun…

Karşıda Ayşe Teyzenin kapısı açılıyor yavaşça. Çıkan Kezban Teyze. Bir şeyler konuşuyorlar yine belli belirsiz, duyulmuyor. Bakkalın önünde emekliye ayrılalı uzun zaman olduğu belli üç yaşlıca adam da konuşuyor aynı anda. Bir de duysak ne konuştuklarını… Ama tahmin edebiliriz; hükümet kurup, bakan atıyor olabilirler. Ya da belediye seçimleri… Çocuklar her yerde aynı; cıvıl cıvıl. Onlar da olmasa yaşam çok uzakta denecek. Ama yaşamın tam ortasındayız çocukların sesleriyle. Neye güldüklerini, koştuklarını bilmemiz, anlamamız mümkün değil. Bizden çok uzak konuşmalar.

Çocuk parkına doğru bir bakalım hazır çocukları düşünmüşken. İşte yaşam burada derken kenarda bir ressamı görüyoruz. Ne çiziyor ki! Çocuk parkının nesi çizilebilir, sadece yaşanır. Ama ressamımız çok ciddi çiziyor. Yüzüne eğilip bakmaya çalışıyoruz. O kadar kapanmış ki göremiyoruz. Bir ara yüzü sanki bize doğru döner gibi oluyor; ağlıyor… Göz bebeklerinin içine hapsettiği yaşları gizleyemiyor. İlginç. Yaşamın olduğu tek yerde ağlayan bir ressam var.

Bu nasıl bir mahalle? Birden sıradanlaşan mahalleye “çocuk parkında ağlayan ressamdan sonra” farklı bir gözle bakıyoruz. Yanına gidip sorsak ne der ki. Belki konuşmaz, kızar, susar… En fazla ne yapabilir ki. Yanına gittiğimizde soruyoruz meraklıca “ Neden ağlıyorsun? “ “……. “ Tekrar denemek gerek: “ Neden ağlıyorsun? “ “… “ Konuşmayacak belli ki. Neyse ki dövmedi diye sevinmiyor değiliz. Çaktırmadan baktığımızda ressamın resmini bitirmek üzere olduğunu görüyoruz.. Resminde güzel güzel çocuklar parkın tadını çıkartıyor, koşuyor, gülüyor, çok mutlular… Ama altında kocaman bir başlık dikkatimizi hemen çekiyor.
“ HÜZÜN “

Bu ressam galiba akıl hastası diye düşünüyoruz kolayca. Düşündüğümüz doğruymuş gibi aklımızdan cümle de kuruyoruz. “Hastaneden kaçmış ve çocuk parkında ağlayarak, gülen çocukların resmini yapıyor” Soruyoruz çevredeki insanlara: “Tanıyor musunuz ?“
“Hayır, bugün ilk defa gördük“ Tekrar yanına gidip bir hamle soruyoruz “Neden ağlıyorsun?“ “Neden çocuk parkını resmettiğin tabloya hüzün başlığını atıyorsun ?“ “………………” Mücadeleye devam yılmak yok öğreneceğiz “Neden gülen çocukları resmettin ve adına hüzün dedin ?“ “……..”
Peki son bir hamle “Çocuk parkında gülen, oynayan çocuklar neden seni hüzünlendiriyor“ “………”

Yıldık diyelim. Belli ki ressam konuşmayacak sadece çizecek. Ağlayarak. Ama hüzün gördüğü tabloda çocukları da güldürerek kendi elleriyle… Uzaklaşıyoruz yanından.

Her çocuğun mutlu olduğu çocuk parklarında özgürlüğünü yaşayamayan engelli çocukların aileleri adına
Reyhan Gazel

1 Kasım 2011 Salı

KIZGINLIĞA KIZANLAR…







Savrulup giden yılların sızısı ne kadar büyükse, yürek o kadar ağırlaşır. Yüreği ağırlaştıran sızıların baş tacı olan kızgınlıklar, sevgiyi yaşayamayan yüreklerde bulunduğundan yaşamda oldukça sık karşımıza çıkar. Çoğu insanın sevgiyi yaşayamadığını bildiğimden…

Sevgisiz yaşanan yaşamın insanı kızdırdığını, kızgınlığın da kızgınlığı getirdiğini bilmek rahatlatmaz. Kızgınlığın kendi kendine, sevgisiz ortamlarda yetiştiğini bildiğimden…

Kızgınlığın insana ait temel duygulardan birisi olduğunu bilebilmek bile rahatlatmıyor. Her an, her durumda, her yerde karşımıza çıktığını gördüğümden… Beklenmedik anlarda, ansızın… Sevgisiz yaşayan tüm yüreklerde…

Sevgiden kopmuş insanlara hep acırım. Yaşama tüm güzellikleriyle birlikte bakamadıklarından… Kızgınlığın bile yaşamın içinde kızgınlıkla cevap verilemeyecek kadar anlamlı olabileceğini anlayabildiğimden…

Kızgınlığın yürekleri birbirlerinden uzaklaştırması, yaşamın içinde en sık rastlanan durumdur, söylenenlere inat. Oysaki yaşamda kızgınlık yerindeyse ve sevgi ile karşılığını buluyorsa, yaşamı daha da güzelleştirmez mi? Bize kızana gül uzatmak çok mu zor?

Kızarız, kızana… Her kızan gerçekten kızıyormuş gibi… İnsana sevgisizliği veriyormuş gibi… Sevgiyle yeşeren yüreklerde yaşanmayacağını bilerek, rahatım…

Bir gül kadar kıymeti olmayan yüreklerin, güle gösterilen özen kadar değerli görülmemesi kızdırır, bilirim. Ama kızdırana kızmayı anlayamam. Kızanların bazen iyi duygular içinde olduğunu düşündüğümden… Kızanlara gülümsemenin değerini yaşamın içinde gördüğümden… Kızanları utandırdığını yaşadığımdan…

Sevginin olmadığı her yerde kızanların da, kızana kızanların da, bulunabileceğini bilmek huzur verir. Her kızana kızmamanın büyüklüğünü de aynı zamanda.

Yaşamın içinde her şeyin birbiriyle örtüşen anlamları olduğunu düşünmek rahatlatır. Yaşama bakışı, mutluluğa kavuşmayı… Tüm güzellikleri getirdiğini gördüğümden…

Kızgınlığa kızanlara küçük bir hediye… Her kızana kızmamak gerektiğini hatırlatarak… Gerisi size kalmış…

Reyhan Gazel

28 Ekim 2011 Cuma

DENİZLERİ AŞTA GEL






Yıllar, yıllar önce bir şarkı vardı; "Denizleri aşta gel kurbanın olam… Kurtar beni buralardan…" 20’li yaşların başlarında ve âşık bir genç kız olarak aşkımı böyle çağırırdım. Çünkü uzaktaydım… Beni sadece onun zorluklara rağmen bulunduğum yerden kurtarabileceğine inanarak, sanki duaymış gibi bu şarkıyı söyler dururdum. Cahillik işte…

40’lı yaşlara doğru ise diyorum ki; denizlerdeki dalgalar birbirinin içinden çıkıyor. Biri diğerini kendi içinde var ediyor, biri bir dalganın içinden çıkarken, diğeri farklı boyutta ve şekilde aynı anda var oluyor, tıpkı yaşamın tümü gibi… Dalgalarla mücadele zor… Dalgaları takip edebilmek, kontrol altına alabilmek, her birini gözlemleyip ortaya çıktığı anı yakalayabilmek, tüm dalgaları bir arada görebilmek…

Gökyüzünün altında her şey eski olsa da, her yaşta yaşamın içeriği farklı algılanabiliyor. Her yaşantıda yaşam farklı algılanabiliyor, yaşamda nelerin beynimizde nasıl yansıyacağı değişebiliyor… Yine de her insan kendi evreninde olan bitenleri kendi gördüğü, bildiği şekilde yaşayabiliyor… Sanki tüm dünyadaki insanlar aynı gözle yaşama bakıyormuş gibi…

Gerçek yaşamını görebildiği durumlarda sadece insanı yanıltmayan kendisidir. Her şartta, her durumda, her yaşta farklı görebildiği güzellikleri bildiğinden olsa gerek.

Yaşamın tüm değişen durumlarını kendi değişimi gibi algılama eğiliminde olan insan, hatta değişimi kendisinin gerçekleştirdiğine inanıyor. Haksız da değildir böyle düşünenler. “Değişmeyen tek şey değişimdir” diyen Herakleitos’a buradan selam etmek gerek. Yaşama ilişkin bu kavramayı yüzyıllar önce görebildiğinden… Değişimi beyninde yaşayanları ve tüm evreni değişime açık olarak anlayabildiğinden…

Zamanın bile her an değiştiğini bilip de yaşamın önce insanda sonra tüm evrende olmadığını söylemek şaşkınlıktır. Şaşkınca yaşamı izlemektir, müdahalesiz, katılımsız, sessizce… İnsana uygun olmayan bir biçimde… Değişimi ‘öncelikle’ yaşayan bir varlık olan insan olarak hem de…

Değişiyorum, değişiyorsun, değişiyoruz… Her an, her gün, her hafta, her yıl… Ölene kadar, hatta öldükten sonra bile… Bir anda toprağa karışmadığımıza göre… Yok, olmadığımıza göre… Her şartta önce kendi beynimizdeki değişime, sonra yaşamın tüm değişimlerine ayak uydurabilmemiz dileklerimle…

Kolaylıklar dilerim
Reyhan Gazel

27 Ekim 2011 Perşembe

İRONİ NE KADAR İNSANCIL





Herkes biliyor, hem de her şeyi, evrenin sırlarından tutun da, kapı komşusunun evine en son gelen akrabasına kadar. İnsanın ‘bırakın biraz da biz bilelim‘ diyesi geliyor böyle anlarda. Ama fırsat kalırsa…

Bilenler bilmeyenlere anlatsın, bir bildiğim var o da ne kadar çok şey bilmediğin, biliyorsan anlatsana, bir bilmecem var çocuklar… Hadi sor…”ama sormayayım nasılsa biliyorsunuz”… Sahi bilmediğini bilen var mı? Pek rastlamadım, belki size denk gelmiştir.

Yaşamda herkes bilgi küpü gibi adeta. Kimsenin bilmediği yok gibi. Bilinmeyen kalmamış gibi. Herkes sürekli bilgi edinmek için didiniyormuş gibi… Herkes her şeyi biliyormuş gibi… Her şeyi bilmek mümkünmüş gibi… Bir biz kalmışız bilmediklerini bilen sanki.

Bilgi edinmek hem kolay hem zordur, bilene… Yaşam telaşında birçok şeyi kenara itip uğraşmak gerek, düşünebilene… Yaşamda kenara itilenlerin sayısı bilgiye ayrılan zamana oranla daha çoksa, "bilen" bilgiye o kadar yaklaşır, anlayabilene… Tersi durumdakilerin pek şansı olmaz, görebilene… Ama bu durum bir tarafa herkes yine de her şeyi bilir, en azından bildiğini söyler. Yakalanmadığı sürece de devam eder, yaşayana…

Her yerde herkes her konuda konuşabilir, bildiğini düşündüğünden. Dinleyen de bilmiyorsa sorun da çıkmaz. Karşılıklı bilgi alış verişi kolaydır o zaman. Tersi halinde ‘gerçekten bilenin’ durumu zordur. "Bilenin" işin içinden çıkabilmesi, ironinin ne kadar insancıl olduğu sorusuna verdiği cevapla doğru orantılıdır. O anda kararını vermelidir, geciktikçe karar vermesi zorlaşır, sıkılır, bunalır, gerilir. Bilgiye ulaşmak için verdiği çabanın yanında bir de bilmeyenler karşısında sıkıntısını çekmek, yorar.

İroni bazen insancıl da olabilir. Bilmeyeni bilgiye yönelttiği nadir de olsa görülebilir. Denemek gerek. Burada bilmeyenin, ama bildiğini söyleyenin, kişiliği devreye girer. Kendi bildiklerinde ısrarcı ise ironi kavgadan başka sonuç getirmez. En iyisi huzuru kaçırmadan, kafa sallamaktır. Tutar çoğunlukla. Kişi onay görünce rahatlar, etrafına yeniden bilmiş gülücükler sallar, bilen sıkıntıdan ellerini kemirirken hem de. Bu böyle gider.

Sokrates yüzyıllar önce söylemiş: “ Bildiğim bir şey var o da hiçbir şey bilmediğim” Aklınla çok yaşa Sokrates. Bilgiye ulaşmanın zorluğu bir tarafa, evrende bilinmesi gereken o kadar çok şey var ki. Bil, bil… Bitmiyor. Bitemez de. Bitse zaten evren de biter. Tüketilemedikçe evrenin kıymetinin artması da bundan. Ama ‘yola erken çıkan yol alır’ yollarda bilgiyi aramaya başlayan da hep kazanır. En azından bilmenin hazzını, bilgiye ulaşmanın güzelliğini…

Bu yüzden K. Jaspers “ Felsefe yolda olmaktır” dememiş midir? Düşünerek yaşama devamı bu kadar güzel sadece bir filozof anlatabilirdi. Düşünmenin bitmezliğini… Bitemezliğini…

Yolda olanlara selamlar…
Reyhan Gazel

26 Ekim 2011 Çarşamba

GÖKKUŞAĞININ ALTINDAKİLER







Her yağmur ardından gökkuşağını getirir. Altından geçmek için insanlar koştursun diye. Gökkuşağının altından geçenlerin tüm dileklerinin kabulünün varsayılmasıdır koşturmacanın nedeni. Gökkuşağını daha yakından görmek için değil.

Oysaki gökkuşağı büyük bir doğa harikasıdır, tüm dileklerin kabulü için altından geçilmek istenmesi onun kendi değerini azaltmaz.

Tüm dileklerin kabulü için doğa harikasının altından geçmenin gerekliliği güzel bir aldatmacadır aslında. Bu işi becerebilmenin zorluğu, hatta çoğunlukla imkânsızlığı bir mesaj veriyor olsa gerek. Görebilene…

Tüm dileklerimizin kabülü için sadece doğa harikasının altından geçmenin yetmeyeceği aşıkardır anlayana… Yaşamda hiçbir isteğin çabalamadan gelmediğini, gerçekleşmediğini bilenler için…”Gökkuşağı bul, altından geç ve isteklerine kavuş” düşüncesi gökkuşağı bulmanın zorluğu bir yana, altından geçebilmenin de zorluğunu anlatır. Tüm dileklerimizin gerçekleşebilmesinin zorluğunu anlatırcasına…

Bir şeyi başarabilmek için epeyce uğraşmak gerekir. Ter dökmek, zaman zaman koşturmak, inmek, çıkmak, yorulmamak… Tıpkı gökkuşağının altından geçmek istenirken verilen çaba gibi…Belki bir provadır, yaşamdaki isteklerimizin gerçekleşebilmesini kolaylaştırmak için. Kim bilir?

Doğa yağmurla temizlenirken, sokaklar, çiçekler, kuşlar, ağaçlar, evler, çatılar… Ardından doğanın başına taç takılır. Tertemiz, mis gibi, insana yaşam enerjisi veren renkleriyle. Bu renkler sıradan renkler de değildir, birbiri ardına göze hoş gelen, cıvıl cıvıl, mutluluk veren renklerin birlikteliği. Altından geçmek istemek yürek ister, yüreği olana… O güzelliğe yaklaştıkça gözleri kamaştırdığından… Tıpkı dileklerimize yakınlaştığımızda yaşadığımız gibi…

Doğanın tacı gökkuşağı, bu yazıyı okuyanların başında da olsun isterim…

Sevgiyle kalın
Reyhan Gazel

25 Ekim 2011 Salı

BU SABAH GÜNEŞ DOĞMUYOR







Bazı sabahlar güneşin doğmadığını hissederiz. Aslında güneş doğmuş, yaşam yeniden kurulmuş, bulutlar olması gerektiği yerde, insanlar koşturmaya devam ediyordur… Ama yüreğimiz güneşi göremeyecek kadar sıkıntıda. Böyle sabahların acı yüzünü yüreklerinizde hissederken neler yaparsınız?

Cevabınızı duyuyor gibiyim. “HİÇ” Evet, hiçbir şey yapmazsınız, tüm insanlar gibi. Tüm davranışlarımızın çıkış noktalarını belirleyen ve bedeni yönlendiren yürek hissizleşince, yüreksiz neler yapılırsa o yapılır. Yani “HİÇ” Yüreksizce yapılanların “HİÇ” olarak düşünülmesi garip olmasa gerek. En azından benim okurlarıma garip gelmemeli. Hala garip gelen varsa bilin ki, okurum olmamışsınız henüz.

Tüm yaşamımızın var olduğu yüreklerimiz yaşamdan tat almadığında, bedenlerin yaptıkları işe yarar mı? Yüreklerin yorulması bir anda da olmaz. Yürek sabırlıdır, bekler, bekler… Ama istenmeyenlerin üst üste geldiğinde kendinden geçer. Kendi gibi olmaz. Olması gerektiği yerinde durmaz. Bir başka şey olmayı da kendine yediremez. Beklerken yıpranmışlığı yaşadığından takati kalmaz ve güneşin doğduğunu bile görmez. Güneş bile bir şey ifade etmez.

Pırıltı içinde karanlıktadır o anda yürek. Kendine de dönemez. Dönse, kendinin gücü güneşi, kendine göstermeye bile yetmez. O kadar dardadır.

Bir hamle güneşe bakar yürek. Güneşin pırıltını derinlerden görmeye çalışır. Hala kendine gelmeye çabası vardır. Ama pırıltıda bile karanlık görür. Beden bu anda bir sürü işle meşguldür. Yüreklerin olmadığı tüm işlerin içinde didiniyordur. Bir oraya bir buraya… Dokunmayın bedene bildiği gibi yaşasın sevgili okurlar.

Bir süre böyle güneşsiz günleri yaşar yürek. Ne yapsın! Tüm evrene aşık olduğundan güzelliklerin bitmediğini bilerek rahattır aslında. Bir an gelecek ve güneşi görecektir mutlaka. O an yürek kendine kendisi sahip çıkar. Çünkü kendinden başka ona güzel dokunacak kimse yoktur. O dokunuş, derinlerden hissettirir kendini. En azından yalnız değildir. Bir kendisi bir de kendisi…

Öyle bir an gelir ki yürek gözlerini daha iri açar. “Görmem gerekiyor güneşi” Görmeye de başlar, ‘görmem gerekir’ derken… Biraz daha zamanı vardır bilir… Ama pes etmez. Evrenin her yanı güneşin pırıltısı kadar göz kamaştırır. Bunu çok iyi bilir, bir kendi bir de kendi olduğu için… Sonra… “ Güneşi görüyorum. Tam karşımda işte. Tüm evreni aydınlatan benim karşımdaki güneş. O öyle bir ışıltı verir ki onsuz olmaz hiç bir şey. Güneşi görmeyenlere üzülürüm. Göremeyenlere de. Görmek bile istemeyenleri hiç anlayamam. Bir an görememek hiç görememekten daha iyidir. Üstelik güneş kaybolup geri geldiğinde daha derinlere girer. Bulduğumuzda çocuk gibi sevindirir bizi. Görün hepiniz güneşin doğuşunu, güneşi, yaşamı, yaşamın tüm renklerini… Hadi…” Aslında o anda yürek güneşi değil bir taşı görüyordur, karşısında taş ona güzel bir bakış atmıştır, gözü ona takışmıştır. Ama taş bile yüreklice bakıldığında güneş tadı verir, bilene, görebilene…

Herkesin güneşi öyle bir açsın ki gözleriniz sadece pırıltı görsün…
Reyhan Gazel

19 Ekim 2011 Çarşamba

GÜLLERİN İÇİNDEN












Karakışta olduğu kadar güzün de gülleri düşünmek bir başkadır. Yapraklar dökülürken, gökyüzü yeryüzüne “yaklaşsam mı?” diye sorarken ne güzeldir güllerin yürekteki yansıması. Bilirim. Yeryüzünde gül yokken düşünerek mutlu olmayı…

Düşüncede var olan bir gülün yürekteki yansıması, o kadar incedendir ki… Küçük evrenleri sıcacık yapan… Karakışı unutturan cinsten adeta. Yüreklere baharı getiren… Bir gülü düşünmek bile yeter tüm bunlar için. Gülün her şeye gülümseyen yüzü evreni ısıtırken, güller yaptığı büyüklükten habersiz öylece yerinde durur.

Bir gülü düşünmek… Düşüncede bir gül var etmek… Gülü yürekte var sayarak yaşamaya çalışmak… Her gülde yaşamı görmek…

Karakışta bile gülü düşünmekten ötesi olabilir mi? Mutlulukla, huzurla, kendinden emin, rahatça… Küçük bir gülün koca doğada yapayalnız huzurlu bakışını anlatır gibi… Tüm evrene bir başına karşı koyar gibi… Düşünmeyi deneyin…

Bahar geldiğinden her yer yenilenirken, gül yürekten öte, gözlerimizde de açmaya başlar. Gözümüzün gördüğü her yerde. Her an yanı başımızda. Görebildiğimizde tabii. Gözlerin gülleri bile görememesi ne zordur…

Kırılma, üzülme, zorlama, görebilenlerle yoldaş, göremeyenlerle arkadaş… Gerisi… Dahası… Yok.


Usulca eğilip:

“ Ey küçük yürek! Ey koca beden! Ne bekliyorsun dahası için. Dahası yok, olmayacak. Görebilmek için yüreklice yaşamak gerek her daim. Yüreği yerinde olmayanlara inat, daha bir inat, yaşamak gerek. Küçük yüreklerdeki koca evren, küçük evrendeki koca yürek… Ne duruyorsun daha… Beni gör artık, her yerde, her şeyde…”

Diyen küçük bir güle kim ne diyebilir ki. Karşı durulur mu bu güzel sözlere… Yaşama güllerle katılmak için… İsteyenlere tabii…

Reyhan Gazel

16 Ekim 2011 Pazar

Geçmez Bu Günler




Gökyüzünün ve yeryüzünün birbirine yaklaşmasını özlemişim.

Hem de hiç bitmeyecek bir ahenkle dans ederken bulutlar; Mavi, beyaz, gri…

Arada bir damlalar, bazen iri, bazen minnacık, bazen de tepeleme… Üzerimize yağarken bile o kadar güzeller ki.

Gökyüzü belli ki yeryüzünü çok özlemiş yine. Kavuşmalarını izlemek mutluluk pekiştiriyor; Sevgiyle, ilgiyle, güzellikle…Yüreklerimizin içindeki güzellikleri çevremizde görebilmek öyle bir mutluluk ki…

Biliyordum yüreklerin aslında karşımızda olduğunu…

Her zaman yüreğimiz ellerimizde yaşarken, arada bir içimizde sakladıklarımızı yakınımızda, dışarıda görebilmek gülümsetiyor. Yaşam gülümsetiyor, yaşayabilmek mutluluk veriyor… Sevdiğimizin ellerini gökyüzünden yeryüzüne inen yağmur damlaları gibi serinletici etkiyle yaşayabilmek öyle güzel ki…

Arabaların insanı ürküten sesleri bile duyulmaz oluyor böyle anlarda. Böyle anlar ya çok olsa?Ne iyi olurdu değil mi? Hep yüreğimizi dışarıda da görebilsek. Görüyoruz, görmüyorlar, görebilirler…Görmeseler olmaz, o zaman yaşam gülümsetmez. Gülümsemeyen yüzlerde rayihalar saçılmaz, saçılamaz. Varsa saçılan güzel kokularımız etrafı donatamaz. Nasıl donatsın ki?

Minicik bir bebeğin mis cennet kokusunu duymadan yaşayabilmek ne acıdır. Yolda karşılaştığımız bebeğin mis kokusunu bile bilemeden yanından öylesine geçmek, yüreğimizin içindeki cennet kokusunu dışarıda göremeden yaşamaktır.

Acı vermesi bundan.

Sineklerin acil çıkışı arayan kıpırtıları karşısında bile gülümseyebilenler, yüreğini dışarıda da görebilenlerdir. Yaşamı, yaşam gibi, karmaşıklığını bile gülümseyerek karşılayabilmek zor olsa da mutluluktur, gülümsettiğinden…

Her daim mutluluk arayanlara son sözümüzü söyleyelim: İçinize ve dışarıya gülümseyin

Reyhan Gazel

4 Ekim 2011 Salı

Bence Anlamlı

Gökyüzünü düşünürken bir anda yeryüzünde helak olduk. Savrulduk, yılmadık, yine savrulduk, zaten yılamayız da. Yıldığımızda elimizden kim tutar demeden ayakta kalmaya çalışmanın zorluğunu yaşadık. Bu ne zordur bilir misiniz? Gökyüzünü beklerken telaşa düştük. Yorulduk, yılmadık, yine yorulduk, zaten yılamayız da. Yorulduğumuzda kim elimizden tutar bile diyemedik. Kimse yoksa el de yok, biliriz. Bu ne zordur bilir misiniz? Gökyüzünü düşlerken gökyüzünü göremez hale geldik. Yıkıldık, yılmadık, yine yıkıldık, zaten yılamayız da. Yıkıldığımızda kimse kaldırmadı. Kaldıracak kimse olmaz, biliriz. Bu ne zordur bilir misiniz? Gökyüzünü istedik bir anda gökyüzü kayboldu. Sarsıldık, yine yılmadık, yine sarsıldık, zaten yılamayız da. Sarsıldığımızda sıcak bir gülüş aradık. Kimse yoktu, olmasını istedik. Bu ne zordur bilir misiniz? Gökyüzünü beklemeyi bıraktık, istemeyi, düşlemeyi, beklemeyi… Her şeyi. Çünkü bizim adımıza birileri düşlüyor, gözlüyor, bekliyor, istiyor… Bununla yetindik. Arada birkaç iyi insanı bulduk, belki de aramayı unuttuğunuzdan birilerini kaçırdık. Biz bu yorgunlukla yaşarken hüzünlendik, üzüldük, dualarla ayakta kaldık. Tek dostumuz, tek çaremiz Allah’a sığındık. Bu sefer bulduk. Yıkılmayı durdurduk, düşlerimize geri döndük. Aral Gazel adına annesi olarak yazdık. Aral kim derseniz; Allah’ın bize en güzel emanetlerinden… Tıpkı; Samet, Güz, Furkan, Tolga, Ecem, Ceyda, Ahmet, Ali, Ayşe… Sedat, Hasan, Asiye, Fatma, Harun, Mesut, Ayça, Tuğba, Hüsna, Metin, Kader, İrem, Sevda, Mahmut, Beril, Güliz, Betül, Hande, Yasemin, Selim,………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………Gürbüz, Hale, Yalçın, Damla, Büşra, Kemal, ……………………………………………………………..Çoşkun, Hüseyin,………………. Şeyma…………………………………………………………………… Reyhan Gazel

4 Eylül 2011 Pazar

Öyküler, Öykülerimiz… Bazen bir kır çiçeğinin yanı başında, bazen de usulca esen bir rüzgârın karşısında düşünürüz yaşamı. Düşünürken geçmişte bıraktıklarımızın aslında her an bizimle olduğunu iyi biliriz. Geçmişi bırakamayız, bırakmayız… Öykülerimizde bizi en çok acılar düşündürür. Sevinçlerimizin en üst noktada bulunduğu anların dışında… Ya en mutlu olduğumuz anlar ya da acı veren anların tümü yüreğimizde kalıcı etki bırakır. Bunu iyi biliriz. Acıdan kaçış olmayacağı konusu her an bizi düşündürtürken çıkış noktalarını her an çözümleriyle bile aklımızda bulundurmak işimize gelir. İşimize gelir de gelmesine işimize geleni yapmak zor gelir çoğu zaman. Ölecek zamanı bile bulamazken yüreğimizi acılardan uzaklaştırmak için vakit yoktur. Oysaki - Yürek ilgi bekler - Yürek sevgi bekler - Yürek arınmak ister - Yürek belki de yalnız kalmak ister - Yürek güçlü kalabilmeyi özler - Yürek yüreklice, “yürek” gibi yaşamak ister - Yürek, “yürek” olduğunu unutmamak ister - Yürek güzellik ister - Yürek hoşluk ister - Yürek sahibinin güvenli elini bekler. Nasıl mı? Basit: Yüreğimizi kendi ellerimize alalım. Reyhan Gazel

14 Temmuz 2011 Perşembe

ŞEHİT ÇOCUĞUNUN GÖZLERİNE HİÇ BAKTINIZ MI?

Solgun bahçenin içinde bir kuytuda durup usulca etrafa bakıp ne olduğunu anlamaya çalışan bir şehit çocuğunu, babasının Türk Bayrağına sarılı tabutun içinde olduğuna kim inandırabilir? Sarılmayı, ayrı geçirdiği günleri hızlıca konuşmayı küçücük yüreğinde hayal ederken üstelik. Hıçkıra hıçkıra ağlayan tüm akrabalarının, bağırarak etrafa lanet yağdıranların orta yerinde masum, tek başına, sessizce yaşanan yıkılmış umutların yalansız gözlerine bakabilir misiniz?

Bir şehidin henüz doğmuş bir bebeğinin lügatına “baba” sözcüğü nasıl girebilir? Bir yerlerde bu sözcüğü öğrendiğinde onda olmadığı nasıl anlatılır? Neden olmadığını kim anlatabilir? Anlatılsa bile anlatılanın ondaki yansıması nasıl olur?

Çocuklar masumdur. Kötülüğün ne olduğunu bile bilmezler. Öğretemezsiniz. Ama daha dilleri kötülük kelimesini bile bilmezken, yürekleri kendilerine yapılan büyük kötülüğü yaşamaya başlar. Dünyada tek varlıkları olan babalarını kötüler ellerinden almışlardır. Hiç tanımadığı kötüler için kızarlar içlerinden, neye, kime kızdıklarını bilemeden. Anneleri ve tüm akrabaları uzunca bir süre yanında ağlar, ağıtlar yakarlar kötülerin yok olması için. Ama yine bilmezler yok olması gereken kötüler kimler, nelerdir. Tek bildikleri yalnız kaldıklarıdır. Eksik kaldıklarıdır. Hikâyelerini yürekten dinleyecek babalarının artık olmadığıdır.

Gözleri solar gün geçtikçe. Solgun gözlerinin ardında büyük bir kinle. Ya babasını elinden alan kötülerin peşine düşeceklerdir ya da “baba” kelimesini yaşamlarından sileceklerdir. Başka çare bulamazlar. Gün geçtikçe yalnızlıklarını daha da derinlerden hissederek. Yanında “baba” diyen kendi gibi tüm çocuklardan içten içten nefret ederek onlardan ya kaçacak ya da onlara karşı hırçınlaşacaklardır. Sanki tüm babası olan çocuklar onun babasını elinden almış, kötülük yapmışçasına. Arkadaşlarının “kötü” olmadığını anladıklarında yine yalnızdırlar.

Yaşı büyüdükçe eksikliğini daha çok hissettiği babasının Tük Bayrağının sarılı olduğu tabutta olduğunu anlayacaktır ama o anda bile “neden” olduğunu bilemeden. Annesinin de bilmemesi daha yaralayarak küçücük yüreğinden.

Yaralıdır artık o. Kimselere söyleyemediği, anlatamadığı, kimselerin bilmediği, anlayamadığı bir şekilde hem de. Kendisi gibi çok arkadaşı olduğunu bilerek biraz rahatlayacaktır, bir tek o değildir babasından ayrılan. Ama yine de dinmez yürek ağrısı yıllar geçse de. Her şehit haberinde bir kez daha yaşayacaktır solgun bahçenin içindeki o anını. Ne olduğunu anlamaya çalışan küçücük yüreğinin çırpınışını.

Ülke adına her kötü haberde, her yolsuzlukta bir kez daha acısı derinlerden sızacaktır yüreğine. “ Babam bunun için mi yok? “ “Hani babam Ülkemizi korumak için gitmişti? “
“ Ülkemizde hala kötüler niye var? “ “Babam bu Ülkeyi korusaydı kötüler kalmazdı ama var”

Merak etme küçük yavru baban bu Ülkeyi korudu. Kanının son damlasına kadar. O şimdi göklerden bizi izliyor. Kötülük yapanlarla, Ülkemizi üzenlerle hala savaşıyor. Sen rahat ol!


Reyhan Gazel

27 Şubat 2011 Pazar

BİLEN, BİLİNEN, BİLDİĞİMİZ

Yaşam;

Bilenin, bilinenin ve bildiğimizin etrafında dönmez mi?

Uzun uğraşlar sonucunda bindiğimiz otobüsün penceresinden bakarken, yaşam daha hoş görünmez mi? Otobüsün neden geç kaldığını bildiğimizden….Bilen olarak, bilinenle ilgilenmek durumunda olduğumuzdan… Trafik karmaşasını gördüğümüzde, yolun gidiş istikametinin de kalabalık olabileceğini düşündüğümüzden…

Hasta bir çocuğun iyileşmesinin ardındaki koşturmanın “insan”ı yorabileceği ihtimalini düşünüp, hasta çocuğu olan arkadaşımıza iyi niyetler göstermez miyiz? Bilen olarak, bilinene bildiklerimizi akıtarak.

Yaşamın orta yerinde yaşananların tümünü görüp, değerlendirip, yargıda bulunmaz yımız? Göremediklerimizle ilgili, yargıda bulunmaktan kaçınmak ise gerçek tutumumuz olmaz mı? En azından olması gereken… Ya da gördüklerimizin aslında gerçeği yansıtmayabileceğini bilerek, yargılamalardan kaçınmamız gerekmez mi? Bilen olarak kendimizi ortaya koyarak, bilinene bildiğimiz şekilde yaklaşmaz mıyız? Doğru/yanlış demeden… Ya da dememiz gerekirken…

Gökkuşağının tüm renklerini beynimizde düşünüp, yüreğimizdeki hafifletici etkisini hissetmez miyiz? Gökkuşağını konu edinip, kendimizde doğa harikası gökkuşağını bile değerlendirme yetisinde bulmaz mıyız?

Bilenlerin kendisini de bir gün bilinen yapıp, bildiğimiz şekle dönüştürmez miyiz? Dedikodu şekline… Bildiğimiz şeylerin bu şekilde ortaya çıktığını söylemeye gerek yoktur umarım. Neyi ne kadar bildiğimizi düşünmeden…

Bilen olarak, tüm evreni karşımıza da alırız yaşam döndükçe. Yaşamın döngüsüne ayak uydurmak ister gibi. Her an değişebilen bilinenlerle üstelik. Bilinende değişimin olabileceğini bilerek… Bilinen bazen küçük bir kuş olurken, bir anda evimizin koltuklarına dönüşür. Kılıflarının değişmesi gerektiğini bildiğimizden.

Yazı da bilinen durumunda karşımıza çıkar zaman zaman. Bilenler olarak emekleri bir çırpıda “bu nasıl yazı ?” diye yırtıp atarak. Emeklere ihanet ederek…

Emeklerin ağırlığının, yargıların, bildiklerimizin yeniden gözden geçirilmesi dileklerimle…

Reyhan Gazel

22 Şubat 2011 Salı

Sultan

Tarihte pek çok farklı anlamda kullanılmış olan İslamî bir sıfattır. Sözcük olarak "güç", "otorite", "yönetici" anlamlarına gelir. Genelde bağımsızlığını ilan eden İslam hükümdarları tarafından kullanılmıştır.

İsmi Sultan olanlara ayrı bir anlam yüklerim sözcük anlamı nedeniyle. Her insan isminin güzelliklerini de yaşama yansıtır mantığıyla.

Sultan’ı da bu duygularla tanıdım. İçindeki güzellikleri anlayabilmem için düşünsel mesaim başladığında aklım, “güç”, “otorite”, “yönetici” kelimelerinin Sultan’daki karşılığını bulmaya başlamıştı çoktan.

Sultan’ın Bendeki İlk Günü

Yemyeşil kırların her yanı sardığı, minicik güzel kuşların öttüğü bir köy değildi Sultan’ı ilk kez gördüğüm köy. Yeşilin tonlarını ancak kıyafetlerde bulduğumuz, güzelliklerin yeşilden de bağımsız olabildiğini anladığımız, gri tonların ağırlıkta olduğu bir köydü Sultan’ın Köyü.

Köyün ortasından dere de akmıyordu. Şırıl şırıl suların etrafında turlayan genç kızlar da yoktu. Kırsal bir alandı Sultan’ın köyü. İnsanların yüzlerini sadece bir düğünde gülerken gördüm o köyde. Genelde gergin, huzursuz ve lafların bolca olduğu, eğitim düzeyinin oldukça aşağıda olduğu bir köydü Sultan’ın köyü.

Fakir bir köydü Sultan’ın köyü. Sadece hayvan besleyerek geçiniyordu köy halkı. Bazıları gündüz şehirde çalışarak ekmek getirebiliyordu evine. Durgun, yorgun, kurak bir köydü Sultan’ın köyü.

Sultan’ın köyünde devlete ait tek yapı bir okuldu. Zili olmayan, bahçesi bakımsız, lojmanı darmadağınık, farelerin çirit attığı bir köy okulu. Bu okulda yılların ihmali hemen göze çarpıyordu. Gelenler okulla ilgilenmeyince köy halkı da ilgilenmemişti. Biraz parası olan çocuğunu şehre gönderdiğinden kalan fakir çocukların aileleri de ancak karınlarını doyurma çabasında olduğunda köyün okulu terkedilmiş bir binayı andırıyordu.

Oysaki Sultan’ın köyünün okulunda can vardı, hayat vardı… Eğitim vardı. Ama ihmale uğramış bir eğitim ortamı…

Yine de o okul Sultan’ın en büyük düşüydü. O okuldan içeri girebilmeyi o kadar istemişti ki. Ama okula alınması, sınıfta arkadaşlarıyla birlikte oturması bile mümkün görülmemişti. Böyle bir şeyin varlığı bile insanı güldürüyordu. Sultan ve okul…

Sultan ve okul bir araya gelmeyen iki kavram gibiydi köy halkı için. İhmal edilmiş, yok sayılmış bir okulu Sultan’a ait görmemiş insanlardı köy halkı. Tüm çocukların bir şekilde eğitim görmesi gereken okulda eğitim görmesinin ihtimali bile güldürürken köy halkını, Sultan hep için için okuldan içeri girebilmeyi, ders görebilmeyi çok istiyordu.

Okula ilk gittiğim gün beni kapıda sadece Sultan karşıladı. Bana sıcacık bir “Merhaba” dediğinde gurbet ortamında psikolojik durgunluğum bir anda dağıldı. Kendime geldim bir anda. Çünkü “Sultan’ın merhabası” içimde tarifi kolay olan bir coşkuyu getirdi bir anda.

- Merhaba
- Merhaba
- Sen öğretmen misin?
- Evet, yeni geldim buraya.
- Biliyom. Ders yapacan mı?
- Elbette. Onun için buradayım.
- Beni de alacan mı?
- Elbette.
- Gerçek mi?
- Niye şaşırdın?
- (gülerek) seni öpeyim gel
- Öp
- Seni sevdim öğretmen
- Ben de seni
- Adım Sultan benim.
- Memnun oldum Sultan. Yoldan geldim. Bana çay demler misin?
- Gel ablama diyim. Hadi gel öğretmen, gel

Sultan bir anda ait olma hissini yaşatırken, mutluluğu, mutluluk çığlıkları halen kulağımda yankılanıyor. Kolumdan tutup beni evlerine götürdüğünde o kadar mutluydu ki.

Sultan zihinsel engelli bir genç kızdı. Hiç okula gitmemiş ama hep okulun kapısında okula gireceği günü beklemişti belli ki. Yeni öğretmenin okula geleceğini duyduğunda, her yeni öğretmende yaşadığı umudu yine yeşertmişti yüreğinde. Bu defa başarmıştı. Okula girebileceğini söyleyen bir öğretmen yanındaydı.

O öğretmeni öpebiliyordu. Evine de götürebilmişti. Herkese hava atarak hem de. Öğretmen, Sultan’ın evindeydi. Sultan için bundan büyük mutluluk olur mu?

Sultan’ı ilk gördüğümde içimi ısıtan güzelliği, yüreğinin temizliği, yaşamın içinde, tüm sıkıntılara rağmen içimi o kadar ısıtmıştı ki.

O gün Sultan’la arkadaş olduk. Yaşı yaşıma yakındı belli ki. İkimiz de yaşamın daha ortasına gelmeden bir araya gelebilmiştik. Genç bir öğretmen için böyle yürekli bir sevgi ne büyük nimettir; bilene.

Çaylar içilirken Sultan’ın ablası söylenmeye başladı.


- Bu Sultan var ya bu Sultan… Okulun kapısını bekçi gibi bekler. Evden kaçar gider hep. Neyse ki okuldan başka yere gitmedi hiç. Aslında bir kere derse alsalardı bu kadar inat etmezdi.
- Hiç okula gitmedi mi Sultan?
- Gitmedi. Almadılar. Annem, babam da ölünce benim başıma kaldı. Alıp başını gidiyor. Yoruldum peşinde koşturmaktan. Neyse okulun bir yerlerinden çıkıp geliyor.
- Okuma yazma öğrenebilir aslında Sultan. Niye almadılar ki okula?
- Almadılar işte. Ne bileyim. Biz de pek peşini koşturmadık. Biz de öğretmedik. Öyle yaşıyor işte.


Sultan’ın ablasının son sözü bir anda içimi dağladı. “ Öylesine yaşıyor işte” … Bahsettiği bir insan. Engelli olsa ne fark eder ki.

Evden ayrılırken Sultan’ın boynuma sarılması, yüzümü severek öpmesi halen içimi burkar. Yıllardır beklediği öğretmene kavuşmasının mutluluğu ile yaptığı gülümseme dolu mimiklerini herkesin görmesi gerekir diye düşünürüm hep.

Sultan ertesi gün için ders sözünü alınca beni bıraktı. Yoksa sanırım aylarca kolumdan tutarak beni evde hapsedebilirdi. O kadar inatçıydı okula girebilmek için. Sabah için sözleşerek ayrıldım evlerinden.

Acı var mı?

Yaşamdan bahsedip acıdan bahsetmemek olmaz. Yaşamın her anında üstelik. Her yerinde, her köyünde, her evinde, her mahallesinde, şehrinde…

Acıların bir insan gülümsemesiyle dağıldığını bilirim. Dağılabildiğini hep görürüm. Gördüm de. Sultan da gördüğüm gibi.

Sultan’ı yıllarca acıya boğan “derse girme” arzusu sadece bir “ evet” le dağılıp gitmişti. Bir “evet” için yıllarca kapıda beklemişti Sultan. Yaşıtlarıyla derse girmeyi başaramasa da sonunda başardığını biliyordu Sultan. Artık O’nun da bir dersi olacaktı. O’na gülen, evine gelen bir öğretmeni olmuştu. Sultan’ın yıllarca süren acısı bitmişti. İstediği tek şey, O’na acı veren tek şey sadece “Evet” ile bitmişti. Acının yerini mutluluk, bolca mutluluk almıştı Sultan’ın yaşamında.


Okulun İlk Günü

Okullar açılalı çok olmuştu. Ancak tayin okulun açıldığı gün olmadığından ancak ders başlayabilecekti sultan’ın okulunda. Tüm çocuklar mavi önlükleri ile kıpır kıpır okulun bahçesinde sıraya girerken Sultan da bir kenarda mutluluk çığlıkları içinde bekliyordu derse gireceği anı. Okula girmeden önce yaptığım konuşmayı çıt çıkarmadan dinleyen öğrenciler ve veliler hep birlikte İstiklal Marşını Sultan’ın da katkısıyla okuduğunda artık sınıfa girme zamanı gelmişti.

Ancak alışkanlıkları ile yaşamaya alışmış köy halkı için Sultan’ın derse girmesi sessizce ve şaşkınlıkla karşılanıyordu. Sultan ve okul… Bir araya gelmeyen iki kavram.

Sultan tüm bakışlara aldırmadan mutluluk çığlıkları atarken yavaş yavaş konuşmalar da başladı.

_ Öğretmen Hanım bu kız derse mi girecek?
_Evet.
_Nasıl?
_Sultan derse girecek. Hadi bakalım şimdi ders zamanı.

Herkes şaşkın şaşkın derse girme anını izlerken Sultan umursamadan gidip sınıfın en ön sırasına oturdu. O en ön sırayı kendine hak gördüğünden, yılların özlemini bedeniyle dile getirdi. Sultan hep en önde oturmayı hayal etmişti belli ki.
Yirmili yaşlarında olan ve gelişmiş bir bedeni bulunan Sultan’ın en önde oturması diğer çocuklar için haksızlık sayılacağından, Sultan’ı kenara çekip durumu anlattım. Boy farkından dolayı arkada oturmasını çok istediğimi anlattığımda hiç mutluluğu eksilmeden hemen arka sıraya geçti. Arkaya geçerken bile mutluydu Sultan. Sonuçta sınıfa girmeyi başarmıştı.

Ders başladığında tüm çocuklar önce şaşkın sonra rahat bir durum sergiledi. Aileler kapıda önce telaşlı beklerken sonra bir anda sessizliğe, herkesin kendi işine bakması gerektiği fikrine geri döndü.


Ders başladı. Rahatça. Herkes yapabileceği oranda işin içine girerek. Herkes bildiğini, bildiği şekilde rahatça gösterme şansını bularak. Sultan da her çocuk gibi önce heyecanlı sonra sessizce dinlemeye, öğrenmeye koyuldu.

Sınıfın düzenini bozan tek bir çocuk vardı. Tabi ki bu çocuk Sultan değildi. Beş yaşında okula gönderilen, birinci sınıfa kaydı yapılan güzel Gülsüm. Bana sürekli teyze diyerek çocukları güldürüyordu Gülsüm. Çünkü henüz erkendi onun için. Ama ailesi para kazanmak zorunda olduğu için Gülsüm’ü okula bırakmıştı. Kaydıyla birlikte. Gülsüm’ün tuvalet ihtiyacında yanıma gelip “ Teyze çişim geldi” deyişini halen hatırlarım. Götürdüm tabi.

Sultan sessizce dersi dinleyerek katıldı öncesinde. Sonraki derslerde biraz sesi çıkmaya, derse bildiği kadar katılmaya başladı.

Artık zamanı gelmişti günün sonunda. Sultan’a bireysel eğitim gerekiyordu. Ders çıkışları biraz daha mesai harcamam gerekiyordu. Beş sınıf, hatta Gülsüm ve Sultan’la 7 sınıf bir arada bulunduğundan fazla emek, fazla mesai kaçınılmazdı.

Ders çıkışında Sultan’ı yanıma çağırıp okuma yazma durumuyla ilgili değerlendirme yaptığımda o kadar mutluydu ki Sultan. Fazladan okulda kalması, özel ilgim Sultan’ı herkesten mutlu yapmıştı. Sonuçta ne işim vardı ki eğitimci olarak. İşim eğitmek… Her koşulda, herkese alabileceği kadar eğitim vermek. Bunun için para alıyordum. Paranın hakkını vermem kaçınılmazdı benim için. Üstelik insan olarak görevimdi.

Sonraki Aylar

Sınıf özellikle Türkçe dersinde çok başarılıydı. Sonuçta yaşamında köy görmemiş bir felsefe öğretmeninin elinden ancak bu kadarı geliyordu. Hem müdür, hem öğretmen hem hizmetli…

Okula zil takıldığında, ders bitiminde benim sınıfın dışına çıkıp kendi zilimi kendim çaldığımda öğrencilerin yüzü bekleyişteydi. Zil çalmadan kimse yerinden kalkmıyordu. Sultan da. Tüm kurallara uydu Sultan. Arkadaşlarıyla aynı şekilde ödevlerini yaptı, okumayı da öğrenmeye başladı. Yazmada sıkıntısı devam ederken, sınıf başkanı da olmayı başardı. Gülsüm “teyze” demeyi bıraktı. Yapabildiği kadar derslerini çalıştı. Herkes birbirine alıştı.

Sultan ders başlamadan sınıfın genel kontrollerini yaparak bana hep yardımcı oldu. Mutlu oldu. Yaşama karıştı. Öğrencilik hayallerine kavuştu. Veliler de Sultan’dan korkmayı bırakmıştı zaten. Sultan köyüne kavuştu. Köy halkıyla barıştı. Gerçek insan sevgisini, safça, dürüstçe herkese vermeye başladı. Sultan, Sultan gibi olmaya başladı.

Kolay değil. Sultan olmak. Sultan, “Güç”, “Otorite”, “Yöneticilik” demekti. Bunu Sultan biliyordu, sorun başkalarının bilmemesiydi. Başkaları da öğrendi. Sultan’ın köydeki havası, yürüyüşü değişti. Yaşamı düzene girdi. Ablasının dediği gibi “ öylesine yaşamayı” bıraktı.

Kader ağlarını örmüştü bir kere. Tayinim çıktı. Artık olmam gereken yerde, lisede olmam gerekiyordu. Daha iyi eğitim verebilecek öğretmenlerin köye gelmesi gerekiyordu. Öyle de oldu.

Sultan’a Vedam


Son günümde köyde vedalaşmam gerekenler çoktu. Herkes alışmıştı bu garip öğretmene. Her türlü hayvandan korkan, yaşamında köy görmemiş, gencecik bir kızla köyün vedalaşması gerekiyordu. Önceleri bir şeye benzetemedikleri genç öğretmen köyde “imece” başlatıp lojmanı normal faresiz bir ev haline getirtirmiş, kütüphane kazandırmıştı okula. Okulun bahçesini ektirmişti çocuklara, ailelere. Okul, ziline kavuşmuştu ilk kez. Okul, okul olmuştu. Aslında sadece köyün delikanlıları değil herkes sevmişti beni. Düğünlerin baş konuğu öğretmen hanım gidiyordu onlar için. Bir daha gelmeyeceğini iyi biliyorlardı. Öyle de oldu.

Gitme vakti geldiğinde bir anda buruk bir hava esti gökyüzünden. En çok Sultan üzülüyordu. Sultan’ın havası değişmeye başlamıştı çoktan. Rahatça öpebildiği, koluna girip köyde gezdirebildiği, kendisine okuma öğreten öğretmeni gidiyordu Sultan’ın. Acıları yüzünden okunan tüm insanlar gibi doyasıya acısını yaşamak istiyordu belli ki. Ağlayabilse rahatlayacaktı ama…

Otobüse binerken Sultan’ın otobüsün kapısının önünden ayrılmayışı gözümün önüne her gelişinde yine hüzünlenirim. Otobüs hareket ederken birbirimize tekrar kavuşup sarılmamız herkesi üzdü. Herkese Sultan’ı emanet ederken içim burkuldu yine. Sultan’ın derse girme sözünü alamadım öğretmen başlamadığından. Okul kapanmamalıydı. Ama yapabileceğim bir şey yoktu. Mutluluk Sultan için kısa sürmüştü. Ama mutluluğu öğrenmişti bir kere. Bırakmazdı mutlaka. Allah Sultan’ı korur diye aslında bir tarafım rahattı. Allah’a bir kez daha emanet ettim Sultan’ı içimden. Ailesine de tembih ederek. Köy halkını da.

Bilemezdim tabi ki yıllar sonra Sultan’ı kendi oğlumda bulacağımı. Hiç aklıma gelmezdi o yıllarda. Şimdi benim Sultan’ım oğlum. Önce Allah’a sonra hepimize emanet yavrum. Yavrularımız.

Reyhan Gazel

21 Şubat 2011 Pazartesi

GİDENİN ARDINDAN

Yüreklerin solduğu akşamın getirdiklerini, başka yüreklerdeki yansımasında yüreklice gördüğümüzde, gidenin ardından ağlayamayız bile. Gözler açılsam mı açılmasam mı dercesine kısık bakarken… Gözlerin görüp görmediği belli bile olmazken… Gözler bazen yerinde fazlaymış gibi dururken… Ağlasak ne olur, ağlamasak ne olur?

Gidenin ardından kısık bakışların gideni geri getirmeye yetmeyeceği bilindiğinden, gözleri kıssak ne olur kısmasak ne olur?

Yerli yerinde duran dünyaya ait olanların yerine, gideni koyup koymamakta kararsız kalınan anlardır bu anlar. Bu anlarda ağlayamadıktan sonra baksak ne olur bakmasak ne olur? Bakan gözlerle görülemeyenlerin yerine tahayyül bile edilemeyenleri, koysak ne olur koymasak ne olur?

Yüreklerin solmasının yaşamdaki karşılığını iyi bildiğimizden, yüreklerin öyle anlarda yerinde olmasını bilmek bile bir şey ifade etmezken, yüreklice düşünmenin zorluğunu bilmek, sözlerin ardına sığınmakla bir olur. Sözlerin yüreklerden çıkmadığını düşünerek rahatça…

Yüreklerin rafa kalktığı anları, yaşasak ne olur yaşamasak ne olur? Yaşamın yüreklerden aktığını bilmek bile bir şey anlatmadıktan sonra…

Gidenin ardından yaşamı anlayabilmek zordur. “Ne oldu da gitti” cümlesi anlamını yitirir… Yürekler boşlukta süzülüp gider, sessizce… İsyanın kelimesi bile ağır gelir. Böyle anlarda yürek ne yapsın?

Kapıların ardında geçen konuşmaların, boşlukta birer saz sesi gibi gelmesi mi bize bunları söyleten? Yüreklerin olmadığı anlarda söylenen sözlerin anlamsızlığı gibi yitip giden acımasızca sızlayan… Acısa ne olur acımasa ne olur?

Yaşamın yüreklerde yaşadığını bildiğimden rahatım… Yüreklerin başka yüreklerle bütün olduğunda yaşadığını düşündüğümden rahatım… Yüreklice yürekleri yaşamak istediğimden rahatım… Böyle olmasa ne olur olsa ne olur?

Çiçeklerin kokularının anlamını yitirdiği anlardır bu anlar. Koku hissedilmez olur, burun koklamaz olur, dil susar, yürek susar, arada bir boşlukta saz sesi şeklinde konuşmalar duyulur… Böyle gider.

Tüm göçüp gidenlerin ardındakilere…

Reyhan Gazel

17 Şubat 2011 Perşembe

İNSAN

Daha küçücük yaşımda sokakta bir dilenci görünce, yüreğim ılık ılık akardı. Ardından dünyamın kararması ve yemeden içmeden kesilmem de bundandı. Kimseler bilmezdi neden yemediğimi. Çevremin tüm çırpınışları da boşaydı böyle durumlarda. Aç otururdum. Mağdur insanın ruh halini daha iyi anlayabileceğimi, bu şekilde destek olduğumu düşünürdüm.

Yıllar geçtikçe mağdurun tanımı da, durumu da değişmeye başladı yüreğimde. Geçmişte sadece aç ve dilenen insan olarak düşündüğüm mağdur, yerini dilenmeyen, aç da olmayabilen insana bıraktı. Dilenenlerin, dilenmeyi iş olarak düşündüğünü gördüğümden… Gerçek mağdurun kimseden bir şey isteyemeyeceğini anlayabildiğimden… Sadece açlığın değil, bir çok olumsuzluğun mağdurluk olarak içeriklendirildiğinden…

Mağdur kimsenin mağdurluğunun, kültürel etkilerle de şekillendiğini görmek en büyük yıkımdı yüreğimde. Kültürü yaşam tarzı olarak düşündüğümden, insanların kendi yaşam tarzlarında olmayanlarla yaşamının etkilenmesi acımı katlarken… Duygusu tamamen yok sayılarak dışlananları görmek, büyüsem de yüreğimi küçücük bir çocuk gibi ağlattı.

Yolda yürürken görülen ekmek parçasının öpülerek, kenar bir yere sakince bırakılması gözlerimi yaşartırken, nimetin en büyüğü olarak düşündüğüm insanların tepilmesi, hor görülmesi daha çok ağlattı yüreğimi. Ekmeğini öpen, insanını tepenlere bir şey diyememek de.

Mağdurun acısını bir başına yaşamasını tercih edenlerin, mağdurlar adına söz sahibi olması dağladı geçti yüreğimi. ”Gözümün önünden çekil” ifadelerinin gözlerde okunması yaktı. Kendine ait olmayan yaşantıları yok saymayı düşünenlerin varlığı rahatsız etti.

Muhtaçlığı mağdurlukla beraber düşündüğümde, muhtaç olanların mağdur görüntüsünde olmasının beklenmesi üzdü. Mağdurun sadece sokakta dilenenler olmadığını anladığımdan beri…

Yaşamda farklı şekillerde ve içeriklerde mağdur durumuna düşmüş olan insanlar, yolda yürürken görülüp öpülerek kenara konulan ekmeğin de kendileri gibi nimet olduğunu biliyorlar. Ama ekmeğe gösterilen intizamın kendilerine gösterilememesini anlayamıyorlar. Anlayamazlar da.

Tüm bu yazılanlar, sosyal restorasyonun startını veren Sayın Başbakanımız ve tüm ülke yöneticilerimizin yapacakları için, yaşamın oldukça içinde yer alan gerçek zeminlerdir. Sosyal farklılıkların tümüne, fırsat eşitliğini gerçekleştirmeye yönelik atılacak adımlarda, toplumdaki bireysel ayrılıkların kabulüne yönelik olumlu bakış sağlayabilmek, olmazsa olmaz durumlardandır. Sosyal devletin gereği olarak, mağdur kapsamında düşünülen insanlara eşit desteklerin sağlanabilmesinin koşulları, her gün daha belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır. Çıkmaya da devam edecektir.

Kendisini bilinen ya da bilinmeyen nedenlerle yaşamın dışında gören, hisseden, yaşamın özellikle dışına itilenler, gerçekleştirilmeye başlayan sosyal restorasyonun kendilerine kazandıracaklarını beklemektedir.


Sayın Başbakanımızın, sosyal restorasyonla ilgili atacağı adımlar, izleyeceği yollar, sistem kurmadaki hız ve kararlılık durumu önümüzdeki aylarda çokça tartışılacağa benziyor. İnsanla doğrudan ilgili olarak yapılanlara, yapılacaklara uzaktan, yakından ilgili herkesin konuşacağını bildiğimden… Ülke gündemimizin hep böyle oluştuğunu gördüğümden… Sayın Başbakanımızın hep söylediği gibi “ Önce İnsan” ilkesi yine ön plandadır.


Hatta bu satırları yazarken bile, engelli çocuğunu kucağında taşıyamadığı için tuvalete götüremeyen bir anne mutlaka vardır. Herkes gibi sokakta koşup oynamak için ayakkabıya ihtiyaç duyan ayakkabısız bir çocuk, evinin bir köşesinde umut gözlerle bekliyor, yakacak bir şeyi olmadığı için, yerde çocuğuna sarılıp ısıtmaya çalışan bir baba gizli gözyaşı döküyor olabilir. Bunlar, mağdurun ‘gerçek türküsü’ olarak kulaklarda çalınmaya devam ederken, sosyal restorasyona start veren Sayın Başbakanımızın işini zora sokacak engellemeleri anlamak mümkün değil. Yüreği yaralıların anlaması ise hiç mümkün değil.


REYHAN GAZEL

EN UZAĞI GÖRMEK

Yeni bir işe giriştiğimde hemen o işin en uzağını görmeye çalışırım. Önce nasıl bir işe başladığımı anladıktan sonra… Bu iş şu an ne durumda, nereye kadar gidebilir, nereden güç alır, nasıl zorluklar çıkartabilir, en çok yarar nasıl sağlanır, kimlerle yapılabilir, duruşum nasıl olmalıdır, işle ilgili kimlerle işbirliğine girebilirim, kimlerden uzak durmak gerekir, hangi pozisyondayım, bu pozisyon kendi hedeflerimle ne kadar örtüşüyor… Daha önemlisi bu iş ana hedeflerime giden yolda mı, değil mi? Belki de bundan daha önemlisi bu işi istiyor muyum, istememe rağmen başarabilir miyim? …Tüm bu sorular 10 dakika içinde aklımdan geçer, cevaplarıyla birlikte. 10 dakika kısa süre değil emin olun. “Kendini bilen” insan için…

“Kendini bilen” kendisine verilen ya da aldığı tüm işlerle ilgili tasarruflarda bulunabilir. Kendi katkısıyla birlikte… Aradaki bir soruya verilecek en küçük olumsuz cevabın, ileride büyük sorun olarak karşısına çıkacağını bildiğinden… Bunu sadece “işe alınan” bilir. “İşe alan” anlayabilir. O da vakti varsa. Vakit ayırabilirse…

Bir insanın kendisiyle ilgili en uzağı görebilmesi zor değildir; kendini bilene… Aldığı işi yapabildiğini anlaması en kolayıdır; düşünebilene… Bir insanın kendisi için kendisini düşünmesi en çok kolayıdır; bilene…

Oysaki yaşam tüm bu yazılanların ötesinde bir yerlerde yaşanıyor olmalı. Değerlerin düşünebilmenin ötesinde yaşandığı, insanların kendisini tanıyamadığı, bir başkasını tanıyamadığı…

Başarılı insanlar elleri ceplerinde başarılı olmamışlardır. Tüm bu süreçlerden gelerek, yokuşta ter akıtarak ulaşmışlardır. Akıttıkları terin karşılığını görerek, en azından kendileri için doğru yerlerde olduklarını bilerek… Rahatça.

Doğru yer, en uzağı görebilmekle ilgilidir. Kendimizle ilgili en uzağı görerek… Kendimizi üretimle var edebilmenin güzelliğinin tadını alabilerek… Kimselere “tapınmadan”. Elleri kendi ellerine kenetli, beyni ellerine odaklı, gözleri yaptıklarında… Yaptıklarının devamının nasıl geleceği ise beyninde.

Böyle yaşanan yaşamda yürekler hep rahattır, huzurludur. Kendisini var edebilmenin rahatlığı… İstediği kadar, istediği şekilde… Mutlu, telaşsız… Nereye gittiğini bilerek… Nereden geldiğini unutmadan. Vaz geçilmez olmadığını düşünerek… Vaz geçilmez olmadığını bilenler için gidecekleri yer o kadar yakındır ki, her adımda bir sonraki adımı bildiklerinden… Günahıyla, sevabıyla…

Herkes akıllıdır; ‘aklı’ olduğunu bildiklerinde, aklın gücünü görebildiklerinde, yüreklerini dinlediklerinde, yüreklerini mutlu edecek şekilde var olduklarını düşündüklerinde. Yaşam ciddi bir oyundur. Evcilik oyunu bir düzmecedir, kurgudur. Gerçek yaşamdan, kurgusu kontrol edilebildiği için farklıdır. Gerçek yaşamda kurguyu oluşturan çok faktör vardır. Kontrol dışı da gelişebilen… En uzağı görürken, kontrol dışı ortaya çıkabilecek süreçlerin öngörülebilmesinin önemi buradadır. En uzak hep aklımızda olunca, görülememesi de o kadar zordur ki…

Yine de yaşam en uzağı gören, göremeyen herkese gülsün.

Reyhan Gazel

12 Şubat 2011 Cumartesi

Sevgili Dostlar

Sevgili dostlar,

büyük umutlarla başladığım Özürlüler İdaresi Başkan Yardımcılığı
görevinden ayrılmış bulunmaktayım.

Doğduğum günden bugüne kadar hep özürlülükle iç içe yaşadığımdan ve
tüm yaşamımı özürlüler ve aileleri için harcamaya kendimce söz
verdiğimden yine özürlülük alanında çalışmalarıma devam edeceğim.
Ancak mevcut yönetimle hedeflerime ulaşmamın mümkün olmadığımı
gördüğümden bu ayrılık benim açımdan da olumlu karşılanmıştır. Sonuçta
özürlülük alanından değil Özürlüler İdaresindeki Başkan Yardımcılığı
görevimden ayrılıyorum.

Körler Okulunda kendisini çok uzun yıllar görme özürlülere adayan
Rahmetli Semiha Şengün'ün torunu, görme ve ortopedik özürlü dedelerin
torunu, çok sayıda özürlü akrabası ve özürlü bir çocuğa sahip olan
şahsımın başka türlü davranması zaten beklenemez.

Bundan sonra özürlülük alanında özgür, akılcı ve özürlülerin gerçek
sorunlarının bilincinde olan yaklaşımımla daha sık bir arada
bulunacağız.

Başkan Yardımcılığımdan ayrılışım tarafımdan bitiş değil, başlangıç
olarak algılanmaktadır.

Yazılarımla, özürlülüğü hem yaşayan hem bilen bilinçli yaklaşımımla,
özürlülükle ilgili kamu oyunu doğru noktalarda yönlendirmelerimle
bundan sonra da özürlüleri ve ailelerini bilinçlendirmeye,
bilgilendirmeye ve yaşam kalitelerini arttıracak yeni çalışmalarımla
kuşatmaya devam edeceğim.

Hepinize saygılarımı sunuyorum

Reyhan GAZEL

10 Şubat 2011 Perşembe

Siz Hiç 24 Saatinizi Bir Özürlüyle Geçirdiniz mi?

Daha dün gibi kulağımda. 3 özürlü çocuğu olan bir anne dönemin Milli
Eğitim Bakanına seslendi: "Siz hiç 24 saatinizi bir özürlüyle
geçirdiniz mi? Biz her an onlarla birlikteyiz." Tarih 19 Aralık 2002.
SERÇEV 'in kuruluş günü. 9 anneyle amatör ama bilinçli bir yaklaşım.
Serebral Palsili Çocuklar Derneği.

Bugün Dernek büyüdü. Tanındı. Okul, oyun parkı yaptırdı. Daha bir çok
büyük projenin içinde yer aldı. Dernek kurucularının her biri farklı
iş alanlarında çalışmaya devam ederken bir taraftan da topluma
Cerebral Palsy'i anlatmaya devam etti. Ama ilk gün 3 özürlü çocuğu
olan annenin dönemin bakanına söylediği söz hiç unutulmadı. SİZ HİÇ 24
SAATİNİZİ BİR ÖZÜRLÜYLE GEÇİRDİNİZ Mİ? Dernekte kimler yoktu ki?
Devlet sanatçıları, öğretmenler, iş adamları, gazeteciler... Tüm meslek
guruplarının önemli şahsiyetleri bu annenin cümlesini hep, her yerde
hatırlattı.

Bu annemizin sözü aslında devletin özürlülük politikasını belirlemek
üzere söylenmişti. O dönemin bakanına söylerken aslında tüm dünyaya
haykırılmıştı. Özürlüye rağmen özürlü için hayır...

Şimdi bu satırları okuyan herkes aşağıdaki sorulara cevap vermeli.
Veremeyenler ise bir özürlüye ya da yakınına sormalı.

- Sokakta yürümeye çalışan ortopedik özürlü bir insan karşıdan gelen
bir insanın bacaklarına bakışından nasıl etkilenir?
- Tekerlekli sandalyede yolda ilerlemeye çalışan özürlü bir delikanlı
karşısından geçen güzel bir kızın kendisine hiç bakmadan geçmesi
sonucunda hangi duyguları yaşar?
- Konuşamayan bir genç kız beğendiği bir erkeğe aşkını nasıl ifade eder?
- Zihinsel özürlü bir çocuğun annesi çocuğunun atipik hareketlerinden
nasıl etkilenir?
- "Zavallı bir özürlü" ifadesi tüm özürlülerin yüreğinde nasıl bir yara açar?
- Ortopedik özürlü bir insan tek başınayken evinde tuvaletini nasıl yapabilir?
- Spastik bir gencin yanında "açlığını biliyor mu" şeklindeki bir
ifade nasıl bir yıkım yaratır?
- Özürlü bir çocuğun annesi komşusu oğlunu askere gönderirken hangi
duyguları yaşar?
- Özrüne rağmen yaşam başarısı gösterip üniversite eğitimini zor
şartlarda bitiren bir genç iş başvurusu için gittiğinde " sakat
kadromuz dolu" ifadesi ile neler yaşar?
- Özürlü bir baba çocuklarına özrüne anlatırken hangi duygu içindedir?
- Özürlü bir genç kız evlenirken düğün salonunda istenmeyen bakışlarla
nasıl baş edebilir?
- Özürlü bir çocuk karı koca ilişkisini nasıl etkiler?
- "Özürlülerin psikoloji bozuk olur"Yaklaşımı ne kadar doğrudur?
- Özürlü çocuğun annesi iş yerinden çocuğu için izin alırken söylenen
olumsuz sözlerle nasıl baş edebilir?
- Âşık bir özürlü gencin sevdiği kız başkasıyla evlendirilirken hangi
duyguları yaşar?
- Özürlü çocuğunu bırakacak yeri olmadığı için çalışamayan bir anne
evinde her sabah neler yaşar?
- Özürlü çocuğunu rehabilitasyona götürmek için sürekli izin almak
durumunda olan bir baba amirlerinin kötü sözleriyle nasıl baş
edebilir?
- Zihinsel özürlü bir genç " ne zaman evleneceğim" sözünü her
söylediğinde annesi neler yaşar?
- Spastik bir genç postüründeki bozukluktam dolayı bir alışveriş
merkezinde kendisinden korkanlara karşı ne demelidir?
- İşitme özürlü bir baba çocuklarını duymadığında neler yaşar?
- Görme özürlü bir kadın beğendiği erkeğin tipini hayalinde nasıl canlandırır?
- İki özürlü insanın evliliğine toplum nasıl bakar?
- Sadece kafası sıvazlanan özürlüler her kafa sıvazlama olayında hangi
duyguyu yaşar?
- Sakat ifadesi tüm özürlülerin iç dünyasına nasıl yansır?
- Apartmanda özürlü bir insanın yaşadığını bile bile rampa
yaptırmayanlara karşı o apartmandaki insan ne tür hisler besler?
- Annesi sürekli göz yaşı döken bir özürlü çocuk iç dünyasında neler yaşar?
- Babası ölen bir özürlü çocuk kime sığınır?
- Hor görülen bir özürlü çocuk güldüğünde aslında gerçekten gülüyor mudur?
- İbadet etmek isteyen özürlü birey camiye bile giremediğinde hangi
duygu içindedir?
- Ortopedik özürlü bir anne çocuklarına yemek yapamadığında neler hisseder?
- Kardeşi özürlü olan bir abla neler yaşar?
- Spastik bir genç evlenebilir mi? Evlenirse neler yaşar?
- Bir özürlü birey vatandaş olarak oy kullanma hakkı engellendiğinde
neler yaşar?
- Cebinde kuruşu olmayan bir özürlü genç canı çikolata almak
istediğinde, alamadığında neler yaşar?
- Özürlü çocuk babalarının, eşlerine bakışları nasıldır?
- Herkesin özürlüler hakkında konuşma hakkı varken özürlülerin
dinlenmemesi nelere yol açar?
- Görme özürlü bir insanın zihinsel özrünün de olduğu düşünülünce iç
dünyası bu durumdan nasıl etkilenir?
- Özürlü bir gence bakmak zorunda olan bir kardeşi neler yaşar?
- Özürlü bir insan tuvaletini altına yaptığında kızanlara karşı hangi
duyguları besler?
- Arkadaşı evlenen bir ortopedik özürlü genç neler yaşar?
- Zihinsel özürlü bir genç kızın ailesi hangi duygular içindedir?
- Özürlüler cinsel ihtiyaçlarını nasıl giderir?
- Tacize maruz kalan zihinsel özürlü genç kız bunun farkına varabilir
mi? Karnı şiştiğinde bunu annesi, babası nasıl karşılar?
- Zihinsel özürlü kızların fırsatçı erkeklerden neler çektiklerini
biliyor musunuz?
- Ortopedik özürlü bir genç kızın tacize uğradığında kaçamaması hangi
duyguları yaşatır?
- Ağır özürlü bir insanın ailesi evine misafiri kolay kolay kabul edebilir mi?
- Hem parasızlık hem özürlülük nasıl bir sonuç doğurur?
- Özürlü insanların masraflarının fazlalığını kaç kişi biliyor?
- Fazla masrafların nerelere ait olduğunu özürlülerin dışında kaç kişi biliyor?
- Özürlü bir gencin arkadaş sayısı ne kadardır?
- Apartmanınızda hiç özürlü var mı?
- Akrabalarınızda hiç özürlü var mı?
- Birden fazla özürlü çocuğu olan ailelerin durumu nasıldır?
- Özürlü çocuğu olan bir tiyatrocu sanat çalışmalarını hangi ruh
haletiyle sürdürür?
- Özürlü bir çocuk istenmediğinde hangi duyguları yaşar?
- Okula gidemeyen bir özürlü çocuk evde neler yaşar?
- Cihaz alamadığı için çocuğu yürüyemeyen bir baba neler yaşar?
- Kaliteli cihaz alamadığında neler yaşar?
- Köyde bir özürlüye ne derler?
- Özürlüleri yok sayanlara ne derler?
- Peygamber Efendimizin özürlülere bakışı nasıldır?
- ....
- ..............................
- .........................
- .................................
- ......................
- .............................................................................
- .............................................
- ...................

24 saat yazsam bitmez. Bu konuda o kadar çok soru var ki aklımda! Bu
soruların cevaplarını verebilmek için eğitimli olmaya, üniversite
okumaya, zengin olmaya... Gerek yok. Sadece bir özürlüyle 24 saat
geçirmek yeterlidir.

Şimdi tekrar soruyorum: SİZ HİÇ 24 SAATİNİZİ BİR ÖZÜRLÜYLE GEÇİRDİNİZ Mİ?

Reyhan Gazel

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...