17 Şubat 2013 Pazar

Sevgi Töreni

Bir an gelir yürek sesi bile duyulmaz olur. Kulakların duymaması bir tarafa, yürek, ‘yürek’ olduğunu unutur.

Törensel bir düzenekle kendinden çıkan yürek, kendisini bilemeden yaşamaya başlar. Bunu başaran, yürek dışında insana hükmeden bir yapının varlığını anlatır. Beyin, zekâ, akıl… Üçlemesi. Bu üçleme iş başına geçtiğinde olur olanlar. Yüreğe inat yaşananlar, yürekten sevgiyi söküp atarken, sevginin yerine hiç konmaması gereken üçlemeyi koyar.




Tören başlamıştır artık. Hep birlikte aynı şekilde, aynı çizgide, aynı işleyişte… Yaşandığı gibi, bilindiği gibi, istendiği gibi, kabul gördüğü gibi… Gibi, gibi…

Törensel düzenekte yaşanan sevgilerin sıklığı, üçlemenin gücünü anlatıyor gibi görünse de, aslında güçten öte, güçsüzlüğü çağrıştırır. Yürek karşısında işe yaramayacak kadar üstelik. Nasıl yarasın ki?

Gardını alarak bir başına sessizce kenarda tutulan yüreğe ne yapabilir üçleme? Sadece törenden öte… Tören bitince herkes kendi evinde, yüreğiyle baş başa kaldığında üçleme, dörtleme olsa kaç yazar? Üçlemenin hükmü, tören bitimine kadardır.

Yaşantıların içine girdikçe, törensel sevgilerin sıklığını ve istenirliğini gördükçe, sevginin yürekten olmadığı anların, birkaç tören boyu kadar hüküm sürebildiğini bilememek zor olsa gerek. Görülmediğine göre…

Bedeni eline alan üçleme, basit gibi görünen yürekten çıkan küçük bir bakışla devreye girerken, üçleme biter, gider… Nereye? Bize ne?

Yüreklerin sevgiye sahip çıkan kararlılığı, sessiz ve inceden bir çığlığa dönüşürken, üçleme olsa kaç yazar? Tören nasıl olsa bitecektir, hiç bitmeyen tören var mı ki?

Törensel bir düzenekle yaşamaya alışanların, bir gün gelip yüreklerine teslim olduklarında söyleyecek küçük de olsa bir sözün olmayışı da bundandır. Nasıl olsun ki?

Üçlemeyle başlayan sevgilerin sıradanlığı, sıklığıyla paralel gittiğinden, yürek öyle durumlarda ‘yürek’ olduğunu unutmasın da ne yapsın? Unutmasa, üzülecek, gerek var mı, şu kısa yaşamda? Bundan da bize ne? Bize ne mi? Evet bize ne?

Herkes kendi yaşamını yaşar, istediği gibi hem de. Üçleme, dörtleme, beşleme, altılama… Yüzbinmilyonlama… Balıklama… Hop diye. Bazen doğrudan direkleme… bize ne?

Doğruları bilene ne? Yüreklerini unutanların törenlerinden bize ne? Ama sıklıkla karşımıza çıktığından, bazen bize ne denmez. Her yerde, her an…

Birbirini seviyormuş gibi yapanlar, yaptığını sananlar, yapsa da beceremeyenler, ne yaparsa yapsın sevemeyenler… Üçleme, dörtleme, beşleme, balıklama… Canınız kaçlama istiyorsa… Törensiz yaşayamayanlar, törenlerde varlıklarını bulanlar, yüreklerini unutanlar… Tümünden bize ne? Gerçek sevgiyi bilenlere ne?

Gerçek sevginin yüreklerdeki ağırlığını ve gücünü bilenler, mutludur, her an mutludur. Tören olsun olmasın hem de. Yürekler törende olduğundan belki de.

Sayıyoruz; en çok üçleme yapanlar bir adım öne, yalan yok ama en az yapanlar yerinde… Aradakiler canı nereye isterse… Şimdi en öndekiler bir adım sağa, marş marş… Aradakiler ister sağa ister sola, geride kalanlar, yerinde kalmaya devam etsin. Tekrar en öndekiler sağdan devam etsin, gidebildikleri kadar. Aradakiler aynen ne yaparsa yapmaya devam etsin, geridekiler yine yerinde…

Geriye kalan bizdendir. Aradakilerden kalan sağlar da bizimdir. Vermeyiz.


Reyhan Gazel

13 Şubat 2013 Çarşamba

Sazandereli Hocam


Hiç aklımda yokken birden aklıma gelir Bilge Hocam... Yazacak yeni yazıya dermanım olmadığından eski bir yazımla anayım... Ruhu şad olsun



Sazandereli Hocam


Akşam olmuş ya da olmamış, olan akşam olmuş da ne olmuş? Kime ne? Güz güllerini göremeyene akşam, sabah, gece, gündüz de ne?

Güzün ortasında açan güllerin güzelliğini görememiş, yaz başı gülleri görmüş kaç yazar? Her kim görmüşse artık.

Kanıtlanamayacak kadar ciddi olan yaşam sezilerini, derinlerde bırakan gözleri görmeyeni kim neyler? Kim neyler de neylemesine, neyleyen nerede eyler?

Bir küçük kuş misali oradan oraya, dallara, çiçeklere, böceklere konan yürekler eylerse mutlaka iyi eyler. Bilene… Sıradan, sakince, yalın…

Çiçekleri yaşamın içine yerleştiremeyen gözler, görse ne olur görmese ne olur? Görebilene…

Var olanı var olmayanla ayıran seziler bilinse, bilinmese, sazandereye gidilse, gidilmese…Giden naptı ki, bilmeyene…

Öylesine, oracıkta… Küçük aralıkta, yaşamdan kopuk…




Sazandere neresi ki, bilene… Boşluk mu, doluluk mu, anlayana… Devam mı tamam mı dercesine yaşama, küçük, inceden bir çalım atar gibi.

Güzün açan güllerin güzelliği, kardelen misali yürekleri yerinden oynatırken, sazanderede ne işin var be hocam. Gidecek yer mi kalmadı? Dereler çağlarken gerçeğin ta orta yerinde üstelik.

Yine de olsun. Git gidebildiğin kadar, nasılsa herkes orada. Orada da olacak. Hep olduğu gibi. Senin dediğin gibi herkes sazandereye bir gün gidecek. Er ya da geç.

Mezar taşında yazdığı gibi sazanderelinin ruhuna Fatiha…

Bize de Ankara’dan sazandereye selam iletmek düşüyor. Buraların puslu havasında neler yok ki ama kime ne? Sazanderedekilere ne?

Hava nasıl oralarda bari onu deyiver mi desem? Demeden başka bir yazıya mı geçsem?

Bilge Karasu Hocamın ruhuna bir Fatiha da bizden olsun…

Reyhan Gazel

10 Şubat 2013 Pazar

"ÖTEKİLER"

Bizim çocuklar, öteki çocuklar… “ Bu ifade açık söylenmese bile maalesef bir çok insanın beyninin hep bir taraflarında duruyor. Beyinlerdeki “öteki insanlar” duruşu, çocuklarımızın gerçek taleplerini, haklarını, alması gerekenleri almasında ciddi sıkıntılara yol açıyor. Öteki olmayan çocuklar için yapılan tüm uygulamalar, “yapılması gerekeni” yansıtırken, “öteki çocuklar” için yapılanlar, konuyu kapatma niteliğinden öteye geçemiyor.

Her “öteki çocuk” birisinden bir şey talebinde bulunurken, beyinlerdeki “gerek var mı ki?” duruşlarını yaşamak zorunda kalıyor. Gerek olduğunu anlatmak için verilen ciddi çabaların karşılığı, genellikle yıpranmış yürekler olarak karşımıza çıkıyor. Sokakta gezebilme isteği bile bu duruşla gereksiz olarak karşılanabiliyor. Dahası ne olsun?

Sokakta gezebilmek isteyen her “öteki insan” karşılaştığı her garipsenen bakışla, kendisini kötü bir şey yapmış gibi hissedebiliyor. Dahasını sokağa çıkmamakta buluyor. Çünkü sokağa çıkmadığında sorun da çıkmıyor. Ama yüreğine bunu asla anlatamıyor.



Oysa ki, yaşamın içinde her insanın, öteki olmaktan öte, “bir insan” görülmesi çok mu zor? Farklı yaşantının içinde olmasında ise anlaşılamayacak hiçbir şey yok. Çünkü Allah “Öteki insan” ı öyle yaratmış. Konuşamasa da, yürüyemese de, işitemese de bu “öteki insan” ın kendi isteğiyle yaşantısına girmemiş. Ya böyle doğmuş ya bir gün böyle yaşamak zorunda kalmış…

Elinde olmayan, kendi yaratılmış haliyle yaşama tutunmaya çalışan her bir “öteki”, her an cezalıymış gibi yaşamak zorunda kalıyor. Toplum ona bu durumu uygun gördüğü için, cezalı olmadığını anlatamıyor. Dinlenmediği için, görülmediği için, kimse neler yaşadığını anlamayı seçmiyor. Herkesin anlayacak o kadar işinin arasında galiba “bir insanı” anlamanın yeri yok diye düşünmek gerek. Çünkü her an yaşanan gerçeklerden bahsediyoruz.

Elini kullanamayan, elini kullanamadan yaşamak zorunda kalan bir insanın “elleri olmadan” nasıl yaşayabildiğini kimse düşünmek bile istemiyor. Düşünmek bir tarafa bir insanın elinin olmadığı durumda yaşamak zorunda kaldığı toplumsal sıkıntılarının çözümünü de çözümsüzleştiriyorlar. Bari onu yapmayın demek gerek burada. Görmüyorsunuz bari engel olmayın da ellerinin yerine başka organlarıyla yaşayabilsin insanlar.

Yaradana inat yapılanlar, Yaradana rağmen yapılanlar… Tüm bunların özeti bu aslında. Başka söze ne hacet.

Reyhan Gazel

7 Şubat 2013 Perşembe

Medya Aracılığı ile Toplumsal Angoisse

Angoısse, sıkıntı, psişik ya da fiziksel bir huzursuzluktur. Psikolojik olarak paniğe kadar varabilecek bir güvensizlik durumu olarak yaşamın içine yerleşir.


“Angoısse” durumunu hisseden insan, bu durumun nedenini bilemez. Sadece sonuçlarını yaşar. Yanı başındaki insan da aynı durumdaysa, bir başkası da, öteki insan da, beriki de… Toplumsal angoısse başlamıştır artık. Bu sonucu ortaya çıkaranların kalitesi, şiddeti, faktör sayısı sonucun da akıbetini belirler.


Türkiye son yıllarda ciddi bir toplumsal “angoısse” durumunda. Sokaklarda bile rahatça yürüyemeyecek kadar sıkıntılı, yüzü gülemeyen, huzursuz insanların çokluğu bana bunları yazdırıyor. Açlıktan ölmek üzere olan Afrikalı bir çocuğun görüntüsünü ağlayarak izleyen insanlarımızın, çoğu çocuk ve kadın binlerce insanın gökyüzünden bombalanmasını havai fişek gösterisi gibi izlemesi bunun en büyük sonucudur. “Ölüm” gibi gerçek bir olgunun “medya gösterisi” ne dönüşmesine izin verebilecek kadar mı huzursuzuz? Ne oldu da ölümü bile tepkisiz, biraz şaşkın, belki de zevkle izleyebildik?


Yoksa yaşadığımızı düşündüğüm toplumsal “angoısse”, bizi “gösteri toplumu”na mı dönüştürdü?


Yoksa, medyanın tüm zihinleri felç eden bir etkisiyle mi karşı karşıyayız? Yanılıyor olabilir miyim?


Zihinleri felç ettiğini düşündüğüm bu etki, medyanın taktik gerekçelerle, güçlü seçkin kişilerle yarattığı bir ortaklıktır. Bu ortaklık doğal olarak, seçkinlerin çıkarlarını korumak üzerine kurulmuştur. Bu noktanın görülememesi için zihinsel felç etkisine yani toplumsal “angoısse” ye ihtiyaç olduğu açıktır.


Etkisizleştirilmiş insanlar doğal olarak, incir çekirdeği misali küçük sıkıntıları tartışarak yaşarken, söz konusu ortaklık başarıya kadeh kaldırmaya başlamıştır bile. Herkes kendi iç huzursuzluğu ile yaşarken ortaklıkla ilgili bir sorun görmez, yaşamaz, dile bile getirmez.


Daha öte sonuç, yaşadığımız ve yaşayacağımız gelecektir. Bundan kaçış yok. Her şeyin gösteriyle sergilendiği, özel yaşamların toplumsal sorun gibi zihinlerimize yerleştirildiği ve iç huzurumuzu unutturan ortaklık, medya ile evlerimizin içine girerken bize de “günaydın yeşil ovalar, güzel insanlar, bir selam da benden olsun” gibi içerikten yoksun, huzursuzluğu gideremeyen bir gerçek kalır.

Sevgiyle ve "agroısse"den uzak bir yaşam dileklerimle...

Reyhan Gazel

6 Şubat 2013 Çarşamba

SIĞINTI YAŞAMLAR

Sığınılacak bir limanda olabilme ihtimali bile rahatlatır herkesi. Sığınmanın tadını bilenlere… Sığınarak yaşamayı isteyenlere, sığınılacak birini görebilene, bulabilene. Kendini unutarak, sığınma isteğini aklında yaşatarak.

Sığıntı kelimesinden rahatsız olanlar arasında bile çok rastlanır, sığınma isteği. Sığınılan kişi sanki kendi gibi kişi değilmiş gibi. Sığınılacak kişinin kendinden farkı varmış gibi, kendini ihmal ederek sığındığını bilmiyormuş gibi… Garip

Herkesin aynı yürekle doğduğunu bilmeyenlerdir sığınma isteği duyanlar. Aynı yüreği daha sıkı yapabilmek için uğraş vermeyenlerdir bu insanlar. Nedenini bilmek acı verir yüreği sağlamlara. Yüreği sağlamlar, sığınılacak kişi olabilmek için değil, kendileri için uğraş verdiklerinden… anlayamazlar.



Sığıntı kelimesinin kulakları tırmalayan duruşu, yaşamın içinde sığınanları rahatsız etmez. Belki çaresizlikten belki kolaya kaçmaktan. Kendileri ile uğraşmadıklarından. İnsanın kendisi ile uğraşmasının zorluğunu bilmekten…

Bilinmez, gerçek neden söylenmediğinden… Ama anlaşılır.

Yürek üzerine onca yazıdan sonra hala başarı, başarısızlık konuşmalarının etrafımızda yapılıyor olması, sığınılarak çözüm aranması garipliğin en büyüğü benim gözümde. Uğraş vermeden elde edilmeye çalışılanlara ulaşmanın en kolay yolunun sığınmaktan geçtiğini bildiğimden… Anlayamam, anlayamadım da.

Sığınılacak limanların her zaman etrafımızda olma ihtimali vardır, inkar edilemez. Zorda kaldıkça sığınılır, bunu da bilirim. Ama sürekli de sığıntı gibi yaşanmaz, bunu daha iyi bilirim. Alışkanlığa dönüşmesidir kızdığım, yaşama, yüreğe rağmen…

Kendimiz olarak ayakta kalabilmenin güzelliği yüreklerde kendini bulur, bulabilene. Gizli de değildir, anlayabilene. Kendi gücünü kendi var edenlere sığınmanın kolaylığı sarmamalı yürekleri, yaşantıyı…

Aramak zordur diyenlere inat, kolaydır, daha kolay. Sığınmanın getirdiği yükten daha anlamlı.

Yaza yaza bahar geldi, kışı da bekleriz… Yeter ki yürekler sığınmasın başka yüreklere. 

İşimiz ne?

Sığınmayı alışkanlık haline getirmeyenlere küçük bir hediye…

Reyhan Gazel

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...