26 Aralık 2008 Cuma

ROBOTİZM




Kültürü profesyonel yaşayabilmenin önemi, dillerde olmasa da yüreklerde bütün hızıyla yaşanırken, kamusal alandan yoksun kalanların, yok sayılanların ve güçsüzlerin, yaşamın içinde var olabilmesi için,duruşunu değiştirmemekte ısrar eden bireylerin sayısı oldukça fazladır.

Kültür endüstrisinin, beklenmediği kadar büyük hızla “değişim” adı altında yüreklere bir tutam soğuk su serperek sunduğu hazır kültür kalıplarında, evlere hatta evlerin içine kadar rahatlıkla girebilmesinin etkisi ve mağdurun tarif edilmesindeki rol, “aynılık” kavramı paralelinde modernlik olarak sunulmaktadır.

Oysa ki, parmaklarımızın izleri bile birbirinden farklıyken, “insan” olarak yaşamda var olma şeklimizin aynı olması beklenir mi? Yaşamımızın aynı olması olabilecek bir şey mi? Paradigmamızın, algılayış durumumuzun, beden durumumuzun… Bu liste uzar.
“İnsan” olarak birbirimizden farklılıklarımızla ilgili düşünülecek, konuşulacak, yazılacak bir durumun varlığının olmadığı bilinirken, bir taraftan birbirimize benzer olmamızın istenmesi de ne? Yaşamda, mahallede, hastanede, postanede…Farklılıklarla yaşamayı bilmediğimizden mi?

Bir kalıptan çıkmış gibi davranmamızın beklenmesi, bir kalıptan çıkmış gibi yürümemizin istenmesi, konuşmamızın istenmesi… Ne kadar anlamlı? Sunulan hazır kalıpların kültür endüstrisinin sonucu olduğunu göremediğimizde, sunulan sistemin içine rahatça girebilmemiz kendimize “uzak duruş” şeklinde belirginleşmeye başlamaktadır.

“Robotizm” i hep düşündüm. Yaşarken, yaşamın içinde yaşamı anlamaya çalışırken…

”Aynılık” kavramıyla birlikte düşündüm. Gözümün önünde bir robot; düşündüm, düşündüm…Sonra insanlara bakınca, yaşamın içinde davranışları irdeleyince yine düşündüm. Aynı davranışları ardı ardına farklı insanlarda görünce, bir kez daha düşündüm. Başka işlerin içindeyken bile hep aklım bu işlerdeydi. Sonra düşündüğümü özetledim; “ROBOTİZM”

Tepkilerin aynılığı beni düşündürttü. Tepkilerin benzerliği üzdü. Yapılanların, yorumların birbirinin devamından öte, tekrarı kızdırdı. İnsanın robotlaşması sıkıntıya soktu. Kalıplarla düşünürken, bireysel ayrılıkların farkında olmamak, olamamak canımı acıttı. “Robotizm” dediğim gizli hastalığın yaygınlaşıyor olması ürküttü.

Değişen şartlar karşısında, toplumca çareler aranarak, uyum sağlamak adı altında bazı tedbirlerin alınmasını, alınmasının istenmesini kabul etmiyor değilim. Ancak, değişen şartlara uyumlulukla birlikte bireysel ayrılıkların göz ardı edilmesiyle, prototip insanın yaratılmasının beklenmesine itirazım var. Prototip insanın yaratılmasıyla, yaşamın orta yerinde farklılıklarıyla yaşamaya çalışan insanların hoşnutsuzluğunu anlayabilmek zor olmasa gerek.

Kültür endüstrisine paralel olarak beliren “ modern insan” modeli, elimizin altına hazır kalıplarla sunulurken, akılcılık ve insan etkinliği çerçevesinde düşünülmesi gereken bireysel ayrılıklar, “Robotizm” ile birlikte tüm yaşama sunulmaktadır. Kültürü profesyonel yaşamak isteyenlerin “ insan” vurgusunu bilerek davranması, “Robotizm”in en büyük düşmanıdır. Benzerliğin “insan” için geçerli olmadığını bilerek, yaşamı, yaşamın içinde, “ insan”ı, “ insan” da görerek…
Bir çok kitapta modern insan özelliklerinden sayılan “zamanla ilgili olmanın, başarı güdüsünün, aile ilişkilerinin zayıflamasının, geleneksel kişinin mistik dindarlığının…” yaşamın içinde “Robotizm”i benimsemeyenlerce reddedilmesi yadırganacak bir durum değildir. Ayrıca, “Robotizm”in modernleşmenin tek boyutlu gelişmesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

“Robotizm” i belki ilk defa duyuyorsunuz, belki duydunuz, belki içinizden hep geçirdiniz. Bunu bilemem. Ama şunu iyi biliyorum ki, “insanı” kendinizce yorumladığınızda hep tanımladınız, belki neyi tanımladığınızı bile düşünmeden. “Aynılık” temellendirmesi yaparken, benzer eğilimleri düşünmeden uygulayanları görüp kızarken, bireysel ayrılıkları bildiğinizden ve herkesin bilmesini istediğinizden….

“Bir ‘insan’ tüm evrendir yürekten görene. Yürek aldatmaz; anlayabileni… Kandırmaz bir an bile…Yürek ağlamaz, evrenin tümünü bildiğinden. “Ağlama” der usulca gözlere, “ağlama daha görecek güzellikler var bulalım birlikte “ ama gözlere anlatamaz derinlerden akıttığı tüm güzellikleri. Yürek göremez diyenlere inat, yürek en uzağı görendir, bunu böyle bilene… Gördüğünde ise ağlayan gözlere anlatamadıkça, yürek çekilir insanın küçük evreninden. Çekilirken de kapanır kendine öncelikle. Bir daha hiç açılmamacasına.”

Yaşamda hiçbir “yüreğin” yok sayılmaması dileklerimle...

6 Aralık 2008 Cumartesi

"Ötekileştirdiğimiz" İnsanlar







Birkaç gündür oğlum ciddi sıkıntılar yaşıyor ve yaşatıyor. Derdini tam anlatamadığından, tepkilerini çözmek zorunda kalmak kaçınamayacağımız bir gerçek. Çözüyorum şifreleri, ard ardına yerleştirdiğimizde zor olmuyor. Ellerini daha sert ısırıyor, okula giderken üzerini giymemek için direniyor, sürekli birilerini kızdırmak istiyor…

Sıkıntısı var. Üstelik tepki verdiği arkadaşları…Onları çok seviyor ama yanlarına gitmek istemiyor. Neden acaba? Bir çocuk arkadaşlarını hem sevip hem yanlarında olmak istemiyorsa burada ciddi bir iletişim sorunu vardır. Bunu anlayabilmek zor değil.

Anlayabilmek zor olmasa da sorunu çözebilmek kolay değil. Bir çocuğun, bir başka çocukla iletişim şeklini değiştirebilmek kolay değil. Sorun değişmeyince yaşamda yaşanan bu sıkıntı, yaş büyüdükçe daha büyür. Bir süre sonra hiç çözülemez. Ağaç yaşken eğilir…

Yaşamın içinde birbirinden oldukça farklı insanları her zaman rahatlıkla görürüz. Konuşamayan, kilosunda normal dışı durum bulunan, bedeni herkes gibi olmayan…Biz bu insanlara “engelli” der geçeriz. Bizden uzak olsun da, söylemlerini de yanlarında yüreklerimizden geçirerek. Duygunun “engeli” olmayacağını düşünmeden, tıpkı yaşın olmadığı gibi. Duygu her yaşta, her şartta aynı izleri bırakır yüreklerde…

İstenmemek, kabul görmemek kolay baş edilir bir duygu değildir herkes için. Sürekli istenmemek ise görünmeyen engelleri ortaya çıkarır, bilene. Var olan engelin yanında üstelik. Tüm engelliler ve ailelerinin gerçekte yaşadığı gibi. Bir başka engelle de mücadele etmek zorunda kalmak kolay baş edilir değildir.

Ötekiler deyip bir kenara bıraktığımız “insanların” , bırakılan kenarda neler yaşadığını düşünmemek öncelikle “ insan” olmaya ihanettir. Evde konuşacak kimsesi olmadığı için ağlayan yavrularımla konuştuğumda , yaşanan ihaneti daha net görmek, yine de onlar için sevgi beklemek çok mu anlamsız?

Dışarıda “ötekileştirilmiş” gençlerin içinde bulunduğu sıkıntılı ruhsal durumları her an gördüğümden, yürekten üzülürüm. Yalnızlıklarını bile yaşamın kendisi diye düşünen gencecik bedenleri… Bir insan merhabasında kabaran yüreklerini yanlarında görmenin, o an aldıkları hazzı onlarla yaşayabilmenin bir sonraki adımını bildiğimden, içim daha büyük acı duyar. Vazife galibi olarak hayır yapmanın sonucunda rahat rahat evlerine dönmeleri gördüğümden... Ne vazifesi? Yaşam bu kadar mı basit, tek düze? Hep aynı insanlarla…

Merak etmeyin oğlumun sorununu çözebilirim. Yanındayız, hep… Ama her “öteki” çocuk bu kadar şanslı mı? Mücadele etmeyen, edemeyen ailelerinin yanında, arkadaşlarından sürekli uzakta kalabilmek o küçük yüreklerde nasıl yansır bilir misiniz? Ya da düşünebilir misiniz? Düşünmek bile istemeyenler için sözüm, düşünün!… Düşünün ki birilerini de düşündürün. Küçük yavruların, genç bedenlerin “ötekileştirilmesine” izin vermeyin. Onları sokaklarda görebilirseniz tabii ki. Onlar evlerinde, herkesten uzakta…Ama yürekleri hepimizle…Bekliyorlar.

22 Kasım 2008 Cumartesi

Ozan Şahin









Aşağıda yaşamından küçük bir kesit olan Ozan Şahin'in duyguları bulunmaktadır. 30 yaşında, müzisyen bir genç Ozan. Sitesinde video görüntülerinde bestesi de bulunmaktadır. Yürekli bir genci tanımak için biraz zaman ayırmanızı dilerim.




“Size, 1993 yılından bu yana içimde yanan volkandan bahsedeyim…

Ben o zamanlar, 10 yaşındaydım. Babam, Bingöl’de ortak bir operasyona katılmak için görevlendirilmişti. O zaman, babam Elazığ Jandarma Komando Taburu’nun Tabur Komutanıydı. Hatırladığım kadarıyla dört günlük bir operasyona gitmişti… Taburda asker abilerimden çok az kişi görevli olarak kalmış, taburun tamamına yakını operasyona gitmişti... O gün hava bulanık, yağmurlu bir hava görünümündeydi…

Akşam 19:00’a kadar taburda kaldım... Vakit geçmek bilmiyor, operasyondan bir türlü haber gelmiyordu... Ama benim içimde tarifi anlatılmaz ve çok farklı bir sıkıntı vardı. Bu sıkıntıyı içimde taşıyarak 19:15 civarı eve döndüm...

Akşam yemeğimi yeni yemiştik ki, birkaç dakika sonra karşı komşumuz ve oğlu bize oturmaya geldiler... Ardından birer birer, diğer rütbeli eşleri de bizim eve gelmeye başladılar. Bu gayet normal bir şeydi. Çünkü lojmandaki subay aileleri her zaman bir araya gelir, dayanışma içinde sohbetlerini ederler ve birbirlerine destek olurlardı... Ben de yine öyle bir toplanma olduğunu düşünerek içeride arkadaşım ile sohbet ediyordum...

Gece 20:00-20:30 arası annemin bağırmasını duydum... Dürüst olmak gerekirse, yaşlı ve hasta olan anneannemi kaybettiğimizi ve annemin 0’nun haberini aldığını zannettim...Ben inanılmaz bir şok içindeydim…

Çünkü benim bildiğim babam, yılların askeriydi ve 20 yıllık subay kolay kolay ölemezdi...Ama diğer yandan da kafamda ve yüreğimde fırtınalar kopuyordu... Annem odama gelerek, “Oğlum, baban öldü” dedi ve ağlayarak bana sarıldı...Ben hala, ölümü babama konduramıyor, bir türlü inanmak istemiyordum. Annemi teselli etmeye çalışıyor, operasyon bölgesinden haber alınamadığını tekrar tekrar anlatmaya çalışıyordum. Ama annem beni dinlemiyor, sürekli feryat figan ediyordu...O sırada kız ve erkek kardeşimi diğer bir subay eşi olan komşumuz yanlarına alarak evlerine götürdü. O zaman kardeşlerimin birisi 5 birisi henüz 7 yaşındaydı…

O ara lojmandaki evimizde inanılmaz bir telefon trafiği yaşanıyordu.. Bütün gece dua ederek: “Allah"tan babamın tekrar sağ salim evimize dönmesini diledim...” Henüz doymamıştım babamın kokusuna…

Güneş doğmuştu, çok yorgun ve harap bir şekilde yatağıma uzanmış vaziyetteydim. Sabah 9:302da babamın İl Jandarma Komutanlığında görevli olan devresi bir binbaşı odama geldi... Karşıma oturarak hatırımı sordu...Hiç bir cevap vermedim. Vermeye güç bulamadım dudaklarımda...

Ve derin bir nefes alarak, binbaşıya şu soruyu sordum: “babam şehit mi oldu ?”

“Evet, oğlum” dedi...Hiç konuşmadan, 15 dk. boyunca sürekli tavana baktım... Saat 11:00 civarı evimize bir hoca gelerek Kuran’dan ayetler okumaya başladı. . Daha sonra babamın naaşının Elazığ Askeri Hastanesine geldiği söylendi bize… Hastaneye doğru hareket ettik. Babamı son bir defa olsun görmek istedim... Morgda cansız yatıyordu..

Görünce “Baba” diye, bir çığlık attım.. 11:30"da Alaya hareket ederek, babamın Elazığ’dan uğurlanma merasimine katıldım. Babam ve Maraş’lı olan askeri Ahmet NALÇACI aynı operasyonda şehit düşmüşlerdi...

Elimde bir TÜRK bayrağı, önümde ay yıldızlı bayrağa sarılı iki tane tabut. Birinde babam, diğerinde hayatının baharında vatan için canını veren bir abim yatıyordu…

Merasim kıtası babamın askerlerinden seçilmişti... Hepsi beni çok yakından tanıdıkları ve sevdikleri için sessizce bana bakıyorlardı... Ben de onlara donuk gözlerle karşılık veriyordum. Sonra, yavaş yavaş yürüyerek alayın dışına çıktık.. Babamın ve askerinin bayrağa sarılı naaşını iki ayrı araca koydular... Askerinin bayrağa sarılı naşını aynı araba ile memleketi olan Kahramanmaraş’a gönderdiler... Biz de başka bir konvoy ile Elazığ Havalimanına doğru hareket ettik...

O sırada önümüzde yol almakta olan merasim kıtasının otobüsünün arka camı bana bakan askerlerle doluydu.. Camda boşluk göremezdiniz... Biz havaalanına giderken, karşı yönden bizim Tabura ait Land –Rover marka araçlar operasyondan dönüyorlardı.. Ve ben içimde tarif edilemeyecek duygularla o araçların geçişini seyrediyordum…

Havaalanında bizi bir askeri nakliye uçağı bekliyordu. Önce, babamın bayrağa sarılı naaşını uçağa aldılar.. Ardından annem, kardeşlerim, amcam ve ben uçağa bindik... Annem aldığı ilaçların etkisi ile yarı aygın yarı baygın bir vaziyette oturuyordu...

Havalanmadan önce uçuş personeli yanımıza gelerek tek tek başsağlığı dilediler.. Babaannem, büyükbabam, halalarım ve diğer amcalarımla beraber Ankara’ya doğru uçuşa geçtik...

Ankara’ya vardıktan sonra biz subay olan amcamın evine gittik...

O geceyi amcamın evinde feryat figan bir şekilde geçirdik. Gecenin geç saatlerine kadar en küçüğünden en büyüğüne kadar gelen subay ve eş dostun sayısını hatırlayamıyorum bile... Ertesi gün öğle namazını müteakiben babamı Cebeci Şehitliğine defnettik. O günlerde üç ay boyunca amcamın yanında kaldık. Gidip gelen rütbeli subayların ardı arkası kesilmiyor, her gelen bir vaatte bulunuyor ve bir daha gelmiyordu.. Daha sonraları bu durum sadece telefon aramalarıyla sınırlanmaya başladı...Verilen vaatler unutulmuş ne hakkımız olan lojman ayarlanmış, ne de öğretmen olan annemin Ankara da bir okula tayini yapılmıştı...Yaşadığımız bu gibi tatsız olaylardan sonra içimde olan okuma şevki de kırılmıştı...Lise tahsilinden sonra yaklaşık yedi sene kendi odamda kendime ait küçük bir dünya kurdum.. Şu an kaybettiğim yedi senenin ve gidemediğim okulumun hesabını kimden soracağı mı merak ediyorum?..

Babamın şehit olması ve yaşadığımız bu gibi olaylardan sonra annem yaşıtlarına göre çok yıpranmış ve erken yaşlanmış; kardeşlerimse babamı benim anlattığım babamla ilgili olaylar ve hatıralarda kalan fotoğraflardan tanımaya başlamıştı...
Her ne kadar bizimle ilgilenilmese de kimseye kırılmadım, darılmadım, küsmedim..
“Bir şehit çocuğu olmaktan büyük 0nur duyuyorum... Bir Atatürk milliyetçisi olarak babamın Türk tarihine geçen aziz şehitlerimizden biri olması bulunduğum her ortamda alnım ak başım dik bir şekilde ve gururlu bir biçimde davranmamı sağlıyor…


Ozan, şu an Ankara-Bilkent'teki Türk Silahlı Kuvvetleri Bakım ve Rehabilitasyon Merkezi'nde kalıyor. Ankaralı olup da, buraya yolu düşenler sadece bir merhaba demek için bile yanına uğrarsa, Ozan’a moral olur…

www.osahin.com

16 Ekim 2008 Perşembe

Engel Nerede?








Bedende, görüntüde, elde, ayakta, dilde, kulakta… Ne fark eder ki. Engellilik, yaşama ilişkin kendimizden kaynaklanan bir farklılıktır sonuçta. Bu farklılık öyle bir şeydir ki, neredeyse tüm ilişkilerimizi etkiler. Komşumuzla, arkadaşımızla, eşimizle, annemizle… Sürekli birilerinden yardım almak zorunluluğu ilişkilerin de seyrini değiştirir.

Oysa ki, her insan, bir başına yaşayabilmek, istediği anda iletişime girebilmek ister. Yani kendisini, küçük evreninde kendisi istediği gibi var etmek ister. İstediği algıları yaşantısına sokabilmek, istediği değerleri yaşayabilmek… Ancak, yaşama ilişkin sınırlanma durumu 'kendisinden' kaynaklandığında bunu yaşayabilmesi zorlaşır.

Yaşamaya dönük sınırlılıklar ise, tüm ilişkilerinde öndedir. Ellerini kullanamayan bir birey, başkalarının ellerini az da olsa desteğinde görmek durumunda kalır. Yürek acısa da… Bu, her birey için sıkıntılı bir durumu anlatır.

Kimse kimseye bağımlı yaşamaktan mutlu olmaz. Bu durum mutluluk vermez her şeyden önce. Ancak, bu sıkıntılı durum, ellerini kullanamayana ‘el verenlerce’ daha da zorlaşabilir. Bunu yaşamak zorunda kalmanın acısı öyle büyük olur ki.

Özellikle yaşamı daha iyi yaşamaya yönelik hakların talebinde yaşanan yürek acısı daha da büyür. Kırılgan yürekler daha da kırılır, zorlanır. Farklı yaşamak zorunda kalmaya kader denir de, buna kader denir mi? Denmez elbette.

Bu durumunda başlıktaki sorumuza tekrar dönelim: Engel nerede?

Yaşama bakışımızdaki kısıtlılıklar asıl engeli yaratır. Var olan engelle zaten zor olan bir yaşamı daha da zorlaştırır. Bunu yüreklerin anlaması, kabullenmesi zordur.

Engelle doğulabilir, engelli olunabilir ama engel çıkaran bir yaşamda var olmak kolay değildir. Bu zorluğa rağmen yaşamaya çalışmak, üretebilmek ise kendi başına ayrı bir zorluktur. Ama aşılabilir. Daha dimdik durdukça, yaşama daha doğru adımlarla atıldıkça, üretebildikçe…


Yürekleri kendinde olan tüm engellilere selam olsun

15 Ekim 2008 Çarşamba

Katili annesi çıktı


Bir insan bu yavruya nasıl kıyabilir? Üstelik anne...







Henüz 3 yaşındaydı. 4 aydır kayıptı ve polis durmadan onu aradı. Sonra korkunç gerçek ortaya çıktı.


Caylee Marie Anthony henüz 3 yaşındaydı. Geçen temmuz ayında büyükennesi polisi arayarak "Torunumu bir aydan beri göremiyorum" dediğinde, polis hemen harekete geçmişti.

Annesi ile ABD'nin Florida eyaletindeki Orlando kentinde yaşayan küçük Caylee o günden beri kayıp ilan edildi.

Annesi Casey Anthony, polise kızının gerçekten kayıp olduğunu söylerken "Neden bize başvurmadınız" sorusuna, gözyaşlarına boğularak "Çok korktum. Ne yapacağımı bilemedim. Caylee bir haftadır kayıp. İşe giderken onu bakıcısıyla birlikte bıraktım. Döndüğümde ikisi de yoktu. O günden beri kızımı arıyorum" cevabını verdi.

Dört ay boyunca Caylee'yi Florida'nın ve hatta ABD'nin dört bir yanında arayan polis, küçük kızın hiçbir izine rastlayamadı. Cesedi ise hala bulunamadı. Ancak ortaya bir başka gerçek çıktı.

Gözü yaşlı anne Casey'in, gerçek kişiliği hakkında polis ilginç bulgular elde etti ve bir numaralı şüpheli ilan etti.




Orange County Şerifi'nin bürosundan yapılan açıklamaya göre, dün mahkeme önüne çıkarılan cinayet zanlısı anne, küçük kızın cesedi bulunmamış olmasına ve her şeyi inkar etmesine rağmen, birinci derecede cinayetten, mahkemeye yalan beyanda bulunmaktan, hırsızlıktan, dolandırıcılık ve çocuk ihmalinden suçlu bulundu. Cezası, bir sonraki duruşmada kesinleşecek.

Çalıştığını söyleyen Casey Anthony'nin aslında aylardır işsiz olduğu ortaya çıktı. En son çalıştığı işyerinde bir arkadaşının çantasındaki çeki çalıp bozdurduğu anlaşıldı. Komşularına göre, küçük kızına hiçbir zaman bakıcı tutmamış, çocuk çoğunlukla evde yalnız kalıyordu.

9 Ekim 2008 Perşembe

Şehitlik Çocukları




















Haşim ve Furkan. Onlara Afyon’da rastladım. ‘Umut gözlerini’ ışıldattıklarında o kadar tatlıydılar ki. Sürekli gülüyorlardı. Küçük kedi gibi belki de öğretmen olduğumu bilmeden oynaştılar benimle. Öğretmen olduğumu söylediğimde inanmak istemediler. Nedenini anlattılar:

“Sen öğretmen olamazsın. Bizimle oynuyorsun.”

İnandırmamak daha iyi böyle anlarda. Ama aklım takıldı. Ne demek istediler? Öğretmenlerine küçük bir sitem edelim burada.

Haşim 6 yaşında. Henüz okula başlamış. Okulu sevmiş ama dışarısını daha sevimli buluyor belli ki. Çünkü okuldan bahsetmemi istemedi. Okul deyince hemen “bizi güldür” dediğinden belliydi. Haşim’i okul güldürmüyor muydu? Yine aklım takıldı. Sürekli dolanıp gülmek istemesi ve bunu da başarması çok sevimliydi. Ama abisinin daha çok güldüğünü de söyledi hemen. Abisini merak ettim. O’nu okul güldürüyor muydu acaba?

Furkan 10 yaşında. 4. sınıfa gittiğini söyledi. O Haşim kadar olmasa da gülümsüyordu sürekli. Yeni birisiyle tanışmanın mutluluğu vardı üzerinde. Tanımadıkları kişi kendisiyle oynuyordu üstelik. Ama iş biraz soru sormaya gelince keyfi kaçtı Furkan’ın. Benim derslerim iyi değil diyebildi sadece. Neden? Sorusuna cevap vermedi. Yine aklım takıldı. Bu noktada öğretmen olduğuma inanır gibi oldu Furkan ama yine de inanmamak için direniyordu.

Ülkemin güzel çocuklarıydı onlar. Gülerek yaşamaya çalışan ama belki de yaşamın gerçekten güldüremediği çocuklar… Gözleri ışıltılı ama bir o kadar da tedirgindi. Ama arada bir yanlarına gelen yabancılar mutluluk veriyordu belli ki. ‘Adam yerine konmak’ hoşlarına gidiyordu. Eksik kalan yönleri…

Tüm çocuklar gerçekten gülebilmeli. Okullarda gülebilmeli her şeyden önce. Bu kadarı çok görülmemeli. Zaten yaşam büyüdükçe güldürmüyor, küçük yaşları zehir etmemeli.

Son sözleri: “Sen yine gelsene…Bekliyoruz.. Çabuk gel.”

Gelirim minikler. Önce burnunuzu silin bakalım. Hayır kolunuza değil. Sizi gidi yaramazlar. Kaçmayın…

“Yakalayamazsın ki”

8 Ekim 2008 Çarşamba

Kraliçemiz Gitti















O da gitti. Her ölüm gibi onun gidişi de acı verdi. Daha bir kaç gün önce gülümsüyordu. Bayramın tadını çıkartıyordu. Tüm sevenleri yanı başında. Zaten başka ne isterdi? Biz de yanındaydık. Tutmayan elleriyle sarıldı, doyamadı bir daha sarıldı. Hasretlik giderdi belki de. Bir daha dünya gözüyle göremeyeceğini bildiğinden mi ne? Babannem gitti. Bizim kraliçemiz artık göklerde.




GİDENİN ARDINDAN


Yüreklerin solduğu akşamın getirdiklerini, başka yüreklerdeki yansımasında yüreklice gördüğümüzde, gidenin ardından ağlayamayız bile. Gözler açılsam mı açılmasam mı dercesine kısık bakarken…gözlerin görüp görmediği belli bile olmazken…gözler bazen yerinde fazlaymış gibi yerinde dururken… ağlasak ne olur, ağlamasak ne olur?

Gidenin ardından kısık bakışların gideni geri getirmeye yetmeyeceği bilindiğinden, gözleri kıssak ne olur kısmasak ne olur?

Yerli yerinde duran dünyaya ait olanların yerine, gideni koyup koymamakta karasız kalınan anlardır bu anlar. Bu anlarda ağlayamadıktan sonra baksak ne olur bakmasak ne olur? Bakan gözlerle görülemeyenlerin yerine tahayyül bile edilemeyenleri, koysak ne olur koymasak ne olur?

Yüreklerin solmasının yaşamdaki karşılığını iyi bildiğimizden, yüreklerin öyle anlarda yerinde olmasını bilmek bile bir şey ifade etmezken, yüreklice düşünmenin zorluğunu bilmek, sözlerin ardına sığınmakla bir olur. Sözlerin yüreklerden çıkmadığını düşünerek rahatça…

Yüreklerin rafa kalktığı anları, yaşasak ne olur yaşamasak ne olur? Yaşamın yüreklerden aktığını bilmek bile bir şey anlatmadıktan sonra…

Gidenin ardından yaşamı anlayabilmek zordur. “Ne oldu da gitti” cümlesi anlamını yitirir…Yürekler boşlukta süzülüp gider, sessizce…İsyanın kelimesi bile ağır gelir. Böyle anlarda yürek ne yapsın?

Kapıların ardında geçen konuşmaların, boşlukta birer saz sesi gibi gelmesi mi bize bunları söyleten? Yüreklerin olmadığı anlarda söylenen sözlerin anlamsızlığı gibi yitip giden acımasızca sızlayan ….Acısa ne olur acımasa ne olur?

Yaşamın yüreklerde yaşadığını bildiğimden rahatım…Yüreklerin başka yüreklerle bütün olduğunda yaşadığını düşündüğümden rahatım…Yüreklice yürekleri yaşamak istediğimden rahatım…Böyle olmasa ne olur olsa ne olur?

Çiçeklerin kokularının anlamını yitirdiği anlardır bu anlar. Koku hissedilmez olur, burun koklamaz olur, dil susar, yürek susar, arada bir boşlukta saz sesi şeklinde konuşmalar duyulur….Böyle gider.

Tüm göçüp gidenlerin ardındakilere…

Reyhan Gazel

6 Ekim 2008 Pazartesi

Engelli Çocuğa Tecavüz İddiası







İnanamıyorum...

Yazık demekten başka ne gelir elden? Anlayamadığım şey, bir insan!!! 12 yaşındaki engelli bir çocuğa neden böyle bir şey yapar? Üstelik akrabası olan bir çocuğa... Allahın hepimize emanet ettiği bu çocukları, toplumdan önce ailelerinden mi koruyacağız? Aklımı yitirmeden yaşayabilmem ne zor. Her yürekli insan gibi...

İşte Haber

Engelli Çocuğa Tecavüz İddiası

Aydın'ın Çine ilçesinde, bedensel engelli bir çocuğun, akrabası tarafından tecavüze uğradığı iddia edildi.



Çine Emniyet Müdürlüğü'ne giden M.O., bedensel engelli oğlu B.O.'nun (12) 10 gün önce, öğrenim gördüğü Yenimahalle'deki özel rehabilitasyon merkezi çıkışında akrabaları M.A. tarafından Antalya'ya kaçırılarak tecavüz edildiğini ileri sürdü ve bu kişiden şikayetçi oldu.

Şikayet üzerine gözaltına alınan M.A. (23), sorgusunda, rehabilitasyon merkezinden çıkışta B.O.'yu alarak otobüsle Antalya'ya götürdüğünü, bir yetiştirme yurdunda 2 gün kaldıktan sonra Çine'ye dönerek evine bıraktığını söyledi.

B.O.'nun, Çine Devlet Hastanesi'nde yapılan muayenesinde, tecavüze uğradığının belirlendiği belirtildi.

Emniyetteki işlemleri tamamlanan M.A., sevkedildiği mahkemede tutuklanarak cezaevine gönderildi.

AA

4 Ekim 2008 Cumartesi

O ŞİMDİ ŞEHİT


























- Astsubay Çavuş Hasan Önal (Eskişehir)

- Uzman Çavuş Cahit Yıldırım (Erzurum)

- Uzman Çavuş Selçuk Can (Osmaniye)

- Uzman Çavuş Hasan Aygör (Kırıkkale)

- Uzman Çavuş Onur Ilgin (Adana)

- Uzman Onbaşı Bahattin Erturhan (Sivas)

- Uzman Onbaşı Rasim Eser (Mersin)

- Çavuş İlhan Küçükksolak (Kocaeli)

- Onbaşı Muhammet Aydemir (Artvin)

- Er Hakkı Aran (Diyarbakır)

- Er Davut İlbaş (Siirt)

- Oktay Karakelle (Bayburt)

- Er Çağlar Mengü (İstanbul)

- Er Ramazan Yeşil (Antalya)

- Er Halil İbrahim Arılık (Denizli)


“O şimdi asker” demek isterdik. Diyemeyiz. Gözü dönmüşlerin mesaisi vardı yine. Aldılar canları. Nereye kadar?

Şimdi onlar gökyüzünden bizleri izliyor.

Yavrularının, eşlerinin, dostlarının, sevdiklerinin ve tüm ülkenin yüreği ezik.

Nur içinde yatsınlar.

OBAMA GELİYOR







Amerikan tarihinde önemli bir gün; 29 Eylül 2008. Bu tarih sadece, Wall Street’in bir trilyon dolarlık zararla kapandığı ekonomik kriz durumunu değil, başkanlık seçimlerinin sonuçlarını da doğrudan etkileyebilecek bir dönüşümün tarihi.


Bu tarih 2 ay ertelenebilir miydi? Evet ertelenebilirdi. Ama ertelenmedi. Bu durumun nedeni bir tarafa, sonuçlarını düşünmek gerek.


ABD Başkanlık yarışında, Cumhuriyetçi aday John McCain ile Demokrat aday Barack Obama’nın 29 Eylül 2008 tarihine kadar neredeyse başa baş giden rekabeti, piyasaların denetimine sıcak bakan B. Obama’ya avantaj getirdi.


700 milyar dolarlık batan şirketlere ekonomik yardım tasarısı, Cumhuriyetçilerin ve Demokratların bir kısmı tarafından serbest piyasa ekonomisinden geri dönüş ve devlet sosyalizmine yeni bir açılım olarak kongre zabıtlarına geçti.


ABD orta sınıf halkına ek yükler de getiren bu tasarı daha sonra yapılan düzenleme ile, orta sınıfa destek ve küçük ve orta ölçekli işletmecilere nefes aldırtan ek maddelerle 850 milyar dolara çıkartıldı.


Yapılan değişikliklerle ikinci oylamada kabul edilen bu tasarı, Cumhuriyetçilerin ekonomi politikalarının iflası ve orta sınıf halkın Cumhuriyetçilerin döneminde fakirleştiğinin de belgesi oldu.


Başkanlık yarışına girdiğinden beri Cumhuriyetçilerin uyguladıkları ekonomi politikalarını eleştiren Obama ve Partisi, yaşanan ekonomik kriz ve oylanan tasarı ile bulunmaz bir fırsat elde etti.


Bu fırsat, ABD’yi yöneten finansal güçler ve karar vericiler tarafından Obama’ya verilen altın bir fırsat mıydı? Bunu gelecek gösterecektir. Ancak görülen o ki, eğer seçime kadar Cumhuriyetçi tarafı tutan karar vericiler, ABD’nin varlığını dünya çapında tehdit eden bir kanıt ortaya koyamazlarsa seçimin galibi şimdiden belli.


Son söz, dünya çok hızlı değişiyor. 1980’ lerde serbest piyasanın sınırsızlığının gerekliliği, küreselleşmeyle birlikte hızlı para akışının her ülkede hissedilmesi ile küreselleşmenin ön görülmesi gereken sıkıntılarının görülememesi ile yaşanan ekonomik kriz, bugün en büyük sonuçtur. Değişimin yönünü zamanında ön göremeyen, görebildikten sonra zamanında tedbir alamayan ülkeler, değişimin içinde yer alamadıkça bu tür krizleri her an kapılarında bulurlar.


Bu nedenledir ki bugün, serbest piyasaya denetim fikri önemli hale gelmektedir. Çünkü, sınırsızlık bir süre sonra başka aktörleri aktif hale getirmektedir.


Bu analiz, ekonomi kavramlarının bilinmesiyle ve gündem takibiyle yapılan bir durum tespitidir.

Halk Kimi İster?








Türkiye Ramazan Bayramı’nın ardından yoğun seçim gündemine hazırlanıyor. Yerel seçimlere birkaç ay kalsa da, sanki yarın seçim olacakmış gibi tüm siyasi partiler istedikleri oyu alabilmek için çalışıyor.

Yerel seçimler genel seçimlerden oldukça farklıdır. Her siyasi parti kendince her yerel bölgeye özgü, sevilen, istenen adayları bulma telaşında. Çünkü halk genel seçimlerde olduğu gibi çoğunlukla ismini bilmediği kişiye/kişilere değil, doğrudan belli bir isme de oy kullanacak. Belirlenmiş isimle aday olduğu siyasi partinin genel politikasının arasındaki uyumluluğa da dikkat kesilecek.

Tüm bunların ötesinde küçük bir analiz yapmak istiyorum. Bu analiz, bölgelerin değişebilirliği bir tarafa, genel olarak halkın kimleri yanında, arkasında, önünde görmek isteyeceğini anlatan bir analizdir.

Öncelikle halk becerisi olanı ister. Bu kişi, öncelikle geçmişten tanıdığı, sınırlarını bildiği, mümkünse sevebildiği kişi olmalıdır. Tanımadan kasıt, illaki aynı sokakta büyümüş olunması değildir. Geçmişte yaptıklarından bir şekilde tanınması da yeterlidir. Geçmiş insanın peşini bırakmaz. Sadece biz geçtiğini düşünürüz. Ama böyle durumlarda ansızın ortaya çıkabilir. Becerisini bir şekilde göstermiş, beceriye ilişkin sıkıntısı bulunmayan kişiler makbul kişilerdir.

Becerisini bir şekilde gösterebilmiş, anlatabilmiş kişilerin aynı zamanda aday olduğu bölge halkı için ulaşılabilir olması da önemlidir. Herkes istediği an ulaşılabilecek olanları tercih eder. Halktan uzak kişiler, çok sevilse de, beğenilse de tercih edilmez. Bu kişi, doğrudan tanıdıkları kişi de olabilir, çok ünlü bir kişi de. Fark etmez. Halk, böylece kendisini icraata yakın hissedip mutlu olur ve bu kişilerin önünde olmasını ister.

Becerisi olan ve ulaşılabilirliğinde sorun görünmeyen kişilerin aynı zamanda kendinden çok hizmet götürme vaadinde bulunacağı halk için çalışabilecek nitelikte olması gerekir. Yine geçmişe atıfta bulunursak, geçmişinde sadece kendisini düşünmüş, becerisini ve ulaşılabilirliğini bu şekilde göstermiş kişilerin pek de şansı görünmez. Halk bıyık altı gülerek başkasına döner. Ama son ana kadar da oyunun rengini belli etmez, hatta yalan bile söyleyebilir. Çünkü hasbelkader seçilirse, öylelerinin hıncının büyük olduğunu iyi bilir.

Becerisi olan, ulaşılabilirliği bulunan, halka hizmeti öncelikle düşünen kişinin kendisine özeni de önemlidir. Temiz giyimli, bakımlı, ama abartısız kişiler tercih edilir. Görüntüsünü, sadece görüntüyle işi kurtarmak için kullananlar sevilmez. Sade ve temiz bir görüntü için sonradan yapılabilecek bir şey yoktur. Çünkü kişi, bu giyim ve yaşam tarzını istese de değiştiremez. Değiştirmeye kalkarsa şansı da doğrudan ortadan kalkar. Çünkü komik olur.

Becerikli, ulaşılabilirliği olan, geçmişten beri halkı için çalışan ve temiz giyinen bir kişinin aynı zamanda, yapabileceklerini halka doğru anlatması ve yapamayacaklarını da nedenleriyle belirtmesi çok önemlidir. Yani dürüstlüğü… Örneğin Ankara’ya deniz gelemez… Komik bir örnek gibi durabilir ama yaşanmış daha komik örnekler eminim çoktur. Dürüstlüğünü doğru ve halkın net anlayabildiği dille iletebilme, iyi bir iletişim becerisi de başka önemli bir konudur.

İletişimi güçlü, becerisi geçmişte kanıtlanmış, ulaşılabilirliği bilinen, temiz giysili kişilerin aile yaşantıları da çok önemlidir. Ailesine eziyet eden kişi halkına neler yapmaz ki. Halk da ailesi gibi sahiplenilmek ister. Bunu öncelik olarak ortaya koyar.

Özü sözü doğru kişiler halkın sevdiği kişilerdendir. Yalanla hiçbir yüreğe girilmez. Girilir gibi olsa da ansızın yalan ortaya çıkar. Bu da partiler için ciddi risktir. Güvenilirlik açısından, başka seçimlere referans açısından…

Halk baba, anne şefkati bekler. Çünkü beklenti çoktur. En sıkıntılı anlarda yanlarında görmek isterler. Bu nedenle duruş çok önemlidir. Bu duruş, istenmeyen şeyler yapılması durumunda bile işe yarar. Çünkü ne de olsa anne, baba gibi en güvendiğimiz kişiler bile bazen istemediğimiz şeyleri yaparlar ve onlara kızamayız. Çünkü niyet doğrudur. İşin içinde sevgi vardır.

Bayanlar için durum biraz daha farklıdır. Çünkü halk, hem karşısında gerçek bayan hem de bazen erkek gibi olabilenleri tercih eder. Haksızlık durumunda bayan kararlılığı ile en önde gidilmesini ister. Süslüyü de pek sevmez. Çünkü süslü olmak halktan uzaklaştırır. Vaktinin çoğunu süslenmek için harcayanları beceri bakımından eksik görür.

Atanmışlıkla seçilmişlik arasındaki fark da halk tarafından iyi bilinir. Yani, bir bölgeye atanmış bir memur ya da başka bir görevli atandığı iş için cazip görülürken, iş seçmeye gelince seçmeyebilir. Çünkü atanmış kişiye yapabilecekleri bir şey yoktur. Birileri bu görevi o kişiye vermiştir ama söz sırası halka gelince, o kişinin atandığı görevde seviyormuş gibi davransalar da, seçmezler. Çünkü artık kendi kriterleri geçerlidir. Bir de atanmış kişilerin dışardan belli olmasa da sevmeyenleri çok olabilir. Risklidir.

Seçilecek kişilerin güçleri de çok önemlidir. Bu güç, bazen para olurken, bazen de kişisel güçleri olabilir. Çevreleri, başarıları, uyumluluğu, aklı, ailesi… Ama zaten yukarıdaki özellikler bir kişide toplanıyorsa, o kişi halkın gözünde güçlüdür. Ve halk güçlüyü sever. Bu güç, makamdan alınan güç değil, kişinin kendinden aldığı güçtür. Kendinde olanlardan… Ama burada sınır önemlidir. Aşırı güç de sevilmeyi, istenmeyi engeller. Çünkü o zaman ulaşılabilirlik ilkesi kendiğinden yok olur. Halk çekindiği, korktuğu kişileri istemez. Özetle oyunu verir gibi yapar ama vermez.


Siyasi partiler açısından bakarsak, parti politikasıyla uyumlu adayları tercih etmeleri normaldir. Bu şekilde sadece o kişinin alacağı oyu değil, kendi politikalarına da alacakları oyları hesaba katarlar. Yani iki yoldan da oy alabilmeleri önemlidir. Kendi tabanlarından, seçilmesini istedikleri kişinin kendi oy hesabından… Örneğin parti politikasıyla ters görüntüsü olan kişi ortaya aday olarak çıkartılmaz. Çünkü yerel seçimlerde doğrudan seçilmesi istenen kişi öndedir. Partiyi temsil eden o kişidir. Halkın bir bölümünün sevmesi, istemesi de aday olan kişinin yapacağı en küçük bir hatayla oyları düşebileceği için o riske giremezler. Kendi tabanlarına zıt kişileri aday göstermek istememelerinin altında yatan neden budur. Haklı bir nedendir. Sadece kişiye bağlı bir çalışma risklidir. Bu nedenle aday ile partinin uyumluluğu önemlidir.


DEVAM EDECEK…

29 Eylül 2008 Pazartesi

Başbakan Erdoğan’ın İşi Zor







Yazılarımı takip edenler iyi bilir. Daldan dala konmaktan çok, kendimce önemli olduğunu düşündüğüm konuları ardı ardına yazarım. Bıkmadan. Bu konulardan birisi de sosyal restorasyondur. Gerekliliği herkesçe bilinen, önemsenen ancak çok da üzerinde durulmayan bir konu. “Evet” deyip, ardından başka işlerimize baktığımız bir konu.


Oysa, şu anki ülke gündeminin olmazsa olmaz konularından birisi de sosyal restorasyondur. Başbakan Erdoğan’ın hem yüreğinden hem de dilinden sürekli çıkan bir konu. Aynı zamanda, icraatı zor bir konu. Bu nedenle, ülkesini seven herkesin Başbakan Erdoğan’ın işaret ettiği bu gündeme daha sıkı sarılması gerektiğini düşünmemek zor olsa gerek.


Çünkü, sosyal restorasyon ile, ülkemizde yoksulluk ve sosyal dışlanma riski altında bulunan birey ve grupların sosyal yaşama aktif katılımlarının sağlanması ve yaşam kalitelerinin yükseltilmesinin önü açılacaktır. Bu, iktidarın faaliyetlerini beğenen, beğenmeyen herkes için de önemli olmalıdır. En azından böyle olması gerektiği açıktır.


Bunların yanında, geniş toplumsal katılımın gerektiği sosyal restorasyon çalışmaları, doğrudan Başbakan Erdoğan tarafından verilen starttan sonra belli bölgelerde uygulamaya konulmuştur. Örneğin, GAP kapsamındaki illerde sosyal kalkınmanın gerçekleştirilmesi ve sosyal refahın artırılması için yoksulluk, göç ve işsizlik, kentleşme gibi sosyal sorunların giderilmesi için yerel dinamikleri hayata geçirecek ''Sosyal Destek Programı'' (SODES) DPT tarafından hazırlanmıştır. Bu çerçevede istihdam edilebilirliğin artırılması, meslek edindirme, gelir getirici faaliyetlerin geliştirilmesi, sosyal içermenin sağlanması ile kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetler desteklenecektir.


Elbette ki, sosyal restorasyon çalışmaları sadece GAP kapsamındaki illerde değil Ülkemizin tüm illerinde, illerin tüm mahallelerinde gereklidir. Ancak, Türkiye gibi heterojen yapıdaki bir ülkede, sosyal restorasyonun bir anda başlatılıp, çalışmaların sonuçlarını hemen alabilmek kolay değildir. Sonuçların alınabilmesi uzun yıllar sürebilir. Sabırla, sıkılmadan, büyük desteklerle… Bunun için her kurumun koordinasyon halinde birlikte çalışabilmesi bile kendi başına bir zorluktur. Tek tek insanlara gelince, zorluk da kendiliğinden artar. Çünkü zaten ciddi yaşam zorluğu içinde bulunan insanlar, bir başkasıyla entegrasyonu düşünemeyecek kadar dardadır. Bu darlığı açmanın yolu olarak sosyal restorasyonun yüreklere kazınması ise ayrıca bir zorluktur.


Ancak, birkaç yıl öncesine kadar belki de hiç duymadığımız sosyal restorasyon ifadesinin yaşantımıza girebilmesi önemli bir başarıdır. Kurumların konuyla ilgili çalışmalarını hızlandırması da.


En büyük zorluk ise, bu büyük sistemi yönetebilmek, yönlendirebilmek, beyinlere ve yüreklere öneminin kazınmasını sağlamak… Ama biliyoruz ki, bir şeye başlamak işi bitirmenin yarısıdır. Umarız diğer yarısını da görebiliriz. Bunun için Başbakan Erdoğan’ın işi gerçekten zor.


Son söz; sosyal restorasyonu önemseyen herkese kolaylıklar diliyorum.

Hoş geldin Zeynep Dilara








Her insan evladının doğumunun ardından duygu seline kapılır. Bu seli kendi bildiğince anlatır, yazar ya da sadece yaşar. Sadece benim için değil, tüm engelli aileleri ve engellilerimiz için çok kıymetli hocamız Prof. Dr. Ali Seyyar da minik kızı Zeynep Dilara için çok anlamlı, gözlerimizi dolduran bir yazıyı kaleme almış. Bu duygularını bizlerle paylaşan Ali Hocama en içten saygılarımla...

Tüm dualarımız Zeynep Dilara ve tüm yeni doğan yavrularımız için olsun.







Hoş geldin Zeynep Dilara


Ümitsizliğin haram edildiği manevî dünyamızda ümidimizi hep korumaya çalıştık. Ama gaflet anlarında ümidimizi yitirmişliğimizin karamsarlığını sana hissettirmiş isek bizi affet Zeynep Dilara. Ezelden beri her şeyin tayin edildiği bir âlemden dünya denilen bir çilehanede hep imtihan, hep sabır ile yaşadık.

Seni koklamak, senin gözlerine bakmak, hayranlıkla ellerini tutup yanaklarından öpmek, dünya ötesi bir arzu, ulaşılması zor bir hayal gibi algıladığımız bir zamanda varlığının ilk işaretlerini gösterdin sen bize. Hakikate ve varlığa inanmak, iman etmek kadar zor ama iman kadar tatlı ve anlamlı olduğunu sen bize hissettirdin en küçük kıpırdanışlarınla. Senin gelişine inanmak, Yaratan’ın “OL” emrine kalben inanmanın ötesinde hakkel yakın yakınlığını yürekte hissetmektir. Belki deniz dalgaları gibi coşkun bir hâl içinde değiliz ama engin ufuklara yelken açmış, uzun bir yolcuğa çıkacak bir geminin deryaya açıldığı heyecanlı bir günün sabah güneşinin sıcaklığını bütün hücrelerimizde hissediyoruz.


Hayatımıza farklı bir anlam kazandırmak, bize yeni sorumlulukların yanında ilave görevler yüklemek üzere yola çıktın. Şuna inanmanı istiyoruz. Ruhî derinliklerden gelen ezelî sevgi sayesinde her zorluk, bizim için kolay olacak. Dökeceğin her gözyaşı, ciğerlerimizi damla damla yakacak, gülümseyişlerin ise kalbimize ferahlık verecek. Uzun bir bekleyişin ardından, sabrın ve duaların tesiriyle ilahî lutfun tecellilerini daha dünyada iken tattık. Cenneti dünyaya taşımak elbette mümkün değil ama gözlerindeki o nuranî bakışlar, bize Cennetten bahşedilmiş bir tadımlık sükunet gibi gelecek ve sükunetli tadımlıklarla ebedî huzur ve saadet bahtiyarlığına erişeceğiz. Kim bilir belki de Cennet hurilerinden aldığın güzelliğinle son baharımızda bize daha nice nice sevgi dolu yıllar tattıracaksın.


Fıtratının berrak temizliği ile etrafa hep ışıklar saçacaksın. Yaşlandığımızı hissettiğimiz yorgun bir dönemde bütün kederlerimizi unutturacak o muhteşem gelişin. Geçmişe ait sorguları ve endişeleri hep bir yana bıraktık. Sen mi bizi terk ettin yoksa biz mi seni beklettik soruları ile ne kendimizi, ne de seni yargılamak niyetindeyiz. Kader planında ne düne ait olanlar ve yaşananlar, ne de yarına ait olanlar ve yaşanacaklar bizim elimizdedir. Kadere hep iman ettik ve ümitsizliğe düşmemek için yine kadere teslim olduk. Dualarımız ve girişimlerimiz, cüzî irademizin bir tezahürü olarak küllî irade ile buluşmasına yönelik idi. Ve küllî irade, kader çizgisinde seni bugün bizlerle buluşturdu. Senden önceki kaderimiz, O’nun iradesi altında olduğu için, isyan etmeden hep rıza çerçevesinde kadere boyun eğdik. Yine O’nun rızasını kazanmak ümidiyle senden sonraki kaderimize de aynı manevî istikamet doğrultusunda hep gönülden bağlı kalacağız.


Seninle hem gündüzleri, hem de geceleri yani her saniye seninle beraber olacağız. Seninle birlikte hayatımızı paylaşacağız. Sen yavaş yavaş büyürken belki de biz hızlıca yaşlanacağız. Ama sayende yaşlanmanın tadına vara vara dünyadan ayrılacağız. Çünkü artık sen varsın ve eminim seninle her şey daha güzel olacak. Anamın duası aklıma geldi. “Allah, bana sizin acınızı göstermesin, ölümüm sizinkinden önce olsun” derdi. Şimdi aynı duaları ben de senin için terennüm ediyorum:


C. Hak, bize hiçbir zaman acını göstermesin, kader ne der bilmiyorum ama ölümünü bize göstermesin”. Ya Rabbi, her şeyi yaratan olarak Sen her şeye kadirsin, biz ise aciz kullarız. Ancak senin lütfunla sabredebildik ve yıllar sonra muradımıza eriştik. Ne olur yine Senin inayetinle yeni görevimizi layıkıyla yerine getirebilelim ve emanetini en güzel biçimde koruyabilelim. Ya Rabbi, misafirimiz çok değerli, o bize verilmiş ne güzel bir hediyedir. Emanetini korumak, kollamak ve sevmekte bize itidal nasip et. Çocuğumuza göstereceğimiz ilgi ve sevgide ne Gayretullahına dokunacak aşırı bir tavır, ne de şeytanları sevindirecek mesafeli bir yaklaşım hâkim olsun. Sevgimiz hep fıtrî, şefkatimiz hep derin ve duygularımız hep canlı ve sıcak olsun. Ya Rabbi, biricik bebeğimiz Zeynep Dilara ile fedakâr annesine ve bize hayırlı uzun ömürler ver. Ver ki sonbaharımızda bile nevbaharın tatlı heyecanlarını yaşayalım. Ya Rabbi, dünyadaki nimetlerin ve lütufların bu kadar hoş olduğuna göre kim bilir öbür âlemdeki sürpriz mükâfatların nasıldır?


Zeynep Dilara’nın Annesi ve Babası:
Ali ve Asuman Seyyar

İlk Kaleme Alındığı Gün: 30.08.2008 Cumartesi; Sürmeli Oteli-Ankara.
İkinci Kez Kaleme Alındığı Gün: Zeynep Dilara’nın doğduğu gün: 24.09.2008; Çarşamba; Ada-Tıp Hastanesi; Adapazarı.

28 Eylül 2008 Pazar

HAYAT BAYRAM OLSA!







Gözlerinin içinden süzülen dramın, bir dudak kıpırtısı ile sözlere dökülmesi an meselesi. Dokunsan hem konuşup hem ağlayacak. Ağlayarak konuşması “duyun, gözlerime inanmıyorsanız “ demek olmaz mı? Olur elbette ama duyana…İstediğimizi duyma yetimizi bildiğimden işe yarar mı? Emin değilim.

Bazen çok bunaldığımızda ya da çok neşeliyken “HAYAT BAYRAM OLSA” deriz. Bunaldıysak bu durumdan kurtulmak için, neşeliysek bu durumun sürmesi için…Bayramların hep keyifli geçtiğini düşünerek…

Bayramların bizlerde uyandırdığı güzel duyguları, yaşamak istememizden doğal bir tepki olmaz, bunu da bildiğimizden… Bayramlarda herkesin mutlu olduğu düşüncesini beynimizin, yüreğimizin bir taraflarına yazdığımızdan…

Oysa ki bayramlar yaşamın en güzel günleriyken, dramların da başladığı günler olabilir. Ömür boyunca, hatırlandıkça yaşanacak, yürekten asla gidemeyecek dramların…

Gözlerden yaşlar süzüldükçe, her süzülen yaşta yeniden yaşanacak…Acıların kabına sığmadığı anlarda dokununca, ağlayarak konuşulacak…. Her an… Her bayram…

Böyle durumları duyduğumuzda, yaşadığımızda “ Hayat bayram olmasın” deriz içimizden. Hayatın bayram olmasını isteyenlere sıkıntı vermeden. Kendimizi yaşamın orta yerine koymadan. Sessizce, yürekten…

Bayramlar yine de istenir. Yoğun telaşın içinde görmeye fırsat bulamadığımız dostlarımızın, akrabalarımızın yanımızda olmasını isteriz. Onların yanında mutlu olduğumuzdan, bir iki tatlı söz duymak için yollara düşeriz.

“Hayat bayram olsa!” Her an bayramlarda olduğu gibi mutlu olsak, dostlarımızın yanında, akrabalarımızın etrafında. Bayramların kıymetini bilerek yaşasak, hep bayram havasında. Bayramlarda acıları olanları da unutmadan…Hasta, yaşlı, yakınını kaybetmiş, dram içinde yaşayan…Onları da yanımıza katsak, duyguları paylaşarak azaltmak için.
Ne güzel olmaz mı?

Bayramların gerçekten bayram havasında geçmesi, acıları yaklaştırmaması
dileklerimle…

Reyhan Gazel

24 Eylül 2008 Çarşamba

Bu Yazı, Ramazan Ayının Son Yazısıdır







Bu yıl da Ramazan ayı günahıyla sevabıyla bitiyor. Parası olmayanların yardımına koşarak, dertlilerin dermanı olarak, elimizin altındaki nimetlerin farkına vararak, hoşgörüyü yaşantımıza odak yaparak… En azından böyle geçmesi gerektiğini bilerek… Böyle yapmasak da yanlışta olduğumuzu anlayarak… 11 ay sonra tekrar aynı duyguları yaşayacağımızı düşünerek… Şimdiden bayramınız kutlu olsun sözleriyle…

Yeniden ülke gündeminin yoğunluğu içine girmeden, böyle bir yazıyı kaleme almanın mutluluğunu yaşıyorum aslında. Bu öyle bir yoğunluk ki, 1 ay boyunca yaşanan, yaşanılması gerekenleri unutturan cinsten hem de. Hiç unutulmamasını dileyerek… Lafım meclisten içeri.

11 ay boyunca har vurup harman savurduğumuz şükür kavramanın anlamını bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Yine kendimce.

“Yaratılırken bizde olduğunu gördüklerimizle insanlığa katkımız olmadıkça, sözde şükürlerin bir anlamı olmaz. Bize verilenlerle iyi şeyler yapmadıkça verilenlerin anlamının kalmaması da bundandır. Verilenler geri alınır ya da alınmaz, bunu ben bilemem, ama bildiğim verilenlerin yerlerini bulamamasının karşılığı mutlaka gelecektir. Yaşamda sabır gösterenlerin de isyan etmedikçe karşılığını alacaklarını bildiğimden rahatım. Tüm mağdurlar adına rahatım. Mağdurlara hep bekleyin, isyan etmeyin demem de bundan.” (Gazel, Yürek Felsefesi, sf.231)

Şükür kavramını her iftardan sonra o kadar çok duydum ki, duyduğum her şükür sözü yine bana bunları yazdırttı. Karnı doyan, hemen dile getirdi. Getirmese sanki herkes küsecekmiş gibi davrandı.

“Şükürler olsun, açlık kötü şey.”

Evet. Açlık kötü şey. Çaresizlik kötü şey. Yokluk kötü şey. İstendiği halde yapılmayan her şey, kötü şey. Aç karnına çalışamamak kötü şey. Susuzluk kötü şey. Görüp de yiyememek kötü şey. … O kadar kötü şey var ki. 11 ay rahat edecek sıradan şükreden diller belli ki. 1 ay şükretmek yetmez mi?

Yetmez tabii ki. Şükür her an olmalı. Dilde değil, yürekte olmalı. Sadece 1 ay yemekten sonra değil, 12 ay, her an olmalı. Her saniye, her varlıkta, her toklukta olmalı. Kötü şeyleri yaşayanlar her an düşünülmeli. 1 ay düşünülmesi yetmez. İnsan olana yetmez.

Zorluklar içinde yaşamaya çalışanlar da her an düşünülmeli. Sadece yemek yiyemeyen değil, her zorluğa göğüs gerenler. Onlara da bakıp sadece şükredilmemeli. Her an yanlarında olunmalı. Elleri ayakları olunmalı. Kim ne yapabilirse elbette.

Son söz, psikolojide güzel bir ifade var: Pozitif transfer. Ramazan ayında yaşananlar, 11 aya aktarılmalı. Sadece Ramazan ayı ile sınırlı düşünülmemeli.

Buna da şükür. En azından bir çok insana ulaşabiliyorum. Gücüm yettiğince. Ben görevimi yaptım, gerisi okuyanların, bilenlerin işi.

GÜLER YÜZLÜ BİR BAYRAM DİLİYORUM

23 Eylül 2008 Salı

Biraz da Ruhsal Engellileri Konuşalım







Yıllar önceki bir yazımda, engellileri engel tiplerine göre sınıflarken, gözümün önüne masum, bir o kadar da istenmemenin yarattığı kırgınlığı olan tüm engellilerimiz geldi. O zaman kendimce bir ifade buldum. ‘ Masum gözlerle bekleyen engelliler…’ Bekledikleri de sadece istenmek, herkesle aynı davranışları görebilmek, özetle ‘insan’...

Yazımın devamında bir anda aklıma engelli olduğunu göremediğimiz ancak, toplumda rahatça dolaşmasıyla sıkıntı yaratan insanları düşündüm. Çünkü toplum, böyle insanları rahatça içine alırken, ne kadar büyük bir tehlikenin altına girdiklerini göremiyordu. Evet bu insanlar asıl engelli insanlardı ve toplumca engellenmesi gerekiyordu.

Bu insanlar ‘ruhsal engelli’ insanlardır. Başka engel gruplarının topluma zararı olmazken, bu engel grubunun topluma ciddi zararı vardır. Düşünebiliyor musunuz, fiziksel engelli bir yavrumuz kime ne zarar verebilir? Çünkü, istenmemenin getirdiği zarar ancak kendinedir.

Gazetelerde yazılan onlarca, yüzlerce cinayet, tecavüz, vahşet… haberlerinin müsebbibi olan insanlardır ruhsal engelli insanlar. Ama engelli olarak düşünülmediği için her yere rahatça girip çıkan insanlardır aynı zamanda. Her girdikleri ortama zarar vererek üstelik. Bu zarar, bazen canların yitip gitmesine yol açarken, bazen de sürekli gerginlik olarak toplumda yerini bulur.

İşte son haber:

“Edirne'nin Lalapaşa İlçesine bağlı Kalkansöğüt Köyü'nde taşımalı eğitimle okullarına gitmek için servis bekleyen öğrencilerin üzerine ateş açan ve iki öğrencinin ölümüne iki kişinin de yaralanmasına neden olan Ahmet Öztürk, Jandarma ekipleri tarafından karşı ormanlık alanda yakalanarak gözaltına alındı. Alınan ifadesinde cinayeti işlediğini itiraf eden katil zanlısının savunması ise insanın kanını dondurdu. Olayı tüm çıplaklığı ile anlatan katil zanlısı, ´Sabah çocuklar çok ses çıkarttı. Ben de onları uyardım. Bana tepki gösterdiler ve tüfekle vurdum. Oldu bir kere dediği öğrenildi.”

“Gürültü yaptılar, vurdum” diyen diller hangi gruba girer sizce? Bir taraftan eğitim, sosyal, sağlık ortamlarında istenmeyen bedeninde yetersizliği olan vatandaşlarımız, bir taraftan da ayakta, sapasağlam, dimdik duran! ruhsal engelli vatandaşlarımız. Sizce hangi grup gerçekten engelli? Ya da, sizce hangi engel grubu toplumdan uzak tutulmalı?

Hiç kimse yaşayabileceklerini önceden göremez. Ancak, yaşamın içinde yaşadıkça öğrenir. Buna kader deriz. Ancak, kendi kontrolümüzün dışında yaşamımıza girenler karşısında, başkaları tarafından bir de farklı bir yaşantının içine çekilmek istenmesi, sonrasında da istenmemek, kolay kabul edilir bir şey değildir. Buna kader dememeliyiz. Çünkü yaşananlar, insan eliyle yapılan zulümden öte bir şey değildir. Düşünebiliyor musunuz, bir anda kaza sonrası ayaklarınızı kaybediyorsunuz, sonrasında da sokağa çıktığınızda “yolu sandalyenle işgal ediyorsun” diye azar işitiyorsunuz. (Bu şahsen duyduğum yaşanan bir olaydır. Hem de onlarca kez duyduğum) Ancak, diğer taraftan, iki çocuğu durduk yere katleden bir adam, elini kolunu sallayarak sokakta gezebiliyor. Tekrar soruyorum; sizde asıl engellenmesi gereken insanlar kimlerdir?

Devam edecek…

20 Eylül 2008 Cumartesi

BAŞBAKANIMIZI DUYDUNUZ MU?







BÜYÜK YAŞAM MÜCADELEMİZDE YANIMIZDA OLANLARI UNUTMAMIZ MÜMKÜN MÜ?

SÖZ BAŞBAKANIMIZDA...


Başbakan Erdoğan, ’’Eğitim, özürlülerimize toplumdaki diğer bireyler karşısında fırsat eşitliği sağlanabilmesinin en önemli aracı’’ dedi.

ERDOĞAN: EĞİTİM, ÖZÜRLÜLERİMİZE EŞİTLİK İÇİN ÖNEMLİ

Başbakan Erdoğan, Beyazay Derneği’nin özürlü öğrenciler için düzenlediği iftar yemeğine katıldı.

Erdoğan, burada yaptığı konuşmada, bugüne kadar toplumun ve toplum içindeki bireylerin önünü açabilmek için pek çok çalışma gerçekleştirdiklerini, bu çerçevede en çok önem verdikleri kesimlerin başında özürlülerin geldiğini anlattı.

Başbakan Erdoğan, 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde Özürlüler Koordinasyon Merkezi’ni ilk defa kendilerinin kurduğunu belirterek, özürlüleri toplum dışında bırakan anlayışla mücadele ettiklerini, onları iş hayatından eğitime, sanata kadar her alanda hayatın içine katacak politikalar ürettiklerini dile getirdi.

Özürlüler konusunda Türkiye’de bir çığır açtıklarını ifade eden Erdoğan, aynı zamanda özürlülere küresel bir vizyon kazandırmayı hedeflediklerini ve BM Özürlü Hakları Sözleşmesi’ni imzalayarak, bu alanda en önemli açılımı kendi hükümetlerinin sağladığını anlattı.

’’Özürlü olmak eğitimsizliğin mazereti olamaz’’ ilkesiyle, devlet olarak özürlü eğitimini geliştirmek için kolları sıvadıklarını dile getiren Erdoğan, 2005 yılında çıkardıkları Özürlüler Kanunu’na, ’’özürlülerin eğitim almasının hiçbir gerekçeyle engellenemeyeceği’’ hükmünü koyduklarını dile getirdi.

Erdoğan, 2002 yılında özel eğitim hizmetlerinden yararlanan özürlü öğrenci sayısı 22 bin iken, bugün 102 bine çıktığını, rehabilitasyon merkezlerinden yararlanan özürlü öğrenci sayısının da 14 binden 194 bine ulaştığını söyledi.

Yüksek öğrenime giden özürlü öğrencilere de burs ve yurt konusunda öncelik verildiğini anlatan Erdoğan, özürlü çocuğunun eğitimini bulunduğu şehirde yapamayan anne-babaya, gerekli imkanlara sahip yerlere tayin isteme hakkı tanıdıklarını söyledi.

Erdoğan, Türkiye’nin neresinde olursa olsun özürlü çocukların eğitimi konusunda hiçbir mazeret, hiçbir engel bırakmamaya çaba gösterdiklerini ifade etti.

Gelecek yıllarda bu çalışmaların daha da yoğunlaşacağını belirten Erdoğan, ailelerin de desteğiyle eğitimden geçmeyen hiçbir özürlü çocuğun kalmayacağını aktardı.

Özürlü çocuğu olan ailelere de seslenen Erdoğan, ’’Çocuklarınızı okula gönderin. Devlet, size servisinden okul ücretlerine kadar her konuda destek veriyor. Çocuğunu eğitim kurumlarına göndermeyen ailelerin büyük bir vebal altında bulunduklarına inanıyorum’’ diye konuştu.

Bakımı evde yapılması gereken özürlüler için de maddi desteğin verildiğini dile getiren Erdoğan, bunu bilmeyen aileler olduğunu, özürlü çocuğuna bakan her aileye her ay 430 YTL’lik yardımda bulunduklarını söyledi.

Kimin Eli Kimin Cebinde







Son günlerde yaşananlar bana yine “kimin eli kimin cebinde” dedirtiyor. Eller o kadar karışmış durumda ki. Kim kimle arkadaş, kim kimle eskiden arkadaştı, kim kimle hala arkadaş… Kim kimi kolluyor, kollamıyor… Kim kiminle yakın, kim kiminle yakın gibi görünüyor… Kim kimi istiyor, istemiyor… Gerçek bir kaos durumu var. Çünkü bugün bildiklerimiz yarın bilmediklerimize dönüşüyor. Sonra tekrar tersi…

Yıllardır hem iş yaşamım hem de yaşantım gereği basının içindeyim. Yıllar önce başladığım basın yaşantım bugün kısmen sürse de, bir şekilde her gün onca ‘bilgiyi’ duyuyorum. Her ‘bilgi’ bir öncekinden oldukça farklı olabiliyor. Hatta tersi bile. Bu şekilde yaşanılan tüm yaşamlarda, genel yaşam tarzı da böylece şekillenmiş oluyor: Bugün dostun olan, arkanı döndüğün anda düşmanın olabilir. Hatta arkanı dönmeden de düşmanın olabilir. Dikkat et. Bu durumunda yapılacak tek şey de kendiliğinden ortaya çıkıyor. “ Yüreğin kendi ellerinde yaşa!”

Teker teker isimleri yazmaya niyetim yok. Çünkü bu isimleri yazdığım anda o kişiler tekrar arkadaş olabilir. Ben de yazdıklarımla kalabilirim. Ama yazdıklarım aslında o kadar açık ki; bilene…

Herkes günü kurtarma derdinde yaşamaya çalışıyor belli ki. Günü kurtarırken de, eskiden dost olduklarını, can düşman olduklarını, aynı çatıya baktıklarını, aynı çatıda ayrı başlıklarda yaşadıklarını… hiç düşünmüyor. Her gün yeni bir düşman, yeni bir dost söylemleri… Aman ne iyi.

Oysa ki, geçmiş insanın peşini asla bırakmaz. Geçmişin izleri silinmez. Bırakan, silinen sadece dillerdedir. Düşmanımızı bugün ‘dillemek’, yarın dost olunduğunda kendiliğinden silinmez. Birileri mutlaka hatırlatır. Hem de hiç beklemediğimiz bir anda. Sadece içinde bulunduğumuz anı yaşamak da, yaşama olması gerektiği gibi yaklaşmamızı engeller.

Özetle, basın emekçileri bugün burada ekmek kazanırken, yarın başka yerde kazanabilir. Bu, işin doğası gereği olduğundan aklımda oldukça nettir. Ancak, aklımda net olmayan, her gidilen yeni iş ortamında bir öncekini, öncekileri unutmaktır. Bu durum, her şeyden önce komiktir. Nasıl unutulur ki?

Bu arada sadece ‘gerçek işini’ yapmaya çalışan basın mensubu arkadaşlara da arada kaynamak düşer. Başka ne düşebilir?

Cumhurbaşkanına İletilen bilim Dosyası







Türkiye’de bugüne kadar bilime önem verilmediği bir gerçek. Bir şarkıcının yaşadığı aşk kaçamağına daha önem verdiğimiz de. Ancak, Türkiye’nin coğrafi olarak çok kritik bir bölgede, zengin doğal kaynaklara sahip bir ülke olması nedeniyle bilimi toplumun her kademesine anlatabilme görevi hepimiz için aşikardır.

Dünya üzerinde jeopolitik durumumuzun daha sağlam olabilmesi, teknolojimizi geliştirip, büyük ve güçlü bir ülke olarak yaşantımızın sürmesine bağlıdır. Bu nedenle, herkes bir an önce geleceğimiz adına düşünmelidir.

Bilimsel çalışmaların sonuçlarını alabilmek, uzun bir yolda, yavaş ancak emin adımlarla ilerlemeye benzer. Yani, her adımda sonuç beklenmesi işin doğasına aykırıdır. Yolda olan yavaş da olsa dünya konjonktüründe yerini bir an evvel almış bulunmaktadır. Bu da gelişmiş ülke ölçütüdür. Özetle, bilimsel çalışmalar adına yola çıkmış ülke, gelişmiş bir ülkedir. Yol ne kadar sürerse…

Bu hedef uğruna yaşamını feda edenlerin kendi başlarına yola çıkmasının, ülke adına hayırlı ancak çalışmaların seyri adına sonuçsuz olduğunu söylemek gerekir. Çünkü, bilimsel çalışmalar için altyapı kurulması gerekiyor ve bunun için de yatırım yapılması... Yani iş siyasilere düşüyor. Bugüne kadar yaşanılan asıl sıkıntının kaynağı da tam bu nokta. Çünkü, altyapı kurulduktan sonra karşılığını almak yıllar sürebiliyor. Sonucun yıllar içinde alınması da günümüzün siyasi anlayışına uygun düşmüyor. Bu nedenle bilimsel çalışmalarda adımız geçemiyor. Dünya bizi çalışmalarımızla değil, uzaktan yaptığımız yorumlarımızla tanıyor.

Yine de ülkemizde bilimsel çalışmaların, ülke gündemindeki gerçek yerini bulması için verilen çabanın en güzel örneklerinden birisi; Isparta’daki uçak kazasında hayatını kaybeden Prof. Dr. Engin Arık. Yaşamının 40 yılını bu uğurda harcayacak kadar hedefine sıkı sıkıya bağlı bir bilim kadını. Şimdi çok uzaklardan, geride bıraktıklarını gözleyen bir bilim kadını. Ölene kadar da hiç pes etmemiş. Ülkemizin geleceğini daha sağlam temellere demirleyebilmek için uğruna ömrünü harcamış. Nur içinde yatsın.


“TÜRKİYE Fizik Derneği Başkanı Baki Akkuş Isparta’daki uçak kazasında hayatını kaybeden eski başkan Prof. Dr. Engin Arık’ın, en büyük hayalinin Türkiye’de büyük bir nükleer araştırma merkezi kurmak olduğunu söyledi. Bayrağı Arık’tan devralan Prof. Dr. Akkuş, meslektaşının çalışmaları sırasında büyük engellemelerle karşılaştığını ve ardından korkunç kazanın meydana geldiğini söyledi. Bu konu ile gerekli dosyaları Cumhurbaşkanlığı’na da sunduklarını söyledi.“

Göreve geldiklerinden beri bir çok konuda kendinden emin ve doğru işleri yapmaya çalışan AK Parti iktidarının bilimsel çalışmalara verdiği önemi ve desteklerini yine hep birlikte görüyoruz. 14 Nisan 2008’de Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Okay Çakıroğlu ile CERN Genel Direktörü Robert Aymar anlaşma imzaladı. Şimdi 3-4 yıl içinde gerçekleşecek tam üyeliği bekliyoruz. Bu çok önemli bir adım. Bugüne kadar yapılmamasının karşılığını ise, tüm yüreklere bırakıyoruz.

Cumhurbaşkanımız Sayın Gül’ün kendisine yürekten iletilen dosyanın da gereğini yapacağını tahmin ediyoruz. Ama yine de ülkemiz adına kaybolan yılların acısını da yüreğimizden atamıyoruz.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Özlü Sözler






Özlü sözler çaresizliği anlatsa da, yine de bazen insanı kendine getirir. En azından yalnızlığını paylaşmayı... Birileri de bizim gibi düşünmüş, yazmış, söylemiş... Ne de iyi yapmış.




Selahattin Hocam sitenden alıntı yaptım. Ne güzel hepsi birarada, huzurlarınızda kopya çekiyorum. Bilginize...


.....................................................................................

Doğru olsam ok gibi, yabana atarlar beni. Eğri olsam yay gibi, elde tutarlar beni." (Hz. Mevlana)
"Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa, orada güneş batıyor demektir. "Çin Atasözü
"Hayata yapılacak o kadar çok hata var ki, aynı hatayı yapmakta ısrar etmenin anlamı yok." P. Sartre
"Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince diğerleri de yanlış gider." C. Bruna
"Dal rüzgarı affetmiştir, ama kırılmıştır bir kere..." Anonim
"Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder." Gazali
"Bazı kuşlar diğerlerinden daha yüksekten uçar." Friedrich Nietzsche
"Ayağım karada oldukça denizden hoşlanırım." Douglas Jerrold
"Annem her fırsatta çocuklarına güneşe doğru zıplamalarını öğütlerdi. Güneşe ulaşa-mazdık ama hiç olmazsa ayaklarımız yerden kesilirdi." Zora Neale Hurston
"Akıllı adam aklını kullanır, daha akıllı adam başkalarının akıllarını da kullanır." Bernard Shaw
"Öyle bir mücadeleye atıldım ki, ne önümden giden var nede arkamdan gelen [D. Webster, 1782-1852]
"Bugün ya doğruyu, yada yalan söylemek zorundayım." [L. Lamar, 1825-1893]
"Herkes kendi için gerekli olan cesareti, yine kendi ruhunda aramalıdır." [L. Lamar, 1825-1893]
"Oyun bittiği zaman Şah da, Piyon da aynı kutuya atılır." (İrlanda Atasözü)
"İnsanlar nişan almadıkları şeyi, seyrek olarak vururlar." (Henry David Thoreau)
"Değiştiremeyeceğiniz bir geçmiş geride dururken, biçimlendirip sahip olabileceğimiz bir gelecek bizi bekliyor." (F.W.Robertson)
"Yapılırken heyecan duyulmayan işler, başarılamaz." (Emerson)
"Sahip olduğunuz tek şey çekiçse her şeyi çivi olarak görürsünüz." (Abraham Maslow)
"Yalnızca ölüler, savaşın sonunu gördü." Platon (Eflatun)
"Hoşlandığınız şeyi elde etmeye bakın, yoksa elde ettiğinizden hoşlanmaya zorlanabilirsiniz" (Shaw)
"İftira eşek arısına benzer, onu ilk vuruşta öldüremeyecekseniz, hiç dokunmamak daha iyidir." (Bernard Shaw)
"Bir çiçeğin kokusu ne ise bir insanın şahsiyeti de odur." (C.W.Shwab)
"Yapan yapar.. Yapamayan eleştirmen olur." (George Bernard Shaw)
"Yenilmesi gereken ilk düşmanlar, öfke ve ümitsizliktir." (Alain)
"Faydasız bir hayat, erken bir ölümdür." (Goethe)
"Dalgalar ve insanlar daima başarılı denizcilerin yanındadır." (Edward Gibbon)
"Akıl susunca düşünce durur, düşünce durunca, hareket durur, hareketsizlik, çürümenin eşiğidir." (Gazali)
"Önce düşünmek, sonra söz: Evvela temel, sonra duvar gelir." (Sadi, 1212-1292, Gülistan)
"Bataklığa düşen bir taş halkalar oluşturmaz." (Schopenhauer)
"Boşuna kendinizi kandırmayın; sürekli yaptığınız şey neyse siz osunuz." (Aristo)
"Mutsuzluk aniden gelmez, onu hazırlayan nedenler vardır." (Balzac)
"Hayatı seviyorsanız, zamanınızı boşa geçirmeyin. Çünkü zaman hayatın ta kendisidir." (Franklin)
"İnsanla birlikte büyüse bile, kurdun yavrusu yine kurt olur." (Sadi, 1212-1292, Gülistan)
Ahlak ve fazilet aklın dışarıdan görünüşüdür. (Hz. Ali)
"Sürekli mutluluk sıkıntılıdır. onun da inişi ve çıkışı olmalıdır." (Moliere)
"Denizin kenarında durarak ve suya bakarak denizi aşamazsınız." (Rabindranath Tagare)
"Evlenmeden önce gözlerinizi dört açın; evlendikten sonra yarı yarıya kapayın" (Portekiz Atasözü).
"Bütün erkekler rüyalarda kahramandır." (Freud)
“Evlilik, hiçbir pusulanın işlemediği derin bir okyanustur.” (Heine)
"Erkekler kadınların ilk aşkı, kadınlar erkeklerin son aşkı olmak ister." (Oscar Wilde)
"Bütün trajediler ölümle biter; bütün komediler evlilikle (Byron)
Namuslu adam, erken evlenir; akıllı adam, hiç evlenmez. (Cervantes)
"Evlilik, aşkın mezarıdır" (Stendhal)
"Her evli çiftte, en az biri budaladır "(Fielding)
"Ömür Temmuz güneşi karşısında kardır...Madem ki iyi de, kötü de ölüp gidecek, iyilik topunu çelene ne mutlu!"(Sadi, 1212-1292, Gülistan)."
"Başarısız olmadım, sadece çalışmayan 10.000 yol buldum." (Edison)
“Düzgün yol alan kaplumbağa, eğri giden attan daha iyidir.” (Atasözü)
"İnsanlar gibi devirlerde yanılmaz değildirler; zira her devre hâkim olan birçok düşünceyi sonraki çağlar yanlış bulmakla kalmamış, aynı zamanda saçma saymışlardır." (Stuart Mill)
"Kızın birisi, çirkin bir erkeğe varmış; -Neden çirkin birine vardın demişler; -Babamın evinde o da yoktu.” demiş. (Atasözü)
“Kurdun adı gezer, çakal baş gezer.” (Atasözü)
“Koyunun çobanı varsa, kurdun Allah’ı var.” (Atasözü)
“Gençlik bir kuştur, uçurttum tutamadım; Yaşlılık atlas kumaş, dolaştım satamadım.” (Atasözü)
“Eşek uçarken sahibinden kuvvetlisi yoktur” (Atasözü).
“Kendim için ölümü, milletim için hayatı istiyorum.” (Nihal Atsız)
“Bilim insanın cehlini alır, fakat merkepliğini almaz” (Atasözü).
“Tarlan varsa içinde, teknen varsa kıçında, işin varsa başında olacaksın” (Atasözü)
“Nereye gittiğini bilen adama, bütün dünya yol verir.” (R. W. Emerson)
“Çok uzağı gören göz, yolundaki tuzağı göremiyorsa neyleyeyim!” (Mevlana)
“Havaya fırlatılan taş konuşabilseydi; mutlaka kendi arzusuyla yolculuğa çıktığını söylerdi”(Spinoza) .

Hiperbarik Oksijen Tedavisi ve Dr. Cem Kınacı








Milyonlarca engelli çocuk ailesi çocuklarının biraz daha normale yakın yaşam sürebilmesi için bir bilim adamı gibi dünyadaki tüm gelişmeleri takip ediyorlar. Doktorların, kendini bilime adamış olanların işlerini de kolaylaştırıyorlar. Çünkü, her an kulakları, beyinleri gelecek iyi haberde olduğundan, duydukları anda soluğu doktorlarının yanlarında alıyorlar. Doktorlar da hemen işe koyuluyorlar.

Yıllar önce oğlumun “normal” doğmadığını öğrendiğim anda hemen bilgisayarın başına oturup saatlerce okuduğumu, yaşadıklarımızın nedenini, geleceğimizi anlamaya çalıştığımı bugün biraz da hüzünle düşünüyorum. Ne büyük bir çabaydı verdiğim. Doğum yapan tüm kadınlar, loğusa keyfini yaşarken, bilgisayarın başında yaşamak… Herkesten uzakta… Çoğu engelli çocuk doğuran annelerin yaptığı gibi…

O yıllarda Allah yardım etti, bir çok doktora, hatta dünyaca ünlü doktorlara bilgisayardan ulaşabildim. Aklımı netleştiren onlarca tanımadığım doktor… İnsan isterse neler yapabiliyor. Bu doktorların hiç birisi “rahatlatıcı ilaçlar kullan, çözümü yok yaşadıklarının” deyip beni ötelemedi. Ne kadar şanslıydım. Hatta burada yazmaktan mutluluk duyacağım kişiler var ki, verdikleri bilgilerin yanında bana Türkiye’de engelli çocuklar için yapılacak işlerle ilgili motivasyon verdiler. Dernek kurma girişimlerimizin önünü açtılar. Teşekkürler Prof. Dr. Murat Günel. Ayrıca o dönemler uzaklardan da olsa yanımda olan Yard. Doç. Dr. Emre Karaşahin’e de saygılar. Daha bir çok kendini engelli çocuklarımızın doğmamasına, doğduktan sonra hak ettiği şekilde tedavi alabilmesine adayan doktorlar… Hepinizin yüreğine sağlık.

Bu çabalar ve sonrasında yaşadıklarım bana engellerle mücadele konusunda ciddi adımlar attırdı. En azından bir kenarda oturup ağlamak yerine, mücadeleyi… Çocuklarımız için kendisini adayanların destekleriyle gerçekten ayakta kalabilmeyi…

Tüm bunların yanında bazı ailelerimiz bizler gibi yeniden tıbbı keşfetmeyi yaşamadılar. Çünkü zaten insanların sağlığı için çalıştıklarından… Onların işi bizden hem daha kolay hem daha zor. Doğruyu bulmak onlar için hem çocukları hem bizler için önemliydi. Çünkü, onların ulaştığı bilgiler, yaptıkları, yapmaya çalıştıkları daha çok takip ediliyor. Belki de daha çok güveniliyor.

Dr. Cem Kınacı, başarılı bir hekim olmasının yanında bir de baba. Babalığı zor yaşayan bir baba. Tüm otizmle yaşamaya çalışan çocukların babası aynı zamanda. Çünkü, herkes onun söylediklerine kenetli. Başka babalar ondan gelecek haberlerden ümitli. O da kendisini gece gündüz bu uğurda beki de tüketmeyi göze alacak kadar yürekli bir hekim baba.

Bu şekilde yaşamaya çalışan Sayın Kınacı, bizleri “Hiperbarik Oksijen Tedavisi” ile tanıştırdı. Bizlere tanıttı, anlattı, herkesin bilmesi için bizlere öğretmeye çalıştı. Her çağırdığımız ortama gelecek kadar kendisini bizlere adadı.Yolundan gitmek isteyenlere de destek oldu. En azından tıbbın dışında yaşayanlar bizleri bulamayacağımız kaynaklarla buluşturdu. Belki de bilgisayarın başında saatlerimi harcadığım travmalı günlerin geri gelmesini sağladı. Ama bu sefer bilgiyle ve alışmışlıkla birlikte gelen günler olarak. Zaman ne de çabuk geçiyor.

Bizleri belki de pes ettiğimiz bir dönemde yeniden bir doktor edasıyla tıbbı metinlerle buluşturdu. Ben de yeniden eski doktorları aramaya koyuldum. En azından farklı bir görüş, farklı bir düşünce, yönlendirme… Bunun hep yararını gördüğümden…

Dr. Cem Kınacı’yı herkes dinlemeli. Ne dediği anlaşılmalı. Çocuklarımızın bir adım daha öteye gidebilmesinin önünü açarak tüm çabalara ışık tutulmalı. Özellikle bir babanın çabasına. …

Çocuklarımız için yararlı olabilecek bu tedavi şeklinin önce devletimiz eliyle yapılmasını istiyoruz. Daha çok hekimin konuyla ilgileneceğini düşünüyoruz. Sayın Kınacı’ya desteklerin bitmeyeceğini anlamak istiyoruz. Çünkü O’nun hepimizden gelecek güce ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bu kadar derdimizin arasında tedavinin şekillendiği Amerika yollarına daha da düşmemek için…

Binlerce otizmle uğraşan ailenin ortak düşüncelerini, yaşadıklarını kendi paralelimde anlatmanın kalıcılığıyla…

Sevgiyle kalın

DR. CEM KINACI’YLA OTİZM VE BESLENME ÜZERİNE SÖYLEŞİ






Sevgili Dostlar,

Dr. Cem Kınacı'yı otizimle bir şekilde ilgilenen hemen herkes tanıyor. Otizmin yaşamımızdan gitmesi için verdiği çaba ise takdirle karşılanıyor. Ortaya koyduğu tedavi yöntemiyle adından çok söz ettiriyor. Bir çok aile Cem Bey'in dediği yoldan gidiyor, bazı aileler ise devletimizin bu işe ciddi olarak el atmasını ve ortaya konan tedavi yönteminin devlet tarafından karşılanmasını istiyor. Çaresizlik insana neler yaptırıyor.

Cem Bey'in söyledikleri belki de tüm otizmle baş etmeye çalışanların kurtuluşu olacak. Belki de bilimin gelişimine katkı yapacak bir çaba olarak kalacak. Bunu bilmemiz mümkün değil. Ancak, bu yöntemi deneyip daha da olumsuz bir tabloyla karşılaşan aileye rastlamadım. Hatta geçenlerde bu konu için benden destek isteyen ünlü bir siyasetçimiz, çocuğunda bu yöntemle birlikte ciddi olumlu sonuçları aldığını ve topluma yayarak konunun öneminin anlatılması gerekliliğini anlattı. Ben de böyle bir tartışmayı bu küçük sayfadan da olsa açıyorum. Cem Bey'in konuyla ilgili röportajını da ekleyerek...


Allah hepimizin yardımcısı olsun.


Söz Dr. Cem Kınacı'da...

Dr. Cem Kınacı. Nükleer tıp uzmanı. Otizmle ilgili çalışmaları sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da ses getiren bir isim. National Autism Association’ın üyesi. İsmi ilk defa otizm riskini artıran civalı karma aşılar iddiasıyla gündeme gelen Kınacı’ya göre, otizm tedavi edilebilir bir hastalık. Fakat bu ve benzeri hastalıkların ardında genel sağlığı etkileyen çok daha tehlikeli bir durum var: O da marketlerde ürünlerin raf ömrünü uzatmak için gıdalara konan ‘koruyucular.’ Dr. Cem Kınacı, üreticilerin gururla ‘doğal gıda’ diye reklâmını yaptıkları bu gıdaların doğal olmadıklarını ve insanların sindirim sistemini son derece olumsuz etkilediğini söylüyor ve şu soruyu soruyor: “Koruyucular, bu gıdaları yiyenleri mi koruyor, yoksa sermayeyi mi?”



'Lorenzo'nun Yağı' filmi gerçek oldu


Konuyla ilgili bütün bilimsel yayınları aldı, Amerika'da kurslara katıldı. Kınacı, iki yılın ardından Türkiye'de ilk tedaviyi kendi oğluna uygulayarak onu ayağa kaldırmayı başardı. Kınacı çiftinin 1999'da Ata ismini verdikleri oğulları oldu. Ata'nın hayatı, 1,5 yaşında vurulduğu bir aşıdan sonra değişti. Aile, oğullarındaki bu değişikliğin 'sosyal ve iletişim becerilerinin oluşmasını etkileyen bir genel gelişim bozukluğu' olarak tanımlanan otizm olduğunu öğrendi. Fakat konunun uzmanları, yapılacak bir şeyin olmadığını, ancak özel eğitimle bazı şeylerin değişebileceğini söyledi. Cem Kınacı'ya da "Bu duruma alış, antidepresan kullan." önerisinde bulunuldu. Bunun üzerine Kınacı, 2003'te hastalığı araştırmaya başladı. Önce internet, sonra uluslararası kuruluşlar derken, otizmle ilgili dünya genelinde yapılan bütün çalışmalardan haberdar oldu. İnternet üzerinden uzaktan eğitimlere başladı, konuyla ilgili kitaplara ve dergilere abone oldu.

Sonuçta otizmin birçok tedavi yönteminin bulunduğunu öğrendi. Başta hiperbarik oksijen tedavisi ile mineral ve vitamin desteğini Türkiye'de ilk kez oğlu Ata'ya 2004yılında uygulamaya başladı. Bu çalışmalar ise genelde ABD'de yapıldığı için 2005 yılından itibaren bu ülkede kurslara gitti. 2006 yılında ise bu tedavi yöntemlerini uygulamak için 'otizmi yenmeyi bilen hekimlere verilen' DAN sertifikası aldı. Türkiye'de bu sertifikayı alan ve Uluslararası Otizm Enstitüsü'ne üye olan tek kişi oldu.

Cem Kınacı, oğluna uyguladığı tedavi yöntemine, 'Ata Kınacı protokolü' ismini vermiş. Bunu bu zamana kadar yerli-yabancı 3 bin çocuğa uygulayan doktorun çalıştığı hastaneye Avrupa, Afrika ve Asya ülkelerinden birçok hasta gelerek, tedavi oldu. Bu yola oğlu için çıktığını belirten Kınacı'ya göre, mevcut şartlara göre hareket etmek normal değil. Mutlaka yapacak bir şeyler bulunuyor. Çocuğunun her geçen gün biraz daha iyileşmesinin kendisini sürekli motive ettiğini anlatan Kınacı, tedavide ilaç kullanmadığını anlatıyor. "Süreç hastanın beynindeki hasarın durumuna göre değişiyor.

Tam iyileşme veya mevcut durumdan çok daha iyi pozisyona geçmek her zaman mümkün." diyor. Tedavi öncesi yerinden bile kalkamayan Ata, bilgisayar kullanan, alışverişe giden bir çocuk haline geldi. Alanında Avrupa'nın en iyi üç hekimi arasına giren Kınacı'nın 683 hasta üzerinde yaptığı otizm çalışması Cambridge Üniversitesi tarafından bilimsel bir çalışma olarak kabul edildi. Doktor baba ayrıca, 14-16 Haziran tarihlerinde İstanbul Grand Cevahir Otel'de yapılacak 1. İstanbul Uluslararası Otizm Kongresi'nin Türkiye'ye getirilmesinde de etkili oldu.






Kamuoyunda otizm üzerine yaptığınız çalışmalarla tanınıyorsunuz ve sizin oğlunuz Ata da bir otistik. Bunu ilk öğrendiğimde aklıma hemen Lorenzo’nun Yağı filmi geldi. O film, mutlu sonla bitiyordu, siz de mutlu sona ulaştınız mı?


OĞLUMUZ Ata sağlıklı bir çocuk olarak dünyaya geldi. 1,5 yaşına kadar herşey yolunda gibi görünüyordu. Keçi pisliği gibi kakasını yapıyordu, o zaman bu soruna “oğlak burcu işte, ne olacak, tabi ki keçi gibi pisleyecek” diye espri ile yaklaştık. Biz de pek çok ebeveyn gibi “en temiz, en sağlıklıdır” mantığıyla (ki bunun her zaman doğru olmadığını acı bir biçimde sonradan öğrendik) çocuğumuzu hep ambalajlı, koruyucu (?) maddeler içeren gıdalarla besledik. Aşılarını da hiç ihmal etmedik.

Onsekizinci aydaki aşılarının ardından Ata hızla değişmeye başladı. İçine kapandı, kendisine seslendiğimizde yanıt vermemeye, kendi etrafında dönmeye, sallanmaya başladı ve her türlü gıdayı alabilen çocuk bir bir çeşidi azalttı ve üç-dört çeşide kadar düştü. Pek çok ebeveynin yaptığı hatayı biz de yaptık ve değişen herşeyi bir başka nedene bağlayarak bunların bir hastalık belirtisi olmadığını düşündük. Özellikle de ben bir hekim olmama rağmen sanırım pek konduramadım.

Ata iki yaşına geldiğinde, daha önce kelimeleri olan çocuk gitmiş yerine artık kakasının ne olduğunu bile algılayamayan bir çocuk gelmişti. Yaşadığımız şok, otizm tanısını almasıyla da kabusa dönüştü. Ata'nın tedavisinde işte böyle bir noktadan yola çıktık ve eşimin de büyük desteği ve araştırmacılığı ile bugüne geldik. Artık oğlumuz, bilgisayarında bizim bile başaramadıklarımızı kendi kendine keşfedebilecek bir noktada. Dilediğinde her arzusunu ifade edebilecek düzeyde konuşabiliyor. Her yönüyle tam gelişmiş düzeyde mi? Henüz hayır. Ama yola çıkış ile geldiğimiz nokta arasındaki fark çok ama çok önemli.


Bize otizmden bahsedebilir misiniz?


AUTISM Research Institute’a göre otizm; çevresel faktörlerin etkilemesiyle, genlerdeki değişikliklere bağlı olarak barsak geçirgenliğinin bozulması neticesinde ortaya çıkmaktadır. Böylece barsaktan doğru ve yeterli gıda, mineral ve vitaminlerin geçirilememesi nedeniyle bazı enzimler, aminoasitler ve hormonlar yeterince üretilememekte ve bunların yapması gereken işlevlerde eksiklikler veya kusurlar oluşmaktadır. Buradan hareketle söyleyebileceğimiz en önemli sorunlardan biri, vücudu toksinlerden temizleyen metabolik faaliyetlerin yeterince yapılamamasıdır. Hepimiz hemen her kaynaktan çeşitli şekillerde ve miktarlarda toksik maddeleri alıyoruz, ama sağlıklı ve yeterli bir metabolizmaya sahipsek bunları temizleyebiliyoruz. İşte otizm yelpazesindeki hastalıklarda çocuklar bunu yeterince gerçekleştiremediklerinden, aldıkları toksinler vücutlarından atılamadığından, özellikle yağdan zengin dokularda birikmektedir. Beyin de yağ bakımından en zengin organlar arasındadır. Böylece beyinde biriken toksik maddeler (ki bunların arasında ülkemizde en yaygın görüleni kurşundur) çeşitli düzeylerde hasarlar oluşturmaktadır.


Yani sorunun temeli, beslenmeyle ilgili, öyle mi?


ÖNEMLİ ölçüde, evet. Ama bunun dışında çocuğun doğuşta bağışıklık sisteminin yeterince gelişmemiş olması da bir etken. Burada ise normal doğum yerine, sezeryanla doğumun etkisi söz konusu olabiliyor. Sezeryan yöntemi, çocuğun dünyaya yeterince gelişmiş bir bağışıklık sistemiyle gelememesine yol açıyor. Ama dediğim gibi, sorunun önemli bir parçası, doğru beslenmeyle de ilgili. Bu konuda pek çok doğru sandığımız yanlışımız var. Medyada inanılmaz bir bilgi kirliliği hakim. Eksik veya abartılarak yanlış anlamalara neden olabilecek reklamlarla halkımızın sağlığı tehdit altındadır. TV'den duyduğumuz herşeyi bir müddet sonra doğru olarak kabullenen toplum elbette sorgulamaz. Ambalajında gururla "Doğal" sıfatını taşıyan bir yoğurdun nasıl oluyor da iki yada dört ay boyunca annelerimizin mayaladığı yoğurt gibi birkaç gün içerisinde ekşiyip su salmadığını anlamak mümkün değildir.


Aşılarda bulunan cıva oranının da otizme yol açabildiğini söylüyorsunuz. Bunu açar mısınız biraz?


DAHA önce bu konuyla ilgili kamuoyunu bilgilendirmiştim. Eski yöntemle imal edilmiş olan aşılarda thimerosal adı verilen cıva oranı yüksek madde, insan sağlığını tehdit edecek boyuttaydı. Bu madde, aşıların ömrünü uzatmak için kullanıyor. Neyse ki Sağlık Bakanlığı, artık içerisinde thimerosal olmayan aşıları ithal edeceğini 2007 yılı içerisinde duyurdu. Ancak bildiğim kadarıyla hâlâ eski aşılar kullanılıyor. Sanırım, stokları tüketiyorlar. Yalış anlaşılmasını istemem, karşı olduğum konu aşılar değildir. Aşılar pek çok hastalığın önlenmesinde çok önemli bir role sahiptir, ama thimerosal (%49 civa içerir) içerenleri değil de içermeyenin kullanılmasını istemek de en doğal hakkımızdır. Çoklu doz aşılar yerine, tekli doz aşılarda bu madde yok denecek düzeyde veya yoktur. Kurşunsuz benzini destekleyenlerin, civasız aşıya neden sıcak bakamadıklarını anlamak için aşı satan firmaların cirolarını bilmek yeterince açıklayıcı olacaktır. Merak edenler, bu konuyu araştırabilirler.


Peki aşıların dışında, bu yönde sağlığımızı tehdit eden başka şeyler de var mı? Ve sanayileşmenin artışı, genel olarak bu seyri hızlandırıyor diyebilir miyiz?


YANLIŞ sanayileşme ve bunun getirdiği yeni yaşam biçimi demek daha doğru olur. Dikkatinizi özellikle şuna çekmek istiyorum. Marketlerin raflarında daha uzun duran ürün, biri gelip onu satın alıncaya kadar bozulmadan durabilen ürün, üretilenin satılamayıp geri dönmemesi demektir. Bu da "sıfır fire" demektir. Ama bunu yapanlar geleceğimiz ve en değerli varlıklarımız olan çocuklarımızdan "fire" vermemize neden olduklarının acaba farkındalar mı? Bakınız, o raf ömrü uzatılmış ürün niye bozulmaz? Çünki içerisinde üreyebilecek zararlı bakteri ve mantarları öldürmeye yönelik bir "koruyucu" (ne kadar masum bir kelime!) madde vardır. Vücudumuz 110 trilyon hücreden oluşur ve bunun sadece 10 trilyonu dokular ve organları oluşturur. Gerisi yani 10 katı kadar hücre ise barsaklarımızda bizim yaşam kaynağımız olan besinleri parçalayıp sindirmekle görevli iyi bakteri ve mantarlardır. Şimdi basit bir soru: Sizce bu "koruyucu maddeler" barsaklarımızdaki iyi bakteri ve mantarları gıdalarda oluşabilecek kötülerden ayırtedebilme özelliğine sahip midir? Hayır! O koruyucu madde maalesef sadece sermayeyi korumaktadır, onu tüketenleri değil. Raf ömrü uzatılmış her ürün barsaklarınızdaki iyi bakteri ve mantarları onları her tükettiğinizde milyonlarcasını öldürmektedir. Bu yüzden otistik çocukların %85’inden fazlasının sindirim sistemleri sağlıklı çalışmaz.


Bu alanda esas sorun, ‘ahlâk sorunu’ mu acaba?


BAKINIZ, buradaki en önemli sorun zaten ahlak sorunudur. Birileri fire vermemek için gıdalara bu katkıları koymasa, birileri öyle olmadığı halde ürününe doğal etiketini yapıştırmasa, birileri birkaç dolar kâr edeceğim diye sağlıktan tasarruf yapmaya kalkmasa, birileri ucuz ve kolay çıkan boyalar kullanıp bizleri zehirlemese, bibere kiremit tozu, ete soya katılmasa, olmasa, yapmasa, sa, sa, sa....... bu böyle gider. Bu ürünleri üretenlere, satanlara ve bunları denetleyenlere bakınız. Ben çok dikkatli bakınca bir aile fotoğrafı görür gibi oldum. Sizlerin ve okuyucuların da dikkatli bakmalarını öneririm. Yanılıyorsam, lütfen beni uyarınız, yok yere kimsenin günahını almak istemem.


Son olarak, eklemek istediğiniz bir şey var mı?


YURT İÇİ ve yurt dışında verdiğim tüm konferanslarda beni dinlemeye gelenlere söylediğim bir şey var:

Her şeyi olduğu gibi kabullenmeden önce, lütfen sorgulayınız!



LORENZO’NUN YAĞI

SUSAN SARANDON ve Nick Nolte'un oynadığı 'Lorenzo'nun Yağı' adlı film, Lorenzo ile babası Augusto Odone'un hikâyesini tüm dünyaya tanıtmıştı.

İki yıl ömür biçilen Lorenzo, hareketli bir çocukken birdenbire sık sık düşmeye, sağa sola çarpmaya başladı. Lorenzo'nun, körlük, konuşamama ve felçle kendini gösteren genetik hastalık ALD'ye yakalandığı ortaya çıktı. ALD, X-kromozomundaki bir genetik hatadan kaynaklanıyordu. Belirtileri görme ve duyma bozukluklarıyla başlayarak saraya benzer nöbetler, felç ve demansla sürüp, hastaları ölüme götürüyordu.

Her şeye rağmen umudunu yitirmeyen baba Augusto Odone, gecesini gündüzüne katarak aylarca bu hastalığı araştırdı, dünyanın çeşitli yerlerindeki uzmanlarla temasa geçti. Baba, sonunda oğlunu iyileştireceği söylenen ve hastalığa neden olan kandaki uzun zincirli yağ asitleri seviyesini normale indiren bir yağın varlığını keşfetti. Yağ, Lorenzo'nun hastalığını iyileştirmediyse de durdurdu.

Daha sonra, Amerikalı, İtalyan, Belçikalı ve Alman bilim adamlarından oluşan bir ekip 10 yıllık bir çalışmayla, 'Lorenzo'nun yağı'nın yararlı olduğunu saptadı.




OTİZM NEDİR?

RAIN MAN (Yağmur Adam) filmiyle tanınan bir hastalık otizm. Ömür boyu süren beyinsel bir rahatsızlıktır. Sosyal etkileşimde, sosyal iletişimde kullanılan dilde veya sembolik veya hayali oyunda gecikmelerle kendini gösterir. Otizm yaşamın ilk 3 yılında ortaya çıkan bir sendromdur. Kişi gördüklerini, duyduklarını, duyumsadıklarını doğru bir şekilde algılayamaz; bu nedenle sosyal ilişkileri ve davranışlarında ciddi sorunlar vardır. Erkeklerde daha yaygın olarak görülür. Otizm ya kendi başına ya da zeka geriliği, öğrenme güçlüğü, epilepsi gibi diğer gelişimsel bozukluklarla birlikte ortaya çıkabilir. Otizm kelimesinin manası “kendine dönük” demektir.

Belirtileri: Çevresine karşı ilgisizdir. Olaylara ve insanlara tepkisizdir. Genelde tek başınadır. İletişim güçlüğü çeker. Konuşma zorluğu vardır. İnsanlarla temastan kucağa alınmaktan ya da sevilmekten hoşlanmamak. Göz temasının çok az ya da hiç olmaması. Uygunsuz ve sebebsiz gülmek ağlamak. Seslere karşı aşırı duyarlılık ya da duyarsızlık. Objeleri kendi etrafında çevirmek. Sürekli aynı oyunları oynamak. Herşeyin aynı olmasını istemek, değişikliklere aşırı tepki vermek. Aşırı hareketlilik ya da hareketsizlik. Objelere gereksiz yere bağlanmak. Bir sebep olmadan strese girmek, üzüntü duymak. Motor hareket gelişiminde düzensizlik. (Topa vuramaz ama küpleri üst üste dizer) Tekrarlayıcı davranışlar yapar. Anlamsız kelimeleri tekrarlar. Ellerini kollarını çırpar, olduğu yerde sallanır, kendi etrafında döner. Tehlikeye karşı duyarsızlık. Acıya karşı duyarsızlık.
Röp: Ömer Baldık

Sosyal Restorasyon Ne Durumda?







Aylar önceki bir yazımda Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın sosyal restorasyona start verdiğini anlatmıştım. Başbakan Erdoğan’ın, yeniden doğuşu anlatan ‘sosyal restorasyonla’, krizlerin altında ezilmeye çalışılan Türkiye’ nin de artık sosyal restorasyon döneminden geçmesi gerektiğini anlattığının da altını çizerek…

Aradan geçen aylar boyu hiç aklımdan çıkmayan sosyal restorasyonun gerekliliği ve haklılığı konusunu tekrar gündeme getirmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Başbakan Erdoğan’ın da aynı yöne baktığını anlayarak…

AK Parti’ye açılan kapatma davasıyla, sadece sosyal restorasyonun değil, önemli bir çok konunun beklediğini bugün üzülerek görüyorum. Ama, yeniden gündeme geleceğine dair umutları da taşıyarak…

Çünkü, Türkiye’de, ‘farklı insanların” sorunsuzca bir arada yaşayabilmesi, buhranlı günlerde daha önemlidir. Her şeyden önce, dünya üzerindeki bazı güç odaklarının Ülkemizin üzerindeki etkilerini azaltabilmek için, her türlü oluşumları, ülke içindeki farklılıkları, birbirine düşman etmekten geri durmayacaklara inat, sosyal restorasyon daha net olarak gündemimize girmelidir.

Sosyal farklılıkların tümüne, fırsat eşitliğini gerçekleştirmeye yönelik atılacak adımların her birisi tahminimizden çok daha önemlidir. Bugün Başbakan Erdoğan’ın çok önceden startını verdiği sosyal restorasyon sürecini eleştirenler, sosyal restorasyon sürecinin başlamasına geciktirenler, birlik beraberlik içinde yaşayan bir Türkiye özlemini duymayanlardır. Neden böyle bir özlemin duyulmadığını ise anlamakta zorluk çekiyorum.

Yıllardır bireysel ya da başka nedenlerle ülkemizin fırsatlarından yararlanamamış insanların çığlıklarını duyup, bu çığlıklarla mücadele edebilme gücünü kendinde görenlerin eleştirilmekten çok alkışlanması ve desteklenmesi gerekir diye düşünüyorum.

İnatla tekrar söylüyorum, Türkiye için sosyal restorasyon süreci tüm hızıyla devam etmelidir. Farklılıkların tümünü zenginlik olarak görerek, bir arada tutacak olan herkesin bu zorlu yolda elini taşın altına koyabilmesi çok önemlidir. Çünkü, bu süreçte herkese önemli görevler düşmektedir. Özellikle de bu süreci başlatan Başbakan Erdoğan’a…

Toplumumuzu bir arada tutarak, daha güçlü bir ülke olmamızın yolunu açan herkese kolaylıklar diliyorum.

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...