25 Mart 2008 Salı

Manevilik





Maneviliği sadece ruhsallıkla karıştıranlar, ruh temelinde basite indirgeyenler biraz daha düşünsün. Ruhun bedeni harekete geçiren etkisini bilenler, harekete geçiren etkinin tetikleyicisi rolündeki maneviliği düşünmüyor olsa gerek.

Ruhu harekete geçiren etkinin büyüklüğü, kararlılığı, şiddeti, duruşu maneviliği anlattığından, ruh ve manevilik arasındaki ayrımın daha net sorgulanması gerekmiyor mu? Ruh deyip geçmemek, manevilik deyip, ruhu düşünmemek gerektiği de.

Yaşamın içinde vakit bulup düşündüğümüz anlarda, beden kendisini somut, anlaşılır ve gözle görünür şekilde gösterirken, ruh bir kenara itilerek çoğunlukla yok sayılır. Bedeni var eden hareketin kaynağı pek düşünülmez. Neden, nasıl bir hareketin ortaya çıktığı akla bile gelmez. Oysa ki, yaşama bedenimizle katılırken, bedenimizi yaşamın orta yerine koyan, duruşunu anlatan ruh, derinlerde bir çok işle meşguldür. Ruhu ortaya çıkaran tüm işler, arka planda çoğunlukla bilinmeden yaşanan ciddi etkileri de beraberinde getirir.

Manevilik ile maneviyatı birbirine karıştıranlara az da olsa rastlanır. Az diyorum, çünkü, manevilik bu dünyanın dertleri arasında görülmediğinden…Dert edilmediğinden…Yok sayıldığından…Böyle düşünmeyenler de bile manevilik ve maneviyat arasındaki ince, pamuk ipliğine bağlı ayırım olduğu anlaşılmaz. Tüm kavramlar iç içe geçmiş olduğundan, burada da bu sıkıntının yaşanması doğaldır aslında.

Yanlışın doğal olması kabul edilebilir olması demek değildir. Aklımızın erdiğince doğruya ulaşabilmemiz gerektiğinden, aklımızın yerinde olduğunu bildiğimizden, doğruyu bulabilmek oldukça önemlidir.

Hegel “geist” kavramını uzun yıllar önce kullandığında, felsefe tarihi ortaya çıkan bu kavram etrafında dönmeye başlar. "Geist" ın ne olduğu Hegel’in kendi dilinden anlaşılmaya çalışılır. Bizde de çevrilir. “ Ruh, tin…” Hemen üstüne atlanır. Ruh… Bildiğimiz bir şey nasıl olsa. Ruh işte, beden ve ruh... bilmeyecek ne var bunda?

Bir kavramı irdelemek o kadar kolay değildir; bilene. O kavramın tüm açılımlarını yaşama ilişkilendirmenin gerekliliği ile düşünmek gerekir. Analitik düşünme ile olabilecek en akılcı açılıma ulaşmak gerekir. Bedeni hareket ettiren gücün, görünmeyen etkinin arka planında bulunanları da. Ruhu besleyen, var eden, sarsan, saran, geren, bunaltan, eriten….Tüm unsurların bilinmesi önemlidir böyle analizlerde. Manevilik böyle bir anda ortaya çıkan bir kurtarıştır. Düşünmenin ayrıntılarında kaybolmaktan kurtarış…

Manevilik, maneviyattan sadece dini unsurların değil, kültürel etkilerin de etkisini göstermesiyle ayrılır. Kültür din arasındaki ince çizginin öneminin sorgulanması ayrı bir yazı konusu olarak kalır. Örneğin, büyüklerin önünde bacak bacak üstüne atılmaması ruhun beslendiği manevilik kaynağından gelir. Manevilik kaynağının temelini oluşturan kültürel öğelere din etkisini bir tarafa bırakmadan…

Benden bu kadar, ister düşünün, ister düşünmeden yaşayın…

Reyhan Gazel

17 Mart 2008 Pazartesi

Göklerden Bir Melek İndi





Sevdi. Bıkmadı yine sevdi. “Kötülükten, sevgisizlikten kimseye hayır gelmez” diyerek sevmeye, her nimete sahip çıkmaya yüreğinden söz verdi. Şükür etmeyi sadece sözle değil, şükür ettiklerini insanlığın hizmetine sunarak rahatladı. Bu öyle bir rahatlamaydı ki, yüzündeki ışıltı her geçen gün arttı. Göklerden bir anda yeryüzüne inmiş bir melek edasıyla, tebessümle, mutlulukla, huzur dolu yaşamını derinlerden bir bakışla herkese sundu.

“Tüm melekler gökyüzünden inebilir” düşüncesi, yaşamın yeryüzündeki acımasızlığını ilan etse de, yeryüzünde de yüreklerden inen melekler hep olmuştur. Evrenin sonsuzluğunu, yüreğindeki “insan” derinliği ile bütünleştirip, bütünleştirdiği küçük evrenini, tüm küçük evrenlerin hizmetine sunmak tüm meleklerin görevidir. Yeryüzündeki meleklerin… Yüreğinde melek iyiliği, niyeti taşıyanların… Güzel insanların… Huzur dolu yüzlerin…

Kuşların amansız bir huzur yarışı yaptığı gökyüzünde, yeryüzünde huzur yarışına pek de alışık olunmaması ne acıdır. İnsanlık adına büyük acı… Yeryüzünde, yüreğinde iyilikten başka bir şey taşımayanların varlığını bile bizlere unutturan büyük acı…Yeryüzünde yürekten melek olanların, tüm mağdur yüreklere katkısının büyüklüğünü bilerek, onları korumak, kollamak, daha büyük iyiliklere ulaşması için aracı olmak ne kadar önemlidir, bilir misiniz? Yeryüzünü biraz daha güzelleştirebilmek için çabalamanın, yüreklerdeki karşılığını anlayabilir misiniz?

Tüm yaşanmış acılara, sıkıntılara, kötülerin yüzünün gülmesine inat, yaşamı biraz daha derinlerden, yüreklerin içlerinden görebilmek, gökten inmiş bir melek edasıyla var olmaya çalışmak uzun yıllar çabalamayı gerektirir. Bu öyle bir çaba ki, karşılıksız, sadece yüreklerin zenginleşmesi için verilen bir çaba. Görünmeyen, görünemeyen ancak huzuru hissedilen bir çaba. Gece rahat uyku uyutan bir çaba…

Yaşam herkese, kendince bir şeyler sunarken, yüreklerin yok sayılmasını başarı olarak gösterirken, tüm bunların ötesinde, yüreklice yaşayabilmek kolay olmaz. Gerçek başarının yerinin farklılaştığı bir yaşam…

Farklılıklarla yaşamak, farklılıkları yaşamın kendisi kabul ederek, yaşamı derinlerden görebilmek, yürekleri yürekten konuşturabilmek zordur. Acıları yaşatanlar için…Acı verenler için…Farklılıkları göremeyenler için…İnsanı yüreklice düşünemeyenler için…

Gökten inen melek, insanı sever. İnsanı insan olduğu için sever. Mutlulukla sever, gülümser…En büyük nimetin yerini hiçbir şeye kaptırmadan üstelik…Saf bir sevginin beslendiği yüreği taşıyarak…Saflıkla, koşulsuz bir sevginin yerinin yeryüzünde tahtı olmadığını bilerek...

Yeryüzündeki tüm meleklere, bize emanetlere…

Reyhan Gazel

13 Mart 2008 Perşembe

% 12. 29 Yürek















Bazen düşündüklerimizi rakamların keskin bakışına bıraktığımızda, daha rahat, net, keskin anlatabiliriz. Ancak, rakamların keskin, net anlatımının yanında soğuk anlatımı da gerçektir. Bu nedenle rakamla kestirmeden anlattığımızı yazıya dökebilmek önemlidir. % 12.29’un soğukluğu bir tarafa yanına “yürek” eklediğimizde daha içerikli ve derinlerden bir anlatımı başlattığı rahatlıkla görülebilir.

Bu kadar soğuk anlatım yeter. Sitemize daha uygun bir anlatıma geçmemiz farz oldu.

% 12.29 yürek için herkes sözde bir şeyler anlatırken, gerçekte neler yaşandığı hakkında fikir sahibi olmaktan kaçınırken, yürekler ne kadar yerindedir sizce? % 12.29 ‘un yüreği, geriye kalanların tümünün yüreği…

Bazen düşünürüm “ % 12.29 sadece kendi kaderini mi yaşıyor? “ diye. Bunun başka bir soru şekli ise “ %12. 29 sadece kendisini mi düşünerek yaşıyor? “… % 12.29 bir şekilde yaşamaya çalışırken, geriye kalan tüm yüreklerin kaderini de yaşayabilir mi? Bunu yapabilir mi? Gücü yeter mi?

Eğitim, bakım ve tüm sosyal gereklerden bir şekilde uzak tutulan % 12. 29 yürek, yürekten engelli olmadığına göre, geriye kalanlara ne kadar insancıl yaklaşabilir? Yaşamın devamına ne kadar yürekten katılabilir? İstenmeyen bir yürek, % 12. 29 ‘un içinde olsun olmasın ne kadar, nasıl huzurlu olabilir? İnsan olmuş olur mu? Sorularım ağır ve sıkıcı geldiyse, çekinmeden yazının devamını kapatabilirsiniz. Zorla başka yüreklere girmenizi isteyecek değilim. Kapatmayanlar için devamı geride…

Yüreklerin engeli olamayacağını, olmadığını defalarca anlattık. Engel bedende, zihinde, dilde, gözde…Yürek engeli diye bir şey duydunuz mu? Ben 35 yıldır duymadım. Duyanı da görmedim, sanmıyorum da. İstenmemenin yürek engelini beraberinde getirdiğini söylemek de doğru olmaz. Yürek engel tanımaz…Tanıyamaz, tanımamalı. Ama yürek engellenir, horlanır, dışlanır, yok sayılır… Tüm yaşama ve Yaratana inat. En büyük nimet rahatça yok sayılır. Tüm inançlara rağmen…

İstenmeyen, dışarıda bırakılan % 12. 29 nereye gidebilir? Yaşamdan ötesi var mı? Varsa söyleyin de gidelim. Yanımızda birkaç sevenimizle birlikte. Başka dünyada bizimle karşılaşınca ne yapacaksınız? Daha ötesi var mı?

% 12. 29’un yürekleri yok sayılırken, bu yürekler için çabalayanların yürekleri ne durumda sizce? Sürekli çabalamak nasıldır, bilir misiniz?

Engellilerin yürek taşıdığını göremeyenlere sözüm….Görmek istemeyenlere sitemim…Görüp de konuşmayanlara kızgınlığım…Siz de bu vebalin altında kalacaksınız. Bir gün bakıma muhtaç durumda olursanız % 12. 29 yanınızda olacak, bildiği için, yaşadığı için…Yüreklerin var olabilmesi için…Solmaması için…

Yaşamın güzelliklerini paylaşmak varken, farklılıkların yok sayılmasının yaşamda yerini bulamadım. Çok aradım ama bulamadım. Bulanlara da kapım kapalı. Çünkü bulduklarını düşündükleri sadece bir görüntüdür. Bunu iyi bilirim. Görüntüdeki paylaşımları % 12. 29 hep gördü, yaşadı. Ama görüntünün ötesini görmesini istemek hep yordu. Ama yılmak bile böyle anlarda yeterince ağır gelir % 12. 29’a.

Yaratılan her insan yürektir. Gerçek bir yürek. Yeter ki var olsun, varlığı görülsün.

Reyhan Gazel

11 Mart 2008 Salı

" Kimse" sizlerin Her "Kimse" si





Kaç yıldır, yıldızlardan çektim suyumu, denizde bol su varken. Bir tarafta yıldızlardan su çekebilmenin zorluğu ile boğuşurken, öte tarafta suyun bolluğu cazip gelmezken üstelik. Ne zor bilir misiniz?

Ne zorluğu? Neyin zorluğu? “Zorluk burada nerede?” Yıldızlardan bile su çıkartanların, denizlerle ne işi olur ki.

Yıldızlardan gelen suyun tadını bilmek ne güzeldir, bilir misiniz? Bilmenizi isteyen deniz savarlara karşı biraz deneyin bari.

“Kimse” sizlerin “kimse” si olmanın tadını ancak yıldızlardan su bile çıkartanlar bilir. Eğer “kimse” ise…”Her kimse”, gerçek kimse olursa o zaman iş yaman….Önemli olan “her kimse” olarak kalmaktır. ”Kimse” si olmayanları görebilmek için gerçek kimse olmak işe yaramaz. Yarayamaz.

Her “kimse” “kimse” sizi bulursa dayanamaz, coşar, taşar, havalanır… Öyle böyle bir hava değil bu hava. Bildiğiniz hava hiç değil. Hava atar ancak havası “havaya” karışır. Hava, havaya karışmazsa gerçek kimse olarak kalacağını bilir. Bundan da sakınır.

Her “kimse”, herhangi birisidir. Özelliklerini sıralayamazsınız. Sadece gerçek değildir. Olmak da istediği yoktur zaten. Gerçek olduğunda her “kimse” olmaktan çıkacağını bildiğinden reddeder. Sıradan olmak işine gelir böyle durumlarda. Hiçbir özelliği olmayan, sadece her “kimse” o kadar…

Yıldızlara bile ulaşabilen bu her “kimse”, “kimse” sizlerin her “kimse” si olmayı pek sever. Bunun havasını atmayı daha çok sever. Sıradan bir hava, öylesine, havaya karışan…Havada durmasını beklemeyen bir anın hazzını bildiğinden rahattır , her “kimse”.

Yıldızlardan su çekebilmeyi kolay becerdiğinden, denizlere ihtiyacı olmaz. Gerek duymaz. Denizlerde yüzmeyi çalışan, yüzerken suyu tutmaya çalışanlara inat... Bidonlarla su taşıyanlara daha bir inat... Hava bidonla mı olur? Tanesi 2 YTL. Her güce uygun, alımı kolay.

Yıldızlardan su çıkarmak kolay gelse de yine de suyu tasarruflu çekmeyi seven her “kimse”, yıldız yıldız gezer gece olunca. Eline alıp okşar beslemek için. Besledikçe çoğalan havayı solumak için.

Her “kimse”, “kimse” siz için oradan oraya su peşinde koşarken, bir ara durup düşünür; “kimse” siz mutlu oldu mu? diye. O zaman daha bir hava atar havaya karşı. Gerçek “kimse” gerçek deniz peşinde koşarken…

“Kimse” siz kalmamanız dileklerimle. Her “ kimse” iseniz fark etmez.

Reyhan Gazel

8 Mart 2008 Cumartesi

Yaşama Fren Durumlarım





Tanıyanlar bilir, yaşama fren yollarım birazcık ilginçtir. Herkesi şaşırtır, ben ise şaşıranlara şaşırırım. Şaşacak bir şey yok, konu bensem…Canımın istediği gibi… Öyle bir anda hemen yine kendimce bir yol bulurum. Kolayca hem de. Yaşamın farklılıklarını, yaşayabilmek adına verilmiş bir karardır. Karşılığında saygı beklemek, anlaşılmak çok dışımdadır böyle anlarda, beklemem de.

Böyle bir hafta yaşadım. Yorgunluğun yürekte olduğunu bildiğimden, yüreğimi alıp götürdüm farklı mekanlara, kimselerin gitmek istemediği yerlere. Bu sefer fren mekanım mezarlıktı. Yakınlarıma, sevdiklerime bir taş parçasının önünde de olsa yakın durabilmek için. Onların yaşantılarını yüreğimden geçirerek, taşların, mermerlerin ortasında…Son duraklarını yüreğime çekebilmek için…

Aliye teyzem, Sema abla, Ali amca, sevgili Bülent…Bilge hocamla bir daha ki frende buluşma sözünü vererek, ayrılış…Hepsi birbirinden kıymetli insanlar, yaşamdan kırgın ayrılanlar, gözleri arkalarında kalanlar, ama şimdi yaşamın görünen yerinde yoklar. Olamayacaklar da. Ama onları özlemek… Ah özlemek…Bunun yürekteki yansımasını bilerek yaşamak ne zor bilir misiniz?

Mezarlıkların ortasında geçen saatler yaşama gerçek bir fren oluyor. Ne kadar boş şeylere üzüldüğümüzün net anlatımı... Çocuk, genç, yaşlı hepsi umutlarla yaşadılar ve ayrıldılar. En komedisi birisi mezar taşına prof… yazdırmış ya da yazılmış. Gülümsedim. Toprağın altında ne ola ki profluk? Yine de gezindim mezarların arasında. Okudum, okudum, yazılanları okudum. Neler yazmıyor ki.

Kimi bebekken kaybettiği yavrusuna kocaman mermerden mezar yaptırmış, kimisinin mezarını ziyaret edeni yok belli ki, bakımsız öylece yatıyor yerin altında. Onlar daha ilgimi çekti daha çok okudum. Kimsesizlerin mezarına ziyaretin yüreklere katkısı büyüktür emin olun. Unutulmuşların…

Her ölüm erkendir, her ölüm acıdır…Bu söz o kadar anlamlı ki; düşünene… Geride kendinden bir parça bırakana erken öldü denir mi? Herkese acı geldi denir mi? Duruma göre değişir elbet. Hele ki sevgili Bülent’im, canım arkadaşım. Arkadaş acısı büyük inanın. Aniden ölümü yordu sevenlerini. Benim için dünyada tanıdığım en iyi 5 insan arasında yer alırdı. Ama ağlamadım, ağlamayacağım da. Sadece dualarla anmak daha anlamlı. Beni yakından görünce eminim mutlu oldu uzaklardan da olsa.

İnternetten artık yakınlarınızın mezar yerini bulmanız da mümkün. Mezarlık kapılarında da artık hemen öğrenebiliyorsunuz. Büyük kolaylık. Ziyaret de yürek için büyük hizmet. Yüreklerin yerlerinde daha anlamlı durabilmesi, yaşamın bütününü görebilmesi, gerçek bir fren yapabilmek için…Oynayıp gülerek yürek dinlenmez, daha yorar; bilene.

Bir daha fren durumum hakkında yazar mıyım, bilmiyorum. Ama bu sefer okudunuz işte, rahat yaşamlar dilerim herkese

Reyhan Gazel

Şok...Şok ama Haber Değil !





Bugünlerde gökyüzü yeryüzüne daha yakın duruyor. Bu durumun açıklamasını bilimsel olarak net yapamasam da biliyorum; gökyüzünün yeryüzüne yakınlaşması iyi değildir. Ortam elektrik doludur, yeryüzü sıkıntılıdır. Yeryüzünün sıkıntısı aklı yerinde olan, yüreği yerinde olan, aklı yerinde olmayan, yüreği yerinde olmayan… herkesi etkiler. Elektrik doğal ortamda gelip yüreklerin içine yerleşir. İstenmese de.

Yüreklere istenmeden gelen davetsiz misafir, sarsar, sıkar, boğar, daraltır…Dengeler şaşar…Kızgınlıklar artar, kavgalar çoğalır, gerginlik her yanı sarar. Yeryüzüne “git yerine geri” demenizin de işe yaramadığı açıktır. Doğaya aciz olanların hükmü geçmediğinden…

Yeryüzünün neden gökyüzü ile yakınlaşma ihtiyacı duyduğunu en azından benim bilmem mümkün değil. Bilseydim emin olun onu da yazardım. Bilenlere de pek rastlamadım dersem yeridir. Tüm gün bilmesi gerekenlere sorup cevap alamadığım için rahatım. Cevap vermeye çalışanları da yürekten dinlemediğim için vakit de kaybetmedim.

Gökyüzü yeryüzüne yakınlaşırken, yeryüzündekilerin hali perişan. Durduk yere hem de. Her şey olması gerektiği yerde dursa ya. Kontrolden çıkan doğanın büyük oyunu belki de tüm yeryüzüne. Arada bir kendimize gelebilmemiz için de önemli. Sonumuz hayrolsun.

Bir anda sıcaklıkların artması hayra alamet görünmez. Hemen altında bir sıkıntı düşünülür. Hava ne yapsın, birkaç hafta önce herkes sıcak hava istiyordu. Doğayı da şaşırttık. Belki de doğayı kendine getirdik. “buradayım unutmayın” der gibi arada bir kafasını uzatmasını hoş karşılamak ve yaşamımıza bakmak gerekir böyle durumlarda. Elektrik çokluğuna rağmen. Bu pahalılıkta bir de ortamdaki elektriği yaşam için kullanılır hale getirebilsek ne güzel olurdu.

Yeryüzünü gökyüzüne yakıştıramadığımızdan mıdır, bilmiyorum ya da birbirlerine yakışmadığından mı onu da bilemiyorum ama bildiğim bu durumun tehlikeli bir yol olduğudur. Yeryüzündeki aciz tüm insanlar için. Doğaya boyun eğmek zorunda olan tüm insanlar için…

Havalar nasıl olsun? Sıcak mı olsun, sisli mi, en sertinden soğuk mu, yağmura ne dersiniz? Havalar nasıl olursa olsun, elektriğiniz olmasın… Olursa da baş edebilecek gücünüz olsun.

Dünyanın tüm insanları mutlu olsun, rahat olsun, “kendinde” olsun, yürekleri sağlam olsun… Daha ne deyim?

Reyhan Gazel

Yılın Annesi--- Anneleri adına








Trafik kazası sonucu yatağa bağımlı felç olan çocuğuna bakmak için evini yoğun bakım ünitesine çeviren anne Fatma Keser, 5 yıldan beri oğlunun iyileşmesini bekliyor. Oğlunun felç olmasına neden olan sürücünün bu güne kadar hiç aramamasına çok içerleyen Keser, çocuğunun bütün isteklerini sadece gözleriyle iletişim kurarak sağlayabiliyor. Yoğun bakım konusunda da kurs alan fedakâr anne 'Bu çocuktan ne bekliyorsun, hastaneye yatır arada sırada gelir ziyarete edersin' diyenlere şaşırarak, "Oğlum benim her şeyim. Onun bir tırnağı ve bir tek saçı her şeyden daha önemli. Konuşamasa bile onun bir öpücük vermesiyle yeniden dünyaya gelmiş gibi oluyorum" direk annenin evladı ile olan bağını açıklıyor.

17 yıldır evli ve 2 erkek bir kız çocuğu annesi olan Fatma Keser'in fedakârlığı 2003 yılı Eylül ayında meydana gelen talihsiz kazayla başlıyor. 3 çocuğuyla annesine oturmaya giden Fatma Keser, akşam kendi evine geri dönerken, ışıkları yanmayan bir aracın, o zaman ilköğretim ikinci sınıf öğrencisi olan oğlu Yasin'e çarpmasıyla başlayan çileli hayatı 5 yıldan beri devam ediyor.

Yasin, kaza sonrası herkesin öldü diye beklediği anda yeniden hayata tutundu. 8 ay hastanede tedavi gören Yasin için annesi, evinin bir odasını yoğun bakım ünitesi haline getirdi. Aynı zamanda yoğun bakım kursuda alan anne 5 yıldan beri oğlunun bütün tedavisini evde kendisi yapıyor. Çocuğunun isteklerini ise sadece gözleriyle iletişim kurarak anlayan anne, bir an bile olsun umudunu yitirmediğini belirterek, oğlunun iyileşeceğine inandığını ifade ediyor.

5 yıldan beri yatağa bağımlı olarak cihazlara bağlı bir şekilde yaşayan oğlunun, kazanda önce hiçbir sağlık sorunu olmadığını belirten Fatma Keser, "Bir evladın, annenin gözleri önünde bu şekilde yaşaması nasıl bir acı verir onu anlatmak çok zor. Allah kimseye böyle bir sıkıntı çektirmesin. Bir anne olarak çok sıkıntı çektim ama bu durumdan hiçbir zaman aciz değilim. Gözünün içine bakıyorsunuz sadece. Elinizden gelen hiçbir şey yok bu insanı çok üzüyor " diyor.

Hem anne olarak hem de bir vatandaş olarak hastanelerde çok sıkıntı çektiğini dile getiren Fatma Keser, hastanelerdeki sıkıntıların ardından evini yoğun bakım ünitesi haline getirdiğini belirtiyor. Oğlunun sağlığı için market, ev ve tüm ziynet eşyalarını feda ettiğini ifade eden anne, eşinin de o günden beri yıllık izinlerini bile kullanmadan mesai yaparak çalıştığını sözlerine ekliyor.

Oğlunun sınıf arkadaşlarını gördüğü zaman çok duygulandığını belirten acılı anne, öğretmeni ve o zamanki sınıf arkadaşlarının kendilerini yalnız bırakmadığını söylüyor. Bunun yanında oğlunun yatağa ve cihazlara bağımlı bir şekilde yaşamsına neden olan sürücünün 5 yıldan beri bir kez bile olsun aramadığından dert yakınan anne, duygularını şu ifadelerle dile getirdi: "Her ne olursa olsun en azından bir telefonla bile o insanların geçmiş olsun demelerini beklerdim. 5 yıldan beri aramadılar, ancak birkaç ay önce avukatımızı aramışlar ve 'evleneceğim, ama kazadan dolayı mahkeme olduğundan kızı vermiyorlar evlenemiyorum. Bu mahkemeden vazgeçsinler' diye söylemiş. Bu nasıl bir insanlık duygusudur. Sen hiçbir şeyden haberi olamayan çocuğu çarp, hem de farları yanmayan bir araçla gece yola çıkarak böyle bir kaza yap. Ardından çocuğun bütün organları yüzde yüz felçli olsun ve 5 yıldan beri cihazlara bağlı olarak yaşam mücadelesi versin. Bir kere olsun arama. Ondan sonra da ben evleneceğim siz mahkemeye verdiğiniz için bana kızı vermiyorlar, davadan vazgeçin diye telefon aç. Her insan kaza yapabilir. Ama en azından karşı taraftan bir özür dilemek bir nebze olsun onun acısını paylaşmaya çalışmak vardır. Şayet bize gelip bir geçmiş olsun deselerdi, belki ilk anda kızardık ama inanın mahkemeye bile vermezdik"

Kazadan sonra sürücüye 8'de 8 hata verildiğini belirten anne Keser, 5 sene süren mahkeme sonucunda bu hatanın 8'de 5 kendilerine dönmesine ise inanamıyor. Bu konuda her ne olursa olsun adalete güvendiğini belirten anne, bu tarafta olmasa bile diğer tarafta yüce adaleti yerini bulacağına inanıyor.

Olaydan sonra eşinin, diğer 2 çocuğunun ve sürekli kendisine destek olan kız kardeşiyle birlikte tüm ev halkının psikolojik çöküntü yaşadığını da dile getiren Keser, zaman zaman psikolojik destek aldıklarını belirtiyor. Kız kardeşinin, yeğeni için okulunu feda ettiğini, bu olaydan sonra kızının lise öğrenimini bir yıl sonrasına ertelediklerini belirten anne, "Yasin'in 24 saat bekliyoruz. Geceleri kız kardeşim Tuğba bekliyor. Bunun için okulunu bıraktı. Gündüzleri ben beliyorum. Çünkü cihazlara bağlı olduğu için en küçük bir arızalanma olayında oğlumuz enfeksiyon kapıyor" şeklinde konuştu. Oğlunun koyu bir Galatasaray taraftarı olduğunu belirten Fatma Keser, şimdiye kadar Galatasaray oyuncularıyla onu buluşturamadığını, oğluna aldığı her şeyin sarı kırmızı olduğunu anlattı. Keser, "Galatasaray takımının oyuncularıyla da buluşturmayı çok istiyorum. İstiyorum ki oğlum oyuncuları yakından görsün onlara dokunsun. İşte o anki mutluluğunu hiçbir şeye değişemem" dedi.
Cihan

6 Mart 2008 Perşembe

Savulun Atlılar Geliyor!





Hızlı hızlı nereye koştuğunu kendisini bile bilmeyenler, bilen, bilmeyen, bilmesi beklenmeyenler… Bilinse bile bilinmiyormuş gibi yapılanlar, bilenlerle bilmeyenleri birbirine karıştıranlar, kimin neyi bildiğini bilmeyenler, bildiklerini bilmeyenler, bilebileceklerini hayal bile edemeyenler, bildik de ne oldu diyenler….Bilmeyle işi olmayanlar… Ne işi olduğunu bilmeyenler…Bilinmeyenlerle bilinemeyenleri birbirine karıştıranlar, her şeyi biliyorum sananlar, bilse de bilmiyormuş gibi yapanlar, bilen, bilmeyen, bildiğini bilmeyen, bilmeyi bilmeyen…Sıkıldınız değil mi? Yazan da sıkıldı zaten.

Yaşamın içinde bilme ile ilgili ne kadar çok anımız geçiyor. Başkalarının anları geçiyor, geçecek, geçemeyecek, geçse de geçtiği bilinmeyecek… Bilgiyle alay edenler çoğalacak, ulaşmak isteyenler azalacak, ulaşılsa bile farkında olunmayacak… cak da cak. Yaşam bir şekilde devam edecek. “BİLDİM” denerek. Karşı taraf sormadığı sürece sorun yok: “ Neyi bildin?” Sorana kadar idare edilir nasıl olsa.

Kendisini “oldum” düşünenler, düşünmeyip olduğunu bilenler, olabilecek olduğunu bilemeyenler, bilmek istemeyenler, bu işler için vakti olmayanlar. Dizilerden vakit kalırsa bir ara bilmek isteyenler…Arada bir bilin ne olur ki! Dizi aralarında da olsa.

Öğrenmeden uzak duranlar için kızgınlığım. Yaşam boyu öğrenmeyi öğrenemeyenlere sitemim. Öğrenebileceğini bilmeyenlere dargınlığım. Öğrenebilecekken, öğrendiklerini tekrar edenlerle kavgam.

Düşün düşün…biraz daha düşün, neyi bildiğini düşün, düşündüğünün anlamını düşün, düşündüğünü yaşamın içinde düşün…Düşün de düşün… Ne olursa artık. Bu mu? Değil tabii. Yaşamın içinde küçücük kalanların yaşamın içinde büyükmüş gibi algılanmasını düşünmek en yararlısı. Vakit daha iyi geçer inanın.

Ürütebilecekken, bilmediğinden üretemeyenleri, bildiğiyle üretime katılamayanları, bilerek üretmeyenleri kınama zamanı geldi. Kına yakanlara inat, kına vermemek gerek. Kınayı sadece düğünlerden önce sürmek gerek.

Savulun atlılar geliyor! Savulmasanız da gelecek. En iyisi beklemek mi? Nasılsa gelecek…Beklerken düşünmek mi? Daha neler, zaten düşünerek beklemedik mi? Yoksa beklerken bile düşünmüyor musunuz? O zaman durum daha kötü. Bari beklerken düşünün. Atlılar neden hızlı geliyor, nereye geliyor, gelirlerse ne olur, geldiler de ne oldu, gelseler ne olur, gelmeseler ne olur? Niye savulduğumuz ayrı bir konu. Gelsinler, bırakın, işinize bakın. Durmayın hadi çalışın!

Ne anlatmaya çalıştığımı anlamayanlara ödev: Tüm yazılarımı baştan sona okuyun!

Reyhan Gazel

"Kadın"





Platon, "Devlet" adlı diyaloğunda , tıpkı bir insan vücudu gibi yaratılmış bir devlet düşünür. Bu devlet üçe bölünmüştür. Vücudun "başı", "göğsü" ve "karnı" olduğu gibi devletin de yöneticileri, bekçileri (veya askerleri) ve ticaretle uğraşanları ( köylüler de dahil ) vardır. Ona göre sağlıklı ve uyumlu bir insan nasıl dengeli ve ılımlı ise, "adil" bir devlet de herkesin “bütün” içindeki yerini bilmesiyle ortaya çıkar. Bu sözlerini Platon, kadınların da erkekler gibi devlette yönetici olabilecekleriyle derinleştirmeye çalışır. Bunun nedenini, kadınların erkeklerle aynı mantığa sahip olduklarıyla açıklar. Kadınları yetiştirmeyen bir devletin yalnızca sağ kolunu çalıştırıp güçlendiren bir insana benzediğini de ekleyerek…

Platon’un sözünü ettiği, cevabını aradığı bir sorun da, kadının erkeğin yaptığı her işi yapıp yapamayacağıdır. Cevap evettir, çünkü, yatkınlığına göre erkekler nasıl her işi yapıyorsa kadınlar da yatkınlığına göre her işi yapabilir. Kadın da erkek gibi devlet bekçiliğine elverişlidir ancak erkek gibi eğitim görmesi kaydıyla…
Yüzyıllar önce söylenmiş, okunmuş, düşünülmüş anlayışların hala yaşantımıza girebiliyor olması, söylenebilecek bir çok şey bir tarafa, söyleyenlerin en uzağı görebilmesi ile açıklanabilir.

Günümüzün “kadın” larının yüzyıllar önce Platon tarafından kaleme alınmış cümlelerden hala etkileniyor olması ürkütücüdür aslında. “Kadın” lar adına, “erkek” ler adına, “çocuk” lar adına, kısaca tüm “insan” lar adına.

Birbirini tamamladığını düşündüğüm cinsiyetlerin, birbirleriyle rekabet, çatışma ve varlık kavgasında olmaları, kişisel çatışmaların yanında üretimde aksamalara da yol verdiğinden, daha üretken, huzurlu toplumlara ulaşabilmenin metodunun, kadınların da erkekler gibi üretebilmesiyle mümkün olabileceğini söylemek abartı olmaz.

Sadece görüntü ile bir insanın yargılanmasını, üretime katılıp katılmamasının koşulu olarak görüntülerin ileri sürülmesini anlamak bile bana zulüm gelirken, anlamaktan öte yaşamda karşımıza çıkmasını içime sindiremedim.

Hiçbir şey bu kadar kolay değil. Kolay olmamalı. Üretim çağında bunlar konuşulmamalı. Kadına “insan” ca değerlerini yaşama izni verildiğinde daha mutlu olacağımızdan emin olun. Bizim mutluluğumuz toplumun mutluluğudur; bilene…Toplumun gerçek toplum mühendisleri olarak, tüm kadınlar için…

Kadınların önce “insan” olmaları sonra, cinsiyetlerini ve yüreklerindeki değerlerini yaşamalarına yürekten destek olunana kadar, gündem dışı ama yaşamın orta yerinde mücadelemiz sürecek. Bundan emin olunuz.

Bir ‘insan’ özeldir, tektir. Aklı, vicdanı olan tek varlıktır. Cinsiyet ‘insanın’ dışında ama içinden onu belirleyen özelliklerin tümünü çağrıştırır. Cinsiyetin verdikleri ile ‘insan’ olarak getirdiklerimiz bütünleşince yaşamda var olunur. Yaşam ancak iki cinsiyetle tamamlanır. Kadın ve erkek yaşamın tümünü anlatır. Ortak yaşamda birisi değerlerini yaşayabilirken, diğeri sadece içinde yaşatırsa sonuç yaşam için sıkıntılı olur. Yaşam bu adaletsizlikten dara girer. Çünkü, üreterek yaşama katılım ‘insan’ için varlık nedenidir. Bundan mahrum kalanlar üzülür. Üzgün ‘insan’ ın yaşama katkısı ancak üzüntü olur. Gerisi rol olur…

“Bu ilkelerle yönetilen bir devlet gerçekleşebilir mi?” Sorusunu soran Platon, günümüzde yaşasaydı, kadınların da üretimle erk sahibi olabilmesinin önemini, devlet yönetiminde erkekler kadar yer almalarının gerekliliğini, bu erke kavuşabilmesi için erkeklerle aynı eğitimden geçebilmelerinin zorunluluğunu anlatır dururdu. Anlatırdı anlatmasına da sonuç ne olurdu?

Kadınlar için sosyal restorasyon şart!

Reyhan Gazel

4 Mart 2008 Salı

Evrenin Merkezinden Bildiriyorum





Her insanın küçük evreninde yaşamaya çalıştığını, kendince, kendi bildiği gibi, istediği gibi yaşama katıldığını bilmeyen yoktur. Ne kadar insan varsa o kadar küçük evren olduğunu da. Buraya kadar sorun da yok zaten. Sorun; söylenenlerin kabulünün yüreklerde olmamasında…

Yürekler; başka küçük evrenlerin, kendi evrenlerinin sınırlarında yaşamak istemelerini, yine bir küçük evren etrafında düşünmüyor mu? Bu küçük evren, düşünen, düşündüğü düşünülen yürek olmuyor mu?

Yüreklerin bütünlüğünden kurulu evren, tüm evrenlerin toplamıysa, tek bir küçük evrenin tüm küçük evrenleri, kendi küçük evreniyle değerlendirmesi de ne ola ki! Anlayan beri gelsin…

Her küçük evren kendi bildikleriyle, istedikleriyle yaşamaya, var olmaya çalışırken, başka küçük evrenin değerlendirme kapsamında “küçük” düşünülmesini ise hiç anlayamam. Zaten her yüreğin, küçük evreninde yaşadığını bildiğimden rahatça söylüyorum.

“Dünyanın merkezi neresidir?“ Sorusunun anlamsızlığı yüreğimi kaplamışken benim küçük evrenim başka küçük evrenlerin merkezi olabilir mi? Olamaz elbette. Olmamalı da. Olduğu düşünülmemeli aynı zamanda. Olabileceği de. Ama yaşama yaşamın içinden bakınca, küçük evrenlerin birbirleriyle, “en büyük evren benimki” sıkıntılarını çokça görüyoruz.

“En büyük evren, en kapsamlı evren, en iyi evren… benimki” Söylemleri sözlerle olmasa da yüreklerle kendisini bulduğundan, yaşama daha sıkı katılabilmenin anlamsızlığı yüreklileri kuşatmaz mı? Bu anlamsız durumun sıkıntısı tüm yürekleri sarmaz mı?

“Benim küçük evrenimdeki değerlerim senin de değerlerin olsun” Oldu daha başka ne istersiniz? “Siz isteyin biz küçük evrenlerimizi size entegre edelim de rahat edelim, mutlu mutlu…” Başka istediğiniz varsa onu da söyleyin!

Bir insan tektir, en büyük nimettir…Nimetlerin en kutsalıdır; bilene…Düşünebilene…Anlayabilene… Ötesi düşünülememeli. Herkes kendi küçük evrenin kralı, kraliçesi, prensi, prensesi…Başkalarının evrenlerine saygılı…Küçük evreninde mutlu, huzurlu, bırakın öyle kalsın, ne olur ki!

Reyhan’ın küçük evreninden herkese selamlar olsun, her küçük evrene ayrı ayrı…

Reyhan Gazel

2 Mart 2008 Pazar

Karanlıkta Dem Tutanlar





“Olgun insan karanlıkta dem tutandır” cümlesi karanlığın gücünü hisseden yürekler için önemli olsa gerek. Dem tutarak yaşamaya çalışmak zor olsa da…İstenir, ulaşılır, beklenir… “Karanlık olsa da biraz daha demlensek” diye… Demlene demlene simsiyah olan yürekler yaşamda güneşi görmeye, göstermeye koşullanmışken, karanlığı beklemesin de ne yapsın?

Güneşin tepede olduğu zamanlarda kendini içeriden göremeyecek kadar meşgul olan tüm yürekler, karanlığa sığınmaya alıştığından, kendisine sessizce içeriden bakacağı anın heyecanını tüm güneşli günlerde yaşarlar. Daha demlenebilmek için…Demlenmiş yüreklerle yaşamının tadını iyi bildiklerinden beklemekten zorlanmazlar da. Beklenen karanlık geldiğinde, tüm güneşle yaşayan yürekler yaşamdan ellerini çektiklerinde, zaman demlenmeyi bekleyenler için ilerlemeye başlar. İlerler, ilerler ve gelir…Gelen zaman yüreklerin demlenme zamanıdır artık, ne mutlu…

Kararlıkta kendisini “içeriden” görebilen yürekler, mutludur, huzurludur, kendindedir…Yürekler ellerdedir, eller titremez, yüreği tutar ve ona sımsıkı sarılır…Sımsıkı kavrarken sorar:

“Nasılsın?”
“Neredesin… nereye gitmek istersin?”
“Sadece karanlıkta çık dışarı, dışarıda olduğun görünmesin…”

Yürekler bu samimi diyaloglarda kendine gelir, mutlu olur. Sımsıkı kendisini tutan ellere gülümser, sadece dinlenir. Mutlu mutlu sevinir, güler, rahatça uykuya dalar.

Güneşin doğuşuyla birlikte kendinde olan yürekler daha bir güçlü güneşi kucaklar. Sanki güneş ellerindeymiş gibi kendinden emindir. Güneşe sahip olunca da yaşama sahip olduğu hissini yaşadığından, yaşam ona sahip çıkamaz, sıkıntı veremez… İstenen yaşam ellerdedir, yürek sağlam olunca…

Güneşin batışını merakla bekler yürekler, bir daha bir daha karanlık bekler, sıkılmadan, bıkmadan. Karanlık bastığında yine yürek başını sessizce çıkartır ellere doğru. Orada birisini görse geri kaçacak kadar ürkekçe. Karanlıkla bir başına kaldığını anladığında işi kolaydır, çıkar yerinden rahatça. Çıkar ve demlenmeye başlar, hamlığını, olmamışlığını bildiğinden demlenmek iyi gelir. Demlene demlene sıkıntısını atar. Yürek rahatlamıştır.

Yine güneş, yine karanlık, yine güneş, karanlık…..Böyle gider. Yaşam böyle yaşanır demliler arasında. Demlenmeye meyli olmayanlar hep sıkıntılıdır. Sıkılır, bunalır; karanlığı bilmeyenler. Yürek rahatlamamışsa, demli değildir, her daim. Hep ham, hep olmamış. Olacağı da belli değil. Olmamış “insan”, yaşamda da olmaz. Dedikleri olmaz, kendisi olmaz, mutlu hiç olmaz. Hep arar kendisi gibi diğer demli olmayanları, böylece rahatlar birazcık. Nereye kadar?

Demlilere selam olsun

Reyhan Gazel

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...