7 Aralık 2013 Cumartesi
DAVET
Hiç Yolcusu ve Rayiha Kitaplarımın imza gününe bekliyorum...
10 Aralık 2013 Saat: 14.00 Kızılay Metro Sanat Galerisi Karanfil Sokak Çıkışı
Reyhan Şengün
30 Kasım 2013 Cumartesi
Kimiz ki...
Kimiz ki;
İnsan olmaya çalışmaktan öte...
Reyhan Şengün (Gazel)
İnsan olmaya çalışmaktan öte...
Reyhan Şengün (Gazel)
Yeni blogspot adresim; www.reyhansengun.blogspot.com
Ziyaret ediniz
18 Kasım 2013 Pazartesi
Her Dem
Çalınır da açılmaz mı ki demden gelen… Ya Hu
Her demde bulunan gözyaşı mıdır söyleten?
Demden gelen deme mi gider de bilmez bu yürek?
Yürekten bilmeyeni neyler bu demli yürek… Ya Hu
Her demden alırken hisli kalbi, vuku da bulabilir belki…
Dinle demden geleni, geldiğini bilmeyeni, belki de
söylenmeyeni…
Söylenmeyen dem, dem midir ki?
Dedik! Yazmaya karar
verdik…
-----
Yazmasaydık ölmezdik de bildik ki yazsak kalacaktı belki bir
kitaplık kenarında büzülü… Öylesine kenarsızca…
İşte o andır adama yazdıran, bu anı kovalayan gelecek olan
anların beklentisinde… Belki de kenarda durmayacak sözlerin bütünü; kim bilir?
İşte o demdir tüm yaşanmışlığın orta yerinde… Bitemezliği
anlatan kelimelerin toplamında akılda kalan hislerle. Yazan bilir yazılmaya da
bilineceğini…Lakin yazar, yazar! Nasıl yazmasın ki taşmış demlerin koyuluğunun
eşliğinde.
Bir dolu sızının demidir toplamı sözlerde…
O sızılara inat gülümseyen yürek! Gülümseten dem bilinci!
Gülebilen yüz derinliği!
İşte o andır yazdıran elleri, söyleten yürekleri… Yaşamın
her adımında bir demdir ardında kalan sözler… Bu sözlerdir demden gelen
yaşamda!
Her an dem yenilenirken, soğuk açık cümlelerden uzaktır
belki de dillendiren; kim bilir?
Yaşamı demin güzel tadında yaşayanlara atıfla her an yeni
bir ana gebe bir dem anlayışı derinlerden akan.
İşte o andır yürekli yapan; bilene!
Reyhan Gazel
12 Kasım 2013 Salı
YÜREKTEN YÜREĞE…
“Benim yüreğim ancak küçücük bir kuşun kanatlarında savrulabilir yaşama “ derken, yüreğimin tüm yaşama , yaşamın içindeki tüm insanlara, bildiğimiz/ bilmediğimiz tüm evlerin içine yani yine insanlara, yaşama yani yaşamı oluşturan tüm insanlara ulaşmasını/ ulaşabilmesini düşünmüştüm. Kuşların özgürce, tüm yaşamın üstünde savrulup bir o yana bir bu yana kısaca her yana ulaşabildiğini bildiğimden…
“Benim yüreğimin” sahip olduğu sevgisinin büyüklüğünün rahatlığıyla, sevgiyle yapılan her işte, her ilişkide, her rolde, her kızgınlıkta, her evde olmasını görmeyi yine yüreğimden isteyerek…
Yürekten yapılan tüm konuşmaların istenen tüm sonuçlara ulaşabildiğini bildiğimden, “başı boş gezen, nerede, ne aradığı belli olmayan, gittiği yerde kendini anlatamayan yüreklerin yaşamdaki sıkıntılarını gözlerimle gördüğümden…"
“Benim yüreğim ancak küçücük bir kuşun kanatlarında savrulabilir tüm yaşama” söylemlerimle, yaşamda herkesin mutlu olmasını istememden doğal bir durum olamaz. Yürekten baktığımda sevgiyle yaklaşmış olduğumu düşündüğümden…
Yürek ve sevginin bir arada olmadığı tüm durumlarda, insanların yaşamlarını hep olumsuzluk üzerine kurduklarını gördüğümden, olumlu bir yaşamın çıkış noktasının yürek ve sevgi kavramlarının birlikteliği olduğunu görebildiğimden…
Sevginin taşmasının insanı huzursuz ettiğini yaşadığımdan, sevginin yüreğin kontrolünde ve beynin yanı başında olması gerektiğini vurgulamanın önemini ifade edebildiğimden…
Yine de sevgi ve yürek birlikteliğini “kuşun kanatlarında” daha çabuk ve işler halde tüm insanların önce beyinlerine kondurmak istediğimden, yazabildiğimden…
Mutluyum…Mutlusun…Mutlular diyeceğim günlerin herkes için anlamını iyi biliyorum. Yürekten yüreğe kondurulmuş sevgilerin “kuşlarla” yaşama katılabildiğini yaşamamdan…
Sevin, sevilin, anlatın, dinleyin diyen dillerin ne anlamları taşıdığını gördüğümden…
Yürekten yüreğe bir yazı yazmayı istedim. Anlayana, düşünene, okuyana, sevgiyi herkesin gözlerinde görebilene…
Reyhan Gazel
13 Ekim 2013 Pazar
İRONİ
Hani en güzelinden sözleri geri göndermek var ya “o”dur
ironi. Sözler geri gönderilirken inceden
bir sel gibi yüreğe hızlıca çarpan kelimeler bütünü… Kavramları zıt olsa da
ardı ardına beklenmedik şekilde kelimeler bütünü olarak sunduğumuzda ortaya
çıkan garip konfigürasyonun farkında olsam da, söylemeden duramam anların
toplamında.
“Hiç” yazmaya çalışmaktan öte “hiç”liği anlamaya çalışan bir
küçük yazarım… Küçük yazarım, okur büyük anlar… “Hiç” büyüklüğü yürek büyüklüğü
ile denge içinde anlamlıdır sözlerin bütününde; bilirim. En azından bunu
bilirim “hiç” liği bilmeye çalışırken… “Hiç”im demeden bilmeye çalışmanın
rahatlığıdır yazarken huzur veren; anlarım.
İroniye gelemeden yazının bitemeyeceğini bildiğimden,
kelimeleri daha ileri götürüp yüreğe de yerleştirebilmeye çalışsam hiç işe
yarar mı yazdıklarım?
“Hiç” olmaya adanmış küçük yürekten bu laflar çıkar mı?
Çıkan kelimeler gökyüzüne çıkar mı?
İnsan “can”da kendini bulurken söylenen “hiç”, kapı”sızlara
etki eder mi?
Sorular cevaplardan daha önemliyken anlamlıdır yazıda geçen
kelimelerin bütünü. Belki kendinde cevap arayanların bilmediklerini bilmelerine
çabadır ironiden uzak tutan; kim bilir? Ürkütmeden bildirmeye çalışmanın büyük
derdi içinde olanların, ironiden uzak kalması…
NOKTA
“Hiç” nokta olur mu? Olmaz demek ne kadar anlamlı? Bol
sorulu bir yazının bütününde okur yorulmuş da olabilir, anlarım. Yorulan en
basitinden başka yazıya uğurlanırken içimizde ansızın derinleri yazmanın
dayanılmaz keyfi de beliriverir. Bunu da ancak yazan anlar… Yazabilenler bilir,
neyi biliyorsa o kadarını…
İroniyi dile dolayıp bir türlü gerçekleştiremeyen ince dil
oyuncuları gibidir bazı yazarlar. Söyler, aslında söylememiştir… Okur anlar,
aslında anlamamıştır… Budur ironi… Anladığını “san”ana gülümseyen kelimelerle
hızlıca çarpmak… Sonuna da üç nokta ile topu okura bırakmak… “Neyi anlıyorsan
osun” diyebilmek… Ne keyiflidir böyle yazmak…
Noktanın sonsuzluğa çıktığını bilmeyenlerin aklını
karıştıran küçük bir yazı olarak kendi tarihimde yer alan bu yazı, yine kendi
tarihimin talihli “dur”uşunda anlam kazanırken, budur “hiç” yüreklerde…
Anladığın kadarsın bu dünyada, ötede bu dünyada “ol”duğun kadar.
Yazılarımın karmaşıklığı, bütününde karmaşıksız bir bütün
oluştursa da yazılmaya çalışılanı bilmeyenler olabilir. Mümkündür, mümkün
olduğu kadar da hakikate yakındır böyleleri.
Herkesin her şeyi rahatça söyleyebildiği, eyleyebildiği dünyada “az da
bizim sözümüz okunsun” der geçeriz rahatça, ironiye vardırtmadan… Rahatça,
insanca…
Reyhan Gazel
5 Ekim 2013 Cumartesi
Bendeki Sen
Derdi çeken bilir, derdin neler çektirdiğini… Gerisi
gördüğünü bilir de neyler bu yürek göremediğini bilmeyeni… Yüreğin derinini
yüreğinde görmeyeni… Neylesin bu can “Ben”i bilmeyeni… “Bendeki Seni” anlatır
da bu kalem, bilmeyeni neylersin… Neylersin de neyletmeden de duramazsın zaman
döndükçe… Zamanın dokunuşu oldukça yüreklere, görmenin etkisizliğinde, yürekte
yaşamadıkça…
Derinleri görebilenlerle göremeyenler arasındaki yaşam
mücadelesinde ansızın karşınıza çıkan bir koca yürektir Beril. Bir anda
yaşamın, insanın aslında çok uzaklarda olmadığını imtihan eder gibi… Bu
imtihanı geçemeyenlerin çokluğu karşısında ezilmeden dimdik duran yürek…
İşte bu dersiniz bazen olur da… İşte bu! Bendeki Sen işte
bu!
Yaşama durak anlarının vaz geçilmezi Beril. “Neylesin yürek
yaşama durak vermeyenleri” Dedirten
incelikle yolunuza devam edemezsiniz. Anlık duruştur anları toptan katleden
incelikle.
Dur yolcu, dur da az bir soluklan!
Bazen yaşam görünmez olur. O görünmezliğin içinden bir
bakışla durursanız görebilirsiniz Berili. Berili görebilenlerle göremeyenler
arasındaki derin çekişme değil midir bizi insan yapan?
İşaret kuşudur insanlığa ansızın serinlik veren, insanca
gülümseyişi ile… Her zorluğa rağmen insan duruşunu, insan gibi dimdik yüreği ile
güç veren. İşte bu! İşte bu!
İnsan gülümser. İnsan hisseder. İnsan yaşar. İnsan üzülür.
İnsan ağlar. İnsan yorulur.
İnsan yürektir!
İnsanın yürek olduğunu hatırlatan bir yürektir Bendeki Sen
algısı. Anlık mutluluk da değil sözlerin tümü, anlık hissediş ve duruş. Belki
insanca insanlık adına utanma… Her şeye rağmen gülümseyen bir insanın aciz
yüreklerimize derin katkısı…
İşte bu! İnsanız vesselam. İnsanlığı eyleme dönüştürmeyi
imtihan eder gibi Beril duruşu.
Hayat hikâyesi yazmak isteseniz de yazamazsınız bazen.
Bilirsiniz ki bazı hayatların hikâyesi yazılmaz, felsefesi yapılır. İnsanların
tümünü yürekten ırak tutarak üstten bir bakış atarsınız bazı yüreklere… Bu üst
bakış, hayatın toplamının bakışı olarak yüreğimizde yansırken üzülmekten öte
duyguları da yaşarsınız. Bilirsiniz ki kim bilir kimler ne acı hissedişlerde
bulunmuştur, acımasızca. Ama gülümseyen bir yüreğe engel olamamışlardır… Hayata
toplamından bakıştır üst bakış böyle anlarda. Anlık ama zamansız.
En büyük dediğiniz dertlerinizin toplamından büyüktür
Berilin yaşama duruş gülümseyişi… İnsanlığa bir şeyler anlatır gibidir belki
bilmeden belki bilerek… Bunu zamanla anlarsınız görerek Bendeki Seni…
İnsana giden yolda karşılaştığımız bir anlık bakışla
kendimize gelirken görürüz bazen yaşamın orta yerinde yaşananları. İşte bu!
Deriz o anda zamansızca. Nasıl demeyelim ki? O Dakka yaşadığımız tüm büyük
dertlerin toplamı bir gülümseyişe gider.
Çünkü O hep gülümser. Gülümsemediği anları sadece
yorganı görürken biz görmeyiz, insanlar görmez. Yorganı bilir O'nu bir de
Yaradanı… İnsanın yüzüne gülümserken buluruz Berili. Biz gülümseyen Berille
yaşarız da belki de bilmeyiz, belki sadece hissederiz, belki sadece düşünürüz…
Çünkü Beril söylemez derdini gülümsemekten öte değildir yüreği bizlere.
Ailesinin bütünü bu duyguyla yaşarken belki de bizlere
inattır gülümsemesi. "Bendeki Sen" algısının bütünü tüm yürekleri sarmalıyken
üstelik… Sarmaz; biliriz. Sarmasa da sarsa keşke der geçeriz Yaradana havale
ederek.
BU YAZI BERİL ÖZELİNDE TÜM ENGELLİ YAVRULARIMIZA İTHAFTIR...
4 Eylül 2013 Çarşamba
HİÇ in
Gökyüzüne bakınca seyreyleriz bilmediğimiz uzakları. O
uzaklar ki gözlerin göremediği, çoğu sözlerin dökemediği kadar sonsuz… Gökyüzü,
sonsuzluğun en somut hali, en azından gözle de görebileceğimiz… En çoğundan
ise, gözle de görülemeyecek kadar sonu olmayan derinliğin anlatımı…
Gökyüzünün bizleri huzura kavuşturması belki de üstteki
anlatımın yürekteki yansımasıdır. Kendi “ben”imizi esas bildiğimiz yalan
dünyanın ötesinin de olduğunu anlattığından…
Koştururken gökyüzüne bakmayan insanların sonsuzluğu değil,
sonlu bir yaşamı bildiği aşikârken, bazen gökyüzüne en somut hali ile bakmadan
da gökyüzünden kopamayan yüreklerin varlığı rahatlatır yaşamı… Denge içindeki
evrenin sonsuzluğunu bilenler ile bilemeyenler arasında geçen derin
tartışmaların en esaslı noktası da tam bu noktadır. İnanmak ya da inanmamak da
değil mesele sanki. İnandığını bilmek, bildiğine inanmak…
HİÇ
Her şeyi bildiğini düşünerek her şeyi istiyorsan “hiç”
edemeden sona gelirsin ey güzel insan… Kendi bildiğinin sonuna… Gözünün önünü
bile evrenin içinden üst bakışla göremezken her şeyi bildiğini düşünmenin
anlamsızlığı, gördüğümüz ve görmediğimiz evren arasındaki derin uçurum, ancak
yüreklerde gökyüzü vasıtası ile bilinebilirken gözümüz neyi ne kadar
bildirebilir ki?
“Hiç” in demem bundan. En azından her şeyi bilmeyin, her şey
bilinirmiş gibi davranmayın. Denemekten zarar gelir mi?
“Kapı”da “dur”anlar ile “kapı”yı göremeyenler arasındaki “hiç”
bilinmezliği belki de söyleten küçük yüreği…
Gökyüzü evrenin üstündeyken ve sadece sonsuzluğu
anlaşılabilirken, sadece gözünün önünü gördüğünü düşünenler neyi ne kadar
görebilir ki? Aklın sınırlılığı ile neyi ne kadar bilebilir ki? İşte o andır ki
anların toplamına bedel ömrün gerisinde. Berisinde ise sonsuzluğun bilinci ile
huzurluca…
Göremediğimizi bilmek
ile “hiç” dendiğinde her şeyin içinde olabileceğini düşünüp,
kavranamazlığını/sınırlılıkla kavranabilirliğini anlayabilmenin büyük lütfunu
bilenlerden olarak yaşamaya devam ederken, ansızın “hiç” olduğumuzu düşüncede
var edebilmenin huzuru… Paha biçilmez bir keyiftir; deneyin…
28 Temmuz 2013 Pazar
BİR
Her şey bir “hiç” penceresi açmışken hakikatin “kapı”sında,
BİR bekler…”Sen” ilerlerken bekleyerek, “hiç” bildin; bakabilene…
Durduğu yere bakmadan
“dur”mak gibidir giderken beklemeyen… Aslında gelmeyen… “Hiç”liğini bilmeyen…
Hakikatin derinliğini ve değişemezliğini bilmeyen neyler de,
neylediğini bilmez; beklemediğinden…
Her şey “BİR”dir. “Bir” tek mabut… Ötesi olmayan, berisi de…
“De ki O’dur” “O’nun dengi yoktur”
Tevhid_i Şuhud deseydik kendi lügatimiz bilinmezdi de ondan
yazdık… Belki “Bir”i tanımayan farkında olmadan tadar istedik… İyi ettik.
Tuhaflıktan öte bir “dur”uşla kelimeleri kelimeler ile oynatıp akıldan önce
yüreğe geçirmeyi denedik…
Dünyada ahireti görebilenlerin, gerçek muvaffik
olmayanlardan paradigma ötesi bir farklılıkla ayrıldığını yazarken zorlanmadık.
Bildik ki “insan” yürektir, “can” taşır emanet…
Vakti gelince en güzele teslim edeceği en güzel amelleri
yüreğinde… “Bir” e sözle değil “kapı”da “dur”ararak ilerleyenlerin eylediği
gibi.
Hem düşüncede hem sözde “Bir”… Ötesiz bir zamanda gökyüzüne
inerken hissedilen yegâne iradeci… “O”
“O” “Bir”dir. Tevhid-i Rububiyet ile Tevhid-i Ülûhiyet
bağlantısını yürekte yaşamadan “Hiç” ebilmek ne mümkün? “Hiç” eyleyebilir
miyiz? Eylediğimiz “hiç” olur mu?
“Tek”den mabuda ulaştıran bir derin “yol”, kelimelerin
toplamından akılda kalıp yüreğe geçen. Gökyüzünden bir nefes eşliğinden aldığı
aşkla…
Yeter ki aşk olsun!
Aşk olmayınca “boş” yoksa evrende, bilen bilmeyene desin bir
nefes gök/yerin “hiç”liğinde… İşte bunun adı “sen” olsun! Daha ne olsun!
“Bir” her şey olsun “sen” “hiç”ken!
Ötesizse sözlerin tümü, geriye son söz olsun; La İlahe
illallah
Kalın Hayırla…
Reyhan Gazel
11 Temmuz 2013 Perşembe
Hiç Yolcusu Kitabımdan kısa kısa...
“Sen” yoksun “O” var! Her şey “O”nun! Aslında her şey
“sen”de gizlice… “Yol”a gir ve bul! O “yol” “kapı”nın ardında… “Yol” içeriye
akan bir “yol”…Camın ardından bakma, göremezsin
Söyletir derdi veren “O”, “ses”i duyan sana… “Hiç”likte
buldum “O”nu… Kendimin, kendime ait olanların “hiç”liğinde…
“Kendi”ne “hiç”liğin
kadar baktın mı “hiç”
Gün akşam olmadan gelmezsen “kendi”ne, beyhudedir, akşamın
sabahını görmeden gidersin toprağa…
Bul ki nerdesin? Bul
ki, gökyüzüne inesin! İndiğin gökyüzünden “son”suza gidesin… De ki buldun!
Kaybolmayasın…
Tut ipin ucunu, yürek sırrına ererek… Gökyüzüne inerek…
Gökyüzünden savrulanları alabilerek… İnsanız işte!
“San”ki her şey diye bir şey varmış ve “hiç” değilmişiz
gibi… İnsanız işte!
Dert dediğin nedir ki “can”!
Yaradan sevmiş de “hiç”liğini bilsin demiş
“Hiç”liğimden öte yazmam da bilmez okuyan. Öyle sığca bir
“bak”mak değildir yazıların getirisi yüreğe.
Durduğun yer hakikat “kapı”sı değilse “boş”tur yansıyan…
Nefes almak mıdır yaşamak?
Hakikat “kapı”sında “dur”mak yürekleri ilerletirken, beden
“hiç” olmuşluğun huzurunda…
Bilmeyenler “kendi”nin içindeki “hiç” i parçaladı.
Her insan Yaradanın büyük lütfü olarak kendi kıymetini
bazen, bazı bazı… Unutabiliyor. Yaşamın karmaşıklığı, yüreklerin yer yer yok
sayılması… İnsana çok da “değer” verilmeyen ortamların çokluğu… İnsanı
Yaradanın lütfu olarak algılattırmıyor. Olabilir. Lakin derdimiz tam da bu
noktada ortaya çıkıyor: “HİÇ” mek aslında Yaradanın lütfu olarak sürekli
gördürten bir anlayışı barındırıyor. Barındırmalı. Herkes bunu bilmeli…
Bilmeli… Bilmeli…
Bilmeli derken aslında kastımız fark “edebilmeli…”
Bir gün ya da bir an… Fark etmez. Zaman denen, kendimizdeki
bölünmüşlüğü hissettiğimiz nokta… O noktadan başlayarak “Hiç” ersiniz, eğer
yoksanız…
İçli bir ses gibiydi “hiç”. Her zerreyi bir başka zerreyle
değiştiren…
Dünyada ahireti görebilenlerin ansızın ürküten “yol”
bilgisi…
İnsan dünyada birbirinin imtihanıydı “hiç”le…
“Hiç”ebilenlerle aynı yol”da…
Sözün özü aslında hep vardı… Sadece “insan” hep “san”dı…
“Hiç” bilmeden yaşadı…
Aslında “hiç” bilmeden “insan” olduğunu “san”dı…
Aslında “ol”madı!
Kimiz ki?
“İnsan” olmaya
çalışmaktan öte…
“Kendini” bekleyen çok bekler. İnsanın “kendi” gelmez ki
kendine!
“Var” sın olsun!
“Var”lığın içinde
“hep”, “hiç” olsun!
Bir “sen” “var”lığın
içinde aslında. Ama “hep” “sen” yoksun… Daha ne olsun!
O “ses” ki nice sözlere bedel
bir sükût içinde…
1 Temmuz 2013 Pazartesi
GÜLÜMSEYİN...
Bir kuşun gözleriyle yaşamı görmenin güzelliğini bilenler, yaşamın insanı darda bırakacak güçte olmadığının da farkına varırlar. Geçmişin, boşa geçmişliğinin de üzüntüsüyle, yaşama karşı nasıl durulacağını bilmenin, geç de olsa yaşama katılışını keyifle izleyerek…
Sevgi dediğimiz şey, belki de yaşamı küçük bir kuşun gözleriyle görebilmenin hafifletilmiş tadını almaktır.
Bu öyle bir hafifliktir ki, yaşamın olanca ağırlığı karşısında küçük bir kuş yüreğiyle ama her şeyin üzerinde…
Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşa belki de imrenerek, onun gibi usulca yanaşarak, aniden kaçışı da anlatır, sıkça yapamayacağımız bir güzellikte…
Bu öyle bir hafifliktir ki, her şeye rağmen dimdik durabilmeyi, yüreğin içine koyduğu küçük ama derin bir hissi de yaşatarak…
Bu öyle bir hafifliktir ki, en ağır eşyayı bile kaldırırken, tüm ağırlığın yüreğin dışına verilmesini anlatır… Can acıtmadan…
Bu öyle bir hafifliktir ki, yürekli bir bakışın tüm sırlarını anlatan küçük bir kuştan öğrenilecek onca güzelliği söyletir… Rahatlatarak…
Bu öyle bir hafifliktir ki, tenimizin üzerine konan bir sinekten bile, yaşama dair epeyce bir nasihat verebilecek kadar derinlikleri anlatır… Doğaya âşık ederek…
Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun kanatlarının kıpırtısını derinlerden yaşayarak, yaşama büyük bir rüzgârla savrulmasını getirir. Her yürekliye…
Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun yaşamdan kaçışını değil, uzaktan yüreklice bakabilmenin tadını verir. Her kuş görene…
Bu öyle bir hafifliktir ki, bir kuşun gözlerinden bile, yaşamı yine yaşamın içinden bir bakışla sakince anlayabilmeyi getirir. Her bakışta…
Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun gözleriyle görebildiği tüm yürekleri sevebilmeyi anlatır. Kendi yüreğinin dışındaki yürekleri de görerek…
Bu öyle bir hafifliktir ki, yaşama yukarıdan ama kapsayıcı bir olgunlukla katılabilmeyi sağlar. Her yüreksize inat…
Küçük bir kuşun gözlerinde yaşamı görebilmenin tadını alanlar bir daha mutsuz olmazlar. Küçük bir kuştan öğrendikleri yaşama bakışı hiç unutmazlar. Çünkü mutluluğu tadanlar bir daha mutsuzluğa meyil etmezler. Nasıl etsinler ki?
Yaşamın tüm genişliklerini küçük bir kuşun gözleri kıvamıyla görebilenler, tüm yaşamı keşfedebildiklerinden, yürekleri onca güzelliğin içinde ışıl ışıldır. Başka nasıl olsun ki?
Küçük bir kuşun gözlerini bile görebilenler yaşamı görebildiklerinden, her şeyin farkındadırlar. Bu fark etme durumunda, yüreklice ortaya çıkabildikleri an yüreksizleri de çağırırlar. Ama yüreklerini, küçük bir kuşun gözlerinin içine hapsedemeyecek kadar tanımayanlar, yüreklerinin ışıltısına da engel olurlar. Sahipsiz bırakırlar. Bir başına yaşamasını isterler. Oysaki tüm yürekler birbirine hasret gözlerle, kaçmadan, beklemeyi bilerek yaşamayı özlerler. Bu yaşama şeklini ararlar, bulduklarında mutlu da olurlar. Nasıl olmasınlar ki?
Sevgi denilen, küçük bir kuşun gözlerinde bulunan mıdır? O gözlerdeki ışıltıyı görebilmek midir? Işıltının arkasından bakabilmek midir? Başka olabilir mi?
Yaşamda küçük bir kuşun gözlerine hiç bakmayanların çoğunluğunu azaltmanın yolları… Bakabilene…
Reyhan Gazel
Sevgi dediğimiz şey, belki de yaşamı küçük bir kuşun gözleriyle görebilmenin hafifletilmiş tadını almaktır.
Bu öyle bir hafifliktir ki, yaşamın olanca ağırlığı karşısında küçük bir kuş yüreğiyle ama her şeyin üzerinde…
Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşa belki de imrenerek, onun gibi usulca yanaşarak, aniden kaçışı da anlatır, sıkça yapamayacağımız bir güzellikte…
Bu öyle bir hafifliktir ki, her şeye rağmen dimdik durabilmeyi, yüreğin içine koyduğu küçük ama derin bir hissi de yaşatarak…
Bu öyle bir hafifliktir ki, en ağır eşyayı bile kaldırırken, tüm ağırlığın yüreğin dışına verilmesini anlatır… Can acıtmadan…
Bu öyle bir hafifliktir ki, yürekli bir bakışın tüm sırlarını anlatan küçük bir kuştan öğrenilecek onca güzelliği söyletir… Rahatlatarak…
Bu öyle bir hafifliktir ki, tenimizin üzerine konan bir sinekten bile, yaşama dair epeyce bir nasihat verebilecek kadar derinlikleri anlatır… Doğaya âşık ederek…
Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun kanatlarının kıpırtısını derinlerden yaşayarak, yaşama büyük bir rüzgârla savrulmasını getirir. Her yürekliye…
Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun yaşamdan kaçışını değil, uzaktan yüreklice bakabilmenin tadını verir. Her kuş görene…
Bu öyle bir hafifliktir ki, bir kuşun gözlerinden bile, yaşamı yine yaşamın içinden bir bakışla sakince anlayabilmeyi getirir. Her bakışta…
Bu öyle bir hafifliktir ki, küçük bir kuşun gözleriyle görebildiği tüm yürekleri sevebilmeyi anlatır. Kendi yüreğinin dışındaki yürekleri de görerek…
Bu öyle bir hafifliktir ki, yaşama yukarıdan ama kapsayıcı bir olgunlukla katılabilmeyi sağlar. Her yüreksize inat…
Küçük bir kuşun gözlerinde yaşamı görebilmenin tadını alanlar bir daha mutsuz olmazlar. Küçük bir kuştan öğrendikleri yaşama bakışı hiç unutmazlar. Çünkü mutluluğu tadanlar bir daha mutsuzluğa meyil etmezler. Nasıl etsinler ki?
Yaşamın tüm genişliklerini küçük bir kuşun gözleri kıvamıyla görebilenler, tüm yaşamı keşfedebildiklerinden, yürekleri onca güzelliğin içinde ışıl ışıldır. Başka nasıl olsun ki?
Küçük bir kuşun gözlerini bile görebilenler yaşamı görebildiklerinden, her şeyin farkındadırlar. Bu fark etme durumunda, yüreklice ortaya çıkabildikleri an yüreksizleri de çağırırlar. Ama yüreklerini, küçük bir kuşun gözlerinin içine hapsedemeyecek kadar tanımayanlar, yüreklerinin ışıltısına da engel olurlar. Sahipsiz bırakırlar. Bir başına yaşamasını isterler. Oysaki tüm yürekler birbirine hasret gözlerle, kaçmadan, beklemeyi bilerek yaşamayı özlerler. Bu yaşama şeklini ararlar, bulduklarında mutlu da olurlar. Nasıl olmasınlar ki?
Sevgi denilen, küçük bir kuşun gözlerinde bulunan mıdır? O gözlerdeki ışıltıyı görebilmek midir? Işıltının arkasından bakabilmek midir? Başka olabilir mi?
Yaşamda küçük bir kuşun gözlerine hiç bakmayanların çoğunluğunu azaltmanın yolları… Bakabilene…
Reyhan Gazel
9 Haziran 2013 Pazar
Gökkuşağının Altındakiler
Her yağmur ardından gökkuşağını getirir. Altından geçmek için insanlar koştursun diye. Gökkuşağının altından geçenlerin tüm dileklerinin kabulünün varsayılmasıdır koşturmacanın nedeni. Gökkuşağını daha yakından görmek için değil.
Oysa ki gökkuşağı büyük bir doğa harikasıdır, tüm dileklerin kabulü için altından geçilmek istenmesi onun kendi değerini azaltmaz.
Tüm dileklerin kabulü için doğa harikasının altından geçmenin gerekliliği güzel bir aldatmacadır aslında. Bu işi becerebilmenin zorluğu, hatta çoğunlukla imkansızlığı bir mesaj veriyor olsa gerek. Görebilene…
Tüm dileklerimizin kabülü için sadece doğa harikasının altından geçmenin yetmeyeceği aşıkardır anlayana… Yaşamda hiçbir isteğin çabalamadan gelmediğini, gerçekleşmediğini bilenler için…”Gökkuşağı bul, altından geç ve isteklerine kavuş” düşüncesi gökkuşağı bulmanın zorluğu bir yana, altından geçebilmenin de zorluğunu anlatır. Tüm dileklerimizin gerçekleşebilmesinin zorluğunu anlatırcasına…
Bir şeyi başarabilmek için epeyce uğraşmak gerekir. Ter dökmek, zaman zaman koşturmak, inmek, çıkmak, yorulmamak…Tıpkı gökkuşağının altından geçmek istenirken verilen çaba gibi…Belki bir provadır, yaşamdaki isteklerimizin gerçekleşebilmesini kolaylaştırmak için. Kim bilir?
Doğa yağmurla temizlenirken, sokaklar, çiçekler, kuşlar, ağaçlar, evler, çatılar…Ardından doğanın başına taç takılır. Tertemiz, mis gibi, insana yaşam enerjisi veren renkleriyle. Bu renkler sıradan renkler de değildir, birbiri ardına göze hoş gelen, cıvıl cıvıl, mutluluk veren renklerin birlikteliği. Altından geçmek istemek yürek ister, yüreği olana… O güzelliğe yaklaştıkça gözleri kamaştırdığından…Tıpkı dileklerimize yakınlaştığımızda yaşadığımız gibi…
Doğanın tacı gökkuşağı, bu yazıyı okuyanların başında olsun
Reyhan Gazel
Oysa ki gökkuşağı büyük bir doğa harikasıdır, tüm dileklerin kabulü için altından geçilmek istenmesi onun kendi değerini azaltmaz.
Tüm dileklerin kabulü için doğa harikasının altından geçmenin gerekliliği güzel bir aldatmacadır aslında. Bu işi becerebilmenin zorluğu, hatta çoğunlukla imkansızlığı bir mesaj veriyor olsa gerek. Görebilene…
Tüm dileklerimizin kabülü için sadece doğa harikasının altından geçmenin yetmeyeceği aşıkardır anlayana… Yaşamda hiçbir isteğin çabalamadan gelmediğini, gerçekleşmediğini bilenler için…”Gökkuşağı bul, altından geç ve isteklerine kavuş” düşüncesi gökkuşağı bulmanın zorluğu bir yana, altından geçebilmenin de zorluğunu anlatır. Tüm dileklerimizin gerçekleşebilmesinin zorluğunu anlatırcasına…
Bir şeyi başarabilmek için epeyce uğraşmak gerekir. Ter dökmek, zaman zaman koşturmak, inmek, çıkmak, yorulmamak…Tıpkı gökkuşağının altından geçmek istenirken verilen çaba gibi…Belki bir provadır, yaşamdaki isteklerimizin gerçekleşebilmesini kolaylaştırmak için. Kim bilir?
Doğa yağmurla temizlenirken, sokaklar, çiçekler, kuşlar, ağaçlar, evler, çatılar…Ardından doğanın başına taç takılır. Tertemiz, mis gibi, insana yaşam enerjisi veren renkleriyle. Bu renkler sıradan renkler de değildir, birbiri ardına göze hoş gelen, cıvıl cıvıl, mutluluk veren renklerin birlikteliği. Altından geçmek istemek yürek ister, yüreği olana… O güzelliğe yaklaştıkça gözleri kamaştırdığından…Tıpkı dileklerimize yakınlaştığımızda yaşadığımız gibi…
Doğanın tacı gökkuşağı, bu yazıyı okuyanların başında olsun
Reyhan Gazel
26 Mayıs 2013 Pazar
YAZILARDAN KISA KISA...
Yürek nedir?
Kimse “kendi”sini kirli düşünmez, her yaptığının hesabını
varlık anlayışı ile şeytanın da verdiği çılgın akıllarla verir. Katiller bile
savunma yapabildiğine göre…
Sağ gösterip sol vuran yumruklar gibidir bazen sözlerim…
İçeriğinde “kendi” yürek anlayışımla birlikte pek hoş durur kelimeler. “Ak”la
giren anlam, katillerden çıkar. Var mı itirazı olan?
---------------------
Belki bir çocuk çığlığının duyulmaz olduğu an, belki bir
delikanlının sessizce beklediği, belki de gülümseyen bir yüreğin sessizliği…
İner derinlere bilinmeyen görünmeze… Yüreğin sessiz gülümsemesi nerede
“dur”duğunu anlatsa da bu sessizlik çığlığının duyulmadığı da bilinebilir.
--------------
Bol metafor olan yazıları okumak kolaydır da okuyan yazarın
vurgusunun bütünleştirdiği anlamı çözmüşse… Bu yazı da bol metaforun değil
derin anlamdaki metaforun/ların kullanıldığı bir yazı olarak tarihe geçmese de
yüreklere kazınır belki bir gün…
Kim hangi “kapı”yı biliyorsa “hep” öyle yaşar; anlarım. Tüm mesele başka
paradigmalardaki “kapı” yı anlatmaktan öte bir mesele… Hakikati bilip bilmemek…
Değerlerini kendi bildiği gibi yaşayanların başka değerlere olan bilmezliğidir
bizi hakikat “kapı”sında “dur”akta bekleten; ilerlerken…
“Hiç” i bilerek “can”a
ulaşmanın derin insani kaygısıdır bizi dillendiren yine, yeni…
Tam da bu nedenle “can” ı alanları anlayamam. Eee siz
anlıyor musunuz?
Bir “can” ı parçalayarak almayı anlayabiliyor musunuz? Eee
cevap?
Kimsin ki!
-----------------
Biz” bildik ki “insan can”dır. İçinde yürek taşır. Yürekte
“kendi”ni… Herkesin “kendi” vardır. Bilmeyenler “kendi”nin içindeki “hiç” i
parçaladı.
----------------------------
“En” çabası bizi derinlere götüren bir çaba olarak yürekteki
“boş”lukları doldururken, “en” çabalı eylemlerin doğru olmaya da bileceği
savını unutmamız an meselesi olarak yürek tarihindeki yerini alır. Bu tarih,
insanın kendi tarihinden öte bir tarih olmaya da bilir, yine biliriz ki
insanların tarihi toplumların tarihidir.
-------------------------------
Hani dil oyunundan çok kavram oyunu gibidir bazı mesajlar,
anlayabilenlerle yola devam ederek; keyifle…
Kıyının denizin kenarı olduğunu düşünenlerle başka yazılarda
buluşma niyetim gündemimde olmasa da…
------------------------
Gün bugündür ey dost… “Hiç” olmaya “var” mısın?
Yaşam tefekkürünün doruklarında yaşarken aslında nefes
almaktan öte bir ontolojik çözülme… Çözülen her bir hücrenin daha da
bölünemezliği sararken aklı, yürek gülümsemesin de ne yapsın?
Dünyada ahireti görebilenlerin azlığı yorsa da yüreği, “hiç”
yolunda kaybolan yürek hakikati görmesin de ne yapsın?
Milyonlarca acının
orta yerinde, var oluşun getirisi olan “var”ım imgesi sararken ne de keyifliydi
insanoğlu aslında. “San” ki “var”!
--------------------------------
Konuşur gibi yazmak, yazar gibi konuşmak… Aralarında ciddi
bir ifade ayrımı var gibi görünse de iki “şekil” de dinlettirir. Sonuçta
konuşur gibi yazmak okura sıcak gelir bir nefes eşliğinde hissinde…
Biliriz ki…
Eğer “var” olma kaygımız var ise “hiç” yolcuları kalmasın… “Hiç”
yolunda asıl varlığa açılan büyük “kapı”nın önünde kuyruk da yok. “Zil”i
duyanların azlığı söyletti yine.
----------------------------------
Karanlıkların bile aydınlığı çağrıştığını bilmeyenlere tek laf etmeden “Hiç” elim.
Kelimelerle oynamayı seviyorum . Üzerinde oynadığım kelimelere ” kendimce” anlam yüklemeyi daha çok seviyorum. Hele bir de yüklediğim anlamı çözen akıllar olunca mutluluk yüreğime sımsıkı yerleşiyor. Çünkü biliyorum ki sonsuz güç aslında uzaklarda bir yerlerde değil; içimizde. İçimizin en ucra sadece bizim ulaşabileceğimiz derinlerinde. İstersek kullanabileceğimiz, istemezsek “hiç” ilişmeyeceğimiz… Farkında olmayanlar zaten burada olmadığından rahat yazıyorum.
Reyhan Gazel
20 Mayıs 2013 Pazartesi
KIZILCIK ŞERBETİ
“Kapımın önünden geçme, dayanamam. Diller neyler de, anlayamam. Anlayamadığım diller, su olup aksa da bilemem, sensiz olmayı hiç bilemem.”
“Gittiğin o kapıdan ardına bakmadan, ne bıraktım bile demeden, gidişin son, kalışın baş olur.“
“Silik anıların tekrarı yüreğimi sararken, canlı yaşananlar yüreğimin kapısında dururken, bir sen bilsen de; bilsen ne olur, bilmesen ne olur?”
“İçtiğim kızılcık şerbeti, kan gibi kırmızı. Yüreğim ok gibi dimdik, eşyalar bir başına…”
Sevgiyi, kızılcık şerbeti gibi kırmızı yaşayanlar, Semih ya da sevdiğini düşündüğü kız gibi kırmızıyı son kez bedende görenler, kırmızının yürekten aktığını bilmeyenler…
Yaşamın çıkışının sevgi olduğunu, düşünmeyenler, duyanlar, duymayanlar, duysa da aldırmayanlar…
Sevgiyi yürekte değil, tanımadıkları bir insanda arayanlar, tanıyınca yüreğini tamamen kapatanlar, kapalı yürekle yaşamaya çalışanlar, yaşamaya çalışınca yaşamdan olanlar…
Gözlerinin feri sönenler, sönmüş feri muma benzetip, tekrar yakmaya çalışanlar, bir kibritle yüreği ısıtmaya çalışanlar…
Küsmüş yüreğin içinde sevgi taşıyanlar, yüreğindeki sevginin büyüklüğü ile övünenler, övündüğü sevgi ile övünülecek işler yapanlar…
Herkesi sevdiğini söyleyenler, kimseyi sevdiğini söylemeyenler, herkesi sevse de sevmiyormuş gibi yapanlar, kimseyi sevmeyip de seviyormuş gibi yapanlar…
Gördükleriyle yaşayanlar, nefes alarak ‘yaşadığını’ düşünenler, yaşamın içini göremeyenler, görse de anlamayanlar…
Küçük bir çiçeğin sevgisi ile ayakta kalanları görmeyenler, görse de gülenler, gülerken düşünmeyenler…
“Sevgisiz yüreğin boş bir camdan oluştuğunu göremeyecek kadar darda, sıkıntılı bedenlerle yolda, bitmeyen düşüncelerle ayakta, dimdik dururken yatakta, bir bakmışsınız ki öteki dünyada…”
Allah hepinizi ıslah etsin; daha ne deyim?
Reyhan Gazel
21 Nisan 2013 Pazar
Yüreklerin Solduğu Akşam
Yüreğin solduğu akşam neler yaşanır düşündünüz mü? Dil susar, gözler bakar ama görmez, zaman duramaz, kalp çarpırtı içinde, isyanda… Eller sımsıkı kenetli, kalabalık içinde yalnızlık….
Dillerin susması uzun sürmez, birden zamanın aktığı ve geri getirmediği anların hatıralara gelmesi ile dilin isyanı da başlar. Kalp çarpırtısı iyice hızlanır, eller daha bir sıkılır, kalabalık içinde yalnızlık daha da artar, gözler görmeye başlar ne gördüğünü bilemeden, zaman hala durmuyor…
Bağırtılar birbirini kovalar dil açıldıkça, gözler telaşa kapılır daha uzağı görmek için, kalp çarpıntıdan öte yerinden çıkacak kadar darda çırpınır, eller yumruk durumunda morarmış, yalnızlık yerine birlik, beraberlik, zaman hala durmuyor…
Yüreklerin isyanı dilleri sararak ilerlerken ötelere, kalp yorulur iyice, eller renk değiştirip kasıldıkça, gözlerden yaşlar da dökülür bir taraftan, zamanın hala durmadığını bildiğinden…
Yürek acısı bu, yorgunluğu bu, solan yüreğin ardından yakarış bu, zaman dinler mi kimseyi? Yalnızlık yerini kalabalıklara bırakırken kalp bitiktir artık, yürek yanık, solmuş yüreğin ardından.
Solan yürek, solmadan hemen önce canlıdır, diridir, kalp rahattır, eller olması gereken renkte… Solunca yürek yerine gelmeyen tüm istekler kalmıştır ardında, yanı başında, yüreğinin kapalı bölümünde, eller arasında….Gözler… Ya gözler… Görüyor her bir yanı hep göreceği savıyla. Solunca yürek biter tüm yaşanmışlar, yaşanacaklar, yaşanılması beklenenler, hemen ardından. Zaman hala durmuyor, durmayacak.
Beklenen her neyse geridedir, zamanın geride bıraktığı yerde. Ardından diğer yürekleri solduracağını bilemeden…Gözlerin göremeyeceğini göremeden, ellerin eskisi gibi olamayacağını düşünemeden…Beklenenleri ardında bıraktığını anlayamadan…Zaman hala durmuyor, durmayacak, durmadı da.
Zaman durmasa da gerideki yürekler, yürek olmaz bir süre. Durur, solar, titrer, eskisi gibi yürekler arası geçişler geridedir… Eller sıkıdır, titrer, can acıtır sıkılığı, diller ya hep konuşur ya hiç konuşmaz, ortası olmaz. Kalp bir çarpar, bir çarpmaz, seyrinde kalmaz, yorgundur insanı oluşturan her bir milim.
Zaman hala durmuyor, durmayacak, durmadı, duramaz… Ama alışılacak, çaresizce yeni zamana tüm solan yüreklerin ardındakiler. Zamana dur diyemeden…
Tüm göçüp gidenlerin ardındakilere…
Reyhan Gazel
Dillerin susması uzun sürmez, birden zamanın aktığı ve geri getirmediği anların hatıralara gelmesi ile dilin isyanı da başlar. Kalp çarpırtısı iyice hızlanır, eller daha bir sıkılır, kalabalık içinde yalnızlık daha da artar, gözler görmeye başlar ne gördüğünü bilemeden, zaman hala durmuyor…
Bağırtılar birbirini kovalar dil açıldıkça, gözler telaşa kapılır daha uzağı görmek için, kalp çarpıntıdan öte yerinden çıkacak kadar darda çırpınır, eller yumruk durumunda morarmış, yalnızlık yerine birlik, beraberlik, zaman hala durmuyor…
Yüreklerin isyanı dilleri sararak ilerlerken ötelere, kalp yorulur iyice, eller renk değiştirip kasıldıkça, gözlerden yaşlar da dökülür bir taraftan, zamanın hala durmadığını bildiğinden…
Yürek acısı bu, yorgunluğu bu, solan yüreğin ardından yakarış bu, zaman dinler mi kimseyi? Yalnızlık yerini kalabalıklara bırakırken kalp bitiktir artık, yürek yanık, solmuş yüreğin ardından.
Solan yürek, solmadan hemen önce canlıdır, diridir, kalp rahattır, eller olması gereken renkte… Solunca yürek yerine gelmeyen tüm istekler kalmıştır ardında, yanı başında, yüreğinin kapalı bölümünde, eller arasında….Gözler… Ya gözler… Görüyor her bir yanı hep göreceği savıyla. Solunca yürek biter tüm yaşanmışlar, yaşanacaklar, yaşanılması beklenenler, hemen ardından. Zaman hala durmuyor, durmayacak.
Beklenen her neyse geridedir, zamanın geride bıraktığı yerde. Ardından diğer yürekleri solduracağını bilemeden…Gözlerin göremeyeceğini göremeden, ellerin eskisi gibi olamayacağını düşünemeden…Beklenenleri ardında bıraktığını anlayamadan…Zaman hala durmuyor, durmayacak, durmadı da.
Zaman durmasa da gerideki yürekler, yürek olmaz bir süre. Durur, solar, titrer, eskisi gibi yürekler arası geçişler geridedir… Eller sıkıdır, titrer, can acıtır sıkılığı, diller ya hep konuşur ya hiç konuşmaz, ortası olmaz. Kalp bir çarpar, bir çarpmaz, seyrinde kalmaz, yorgundur insanı oluşturan her bir milim.
Zaman hala durmuyor, durmayacak, durmadı, duramaz… Ama alışılacak, çaresizce yeni zamana tüm solan yüreklerin ardındakiler. Zamana dur diyemeden…
Tüm göçüp gidenlerin ardındakilere…
Reyhan Gazel
11 Mart 2013 Pazartesi
YÜREK GÜLÜMSETİR
Gülümseten ayrıntıların çokluğu karşısında dik duruşumuzu her zaman koruyamıyoruz. Gülüyoruz. Gülüp geçiyoruz. Gülmeden geçmiyoruz. Geçenlere de gülümsüyoruz.
Gülümseme dolu günlerin azlığı yorsa da, yaşamın derin yüzeyselliği hüzünlü gülümseme şeklinde yerini alıyor. Nasıl almasın ki?
Her an yeni bir ayrıntı, hüzünle karışık, gülümseme ile barışık olarak yerini alırken bilsek de bilmesek de yerleştiriyoruz… Görüntümüze…
Görüntümüzde olanı çoğu zaman fark etmediğimizden, yaşamın hüzünlü ayrıntılarının gülümseme şeklinde yansıdığını bilenler için canlı bir örnek de oluşturuyoruz.
Aslında güldüğümüzü düşünürken, gülmediğimizi görebilenlerle yolumuza devam ederken, yüreğimizdeki hüznü, gülümseme ile karışık yaşama kattığımızı derinlerde bilsek de yüzeydekilerin anlama ihtimali zayıflatıyor direncimizi.
Hüznümüzü gülümsemeye hapsetmediğimizden, derinlerdeki hüzünsüz gülümsemeye doğru yönelmemiz an meselesi sanki…
Yöneldiğimiz evimizin kapısı değil elbetti… Çalan telefonumuz hiç değil… Sanki daha derinlerde bir yerde…
Bu yöneliş yüreğe yöneliştir; anlayana…
Başkasından öte daha yakında olan kendimize yöneliştir.
Başkalarının yürekleriyle kendi yüreğini var etmeye çalışan, hatta bunu yaratılışa ters büyük bir bağımlılıkla yapanlar için ulaşılması en uzak mesafededir… Yürek/Yürekleri…
Kendi yüreğini başkasının yüreğinden uzak görüp kendinden ötelere yönelenlere söyleyecek sözümüz: Kapıya yönelin. Yöneldiğiniz kapıyı açın. Korkmadan açın. Görebiliyor musunuz? Önce kendi yüreğinizi görün. Hatta korkmayın ellerinizi açın ve avucunuzun içine alın…
Hüzünlü gülümsemenin çıktığı yere yönelenler, derinlerdeki hüznü yakından görebilenlerdir. Görebildikleri hüznü gülümseme ile karıştırarak yaşama karışabilenlerdir.
İşte o zaman yürek gülümsetir… Gerçek yürek gülümser. Yansıması hüzünlü gülümseme şeklinde yerini bulur, ne de iyi olur; olgunca.
Reyhan Gazel
Gülümseme dolu günlerin azlığı yorsa da, yaşamın derin yüzeyselliği hüzünlü gülümseme şeklinde yerini alıyor. Nasıl almasın ki?
Her an yeni bir ayrıntı, hüzünle karışık, gülümseme ile barışık olarak yerini alırken bilsek de bilmesek de yerleştiriyoruz… Görüntümüze…
Görüntümüzde olanı çoğu zaman fark etmediğimizden, yaşamın hüzünlü ayrıntılarının gülümseme şeklinde yansıdığını bilenler için canlı bir örnek de oluşturuyoruz.
Aslında güldüğümüzü düşünürken, gülmediğimizi görebilenlerle yolumuza devam ederken, yüreğimizdeki hüznü, gülümseme ile karışık yaşama kattığımızı derinlerde bilsek de yüzeydekilerin anlama ihtimali zayıflatıyor direncimizi.
Hüznümüzü gülümsemeye hapsetmediğimizden, derinlerdeki hüzünsüz gülümsemeye doğru yönelmemiz an meselesi sanki…
Yöneldiğimiz evimizin kapısı değil elbetti… Çalan telefonumuz hiç değil… Sanki daha derinlerde bir yerde…
Bu yöneliş yüreğe yöneliştir; anlayana…
Başkasından öte daha yakında olan kendimize yöneliştir.
Başkalarının yürekleriyle kendi yüreğini var etmeye çalışan, hatta bunu yaratılışa ters büyük bir bağımlılıkla yapanlar için ulaşılması en uzak mesafededir… Yürek/Yürekleri…
Kendi yüreğini başkasının yüreğinden uzak görüp kendinden ötelere yönelenlere söyleyecek sözümüz: Kapıya yönelin. Yöneldiğiniz kapıyı açın. Korkmadan açın. Görebiliyor musunuz? Önce kendi yüreğinizi görün. Hatta korkmayın ellerinizi açın ve avucunuzun içine alın…
Hüzünlü gülümsemenin çıktığı yere yönelenler, derinlerdeki hüznü yakından görebilenlerdir. Görebildikleri hüznü gülümseme ile karıştırarak yaşama karışabilenlerdir.
İşte o zaman yürek gülümsetir… Gerçek yürek gülümser. Yansıması hüzünlü gülümseme şeklinde yerini bulur, ne de iyi olur; olgunca.
Reyhan Gazel
9 Mart 2013 Cumartesi
RAYİHA
Aslında tüm yaşamımız, içerimiz ve dışarımız arasındaki derin ilişkiyle oluşmaz mı? Kardelen gibi, karları, karların ortasında usulca açandır; sevgi… Daha ne olsun?
Sevgi dediğimiz şey, belki de yaşamı küçük bir kuşun gözleriyle görebilmenin hafifletilmiş tadını almaktır.
Öyle bir sevgi istiyorum ki, gökyüzünün tüm yıldızlarını selamlayacak, hepsini ellerime değil, yüreğime konduracak, yüreğime konan yıldızlarla için için dans ettirecek…
Böyle bir sevgi de, akıllardan önce yüreklerin konuştuğu bir sıcaklık, yüreklerden önce akılların konuştuğu bir ustalık…
Doğada gördüğümüz her şeyi yüreklere katacak bir derinlik, insanları en açık haliyle anlatacak bir akıl, kuşların yüreklerini düşünen bir bilinç…
Ne diyelim, otu bile gül gibi gösterecek bir bakış, geceyi gün ortası yapacak bir enerji, akşamları sabah yapacak başlangıç, her yanımı güzel insanlarla dolduracak bir hikmet yolculuğu…
Reyhan Gazel
17 Şubat 2013 Pazar
Sevgi Töreni
Bir an gelir yürek sesi bile duyulmaz olur. Kulakların duymaması bir tarafa,
yürek, ‘yürek’ olduğunu unutur.
Törensel bir düzenekle kendinden çıkan yürek, kendisini bilemeden yaşamaya başlar. Bunu başaran, yürek dışında insana hükmeden bir yapının varlığını anlatır. Beyin, zekâ, akıl… Üçlemesi. Bu üçleme iş başına geçtiğinde olur olanlar. Yüreğe inat yaşananlar, yürekten sevgiyi söküp atarken, sevginin yerine hiç konmaması gereken üçlemeyi koyar.
Tören başlamıştır artık. Hep birlikte aynı şekilde, aynı çizgide, aynı işleyişte… Yaşandığı gibi, bilindiği gibi, istendiği gibi, kabul gördüğü gibi… Gibi, gibi…
Törensel düzenekte yaşanan sevgilerin sıklığı, üçlemenin gücünü anlatıyor gibi görünse de, aslında güçten öte, güçsüzlüğü çağrıştırır. Yürek karşısında işe yaramayacak kadar üstelik. Nasıl yarasın ki?
Gardını alarak bir başına sessizce kenarda tutulan yüreğe ne yapabilir üçleme? Sadece törenden öte… Tören bitince herkes kendi evinde, yüreğiyle baş başa kaldığında üçleme, dörtleme olsa kaç yazar? Üçlemenin hükmü, tören bitimine kadardır.
Yaşantıların içine girdikçe, törensel sevgilerin sıklığını ve istenirliğini gördükçe, sevginin yürekten olmadığı anların, birkaç tören boyu kadar hüküm sürebildiğini bilememek zor olsa gerek. Görülmediğine göre…
Bedeni eline alan üçleme, basit gibi görünen yürekten çıkan küçük bir bakışla devreye girerken, üçleme biter, gider… Nereye? Bize ne?
Yüreklerin sevgiye sahip çıkan kararlılığı, sessiz ve inceden bir çığlığa dönüşürken, üçleme olsa kaç yazar? Tören nasıl olsa bitecektir, hiç bitmeyen tören var mı ki?
Törensel bir düzenekle yaşamaya alışanların, bir gün gelip yüreklerine teslim olduklarında söyleyecek küçük de olsa bir sözün olmayışı da bundandır. Nasıl olsun ki?
Üçlemeyle başlayan sevgilerin sıradanlığı, sıklığıyla paralel gittiğinden, yürek öyle durumlarda ‘yürek’ olduğunu unutmasın da ne yapsın? Unutmasa, üzülecek, gerek var mı, şu kısa yaşamda? Bundan da bize ne? Bize ne mi? Evet bize ne?
Herkes kendi yaşamını yaşar, istediği gibi hem de. Üçleme, dörtleme, beşleme, altılama… Yüzbinmilyonlama… Balıklama… Hop diye. Bazen doğrudan direkleme… bize ne?
Doğruları bilene ne? Yüreklerini unutanların törenlerinden bize ne? Ama sıklıkla karşımıza çıktığından, bazen bize ne denmez. Her yerde, her an…
Birbirini seviyormuş gibi yapanlar, yaptığını sananlar, yapsa da beceremeyenler, ne yaparsa yapsın sevemeyenler… Üçleme, dörtleme, beşleme, balıklama… Canınız kaçlama istiyorsa… Törensiz yaşayamayanlar, törenlerde varlıklarını bulanlar, yüreklerini unutanlar… Tümünden bize ne? Gerçek sevgiyi bilenlere ne?
Gerçek sevginin yüreklerdeki ağırlığını ve gücünü bilenler, mutludur, her an mutludur. Tören olsun olmasın hem de. Yürekler törende olduğundan belki de.
Sayıyoruz; en çok üçleme yapanlar bir adım öne, yalan yok ama en az yapanlar yerinde… Aradakiler canı nereye isterse… Şimdi en öndekiler bir adım sağa, marş marş… Aradakiler ister sağa ister sola, geride kalanlar, yerinde kalmaya devam etsin. Tekrar en öndekiler sağdan devam etsin, gidebildikleri kadar. Aradakiler aynen ne yaparsa yapmaya devam etsin, geridekiler yine yerinde…
Geriye kalan bizdendir. Aradakilerden kalan sağlar da bizimdir. Vermeyiz.
Reyhan Gazel
Törensel bir düzenekle kendinden çıkan yürek, kendisini bilemeden yaşamaya başlar. Bunu başaran, yürek dışında insana hükmeden bir yapının varlığını anlatır. Beyin, zekâ, akıl… Üçlemesi. Bu üçleme iş başına geçtiğinde olur olanlar. Yüreğe inat yaşananlar, yürekten sevgiyi söküp atarken, sevginin yerine hiç konmaması gereken üçlemeyi koyar.
Tören başlamıştır artık. Hep birlikte aynı şekilde, aynı çizgide, aynı işleyişte… Yaşandığı gibi, bilindiği gibi, istendiği gibi, kabul gördüğü gibi… Gibi, gibi…
Törensel düzenekte yaşanan sevgilerin sıklığı, üçlemenin gücünü anlatıyor gibi görünse de, aslında güçten öte, güçsüzlüğü çağrıştırır. Yürek karşısında işe yaramayacak kadar üstelik. Nasıl yarasın ki?
Gardını alarak bir başına sessizce kenarda tutulan yüreğe ne yapabilir üçleme? Sadece törenden öte… Tören bitince herkes kendi evinde, yüreğiyle baş başa kaldığında üçleme, dörtleme olsa kaç yazar? Üçlemenin hükmü, tören bitimine kadardır.
Yaşantıların içine girdikçe, törensel sevgilerin sıklığını ve istenirliğini gördükçe, sevginin yürekten olmadığı anların, birkaç tören boyu kadar hüküm sürebildiğini bilememek zor olsa gerek. Görülmediğine göre…
Bedeni eline alan üçleme, basit gibi görünen yürekten çıkan küçük bir bakışla devreye girerken, üçleme biter, gider… Nereye? Bize ne?
Yüreklerin sevgiye sahip çıkan kararlılığı, sessiz ve inceden bir çığlığa dönüşürken, üçleme olsa kaç yazar? Tören nasıl olsa bitecektir, hiç bitmeyen tören var mı ki?
Törensel bir düzenekle yaşamaya alışanların, bir gün gelip yüreklerine teslim olduklarında söyleyecek küçük de olsa bir sözün olmayışı da bundandır. Nasıl olsun ki?
Üçlemeyle başlayan sevgilerin sıradanlığı, sıklığıyla paralel gittiğinden, yürek öyle durumlarda ‘yürek’ olduğunu unutmasın da ne yapsın? Unutmasa, üzülecek, gerek var mı, şu kısa yaşamda? Bundan da bize ne? Bize ne mi? Evet bize ne?
Herkes kendi yaşamını yaşar, istediği gibi hem de. Üçleme, dörtleme, beşleme, altılama… Yüzbinmilyonlama… Balıklama… Hop diye. Bazen doğrudan direkleme… bize ne?
Doğruları bilene ne? Yüreklerini unutanların törenlerinden bize ne? Ama sıklıkla karşımıza çıktığından, bazen bize ne denmez. Her yerde, her an…
Birbirini seviyormuş gibi yapanlar, yaptığını sananlar, yapsa da beceremeyenler, ne yaparsa yapsın sevemeyenler… Üçleme, dörtleme, beşleme, balıklama… Canınız kaçlama istiyorsa… Törensiz yaşayamayanlar, törenlerde varlıklarını bulanlar, yüreklerini unutanlar… Tümünden bize ne? Gerçek sevgiyi bilenlere ne?
Gerçek sevginin yüreklerdeki ağırlığını ve gücünü bilenler, mutludur, her an mutludur. Tören olsun olmasın hem de. Yürekler törende olduğundan belki de.
Sayıyoruz; en çok üçleme yapanlar bir adım öne, yalan yok ama en az yapanlar yerinde… Aradakiler canı nereye isterse… Şimdi en öndekiler bir adım sağa, marş marş… Aradakiler ister sağa ister sola, geride kalanlar, yerinde kalmaya devam etsin. Tekrar en öndekiler sağdan devam etsin, gidebildikleri kadar. Aradakiler aynen ne yaparsa yapmaya devam etsin, geridekiler yine yerinde…
Geriye kalan bizdendir. Aradakilerden kalan sağlar da bizimdir. Vermeyiz.
Reyhan Gazel
13 Şubat 2013 Çarşamba
Sazandereli Hocam
Hiç aklımda yokken birden aklıma gelir Bilge Hocam... Yazacak yeni yazıya dermanım olmadığından eski bir yazımla anayım... Ruhu şad olsun
Sazandereli Hocam
Akşam olmuş ya da olmamış, olan akşam olmuş da ne olmuş? Kime ne? Güz güllerini göremeyene akşam, sabah, gece, gündüz de ne?
Güzün ortasında açan güllerin güzelliğini görememiş, yaz başı gülleri görmüş kaç yazar? Her kim görmüşse artık.
Kanıtlanamayacak kadar ciddi olan yaşam sezilerini, derinlerde bırakan gözleri görmeyeni kim neyler? Kim neyler de neylemesine, neyleyen nerede eyler?
Bir küçük kuş misali oradan oraya, dallara, çiçeklere, böceklere konan yürekler eylerse mutlaka iyi eyler. Bilene… Sıradan, sakince, yalın…
Çiçekleri yaşamın içine yerleştiremeyen gözler, görse ne olur görmese ne olur? Görebilene…
Var olanı var olmayanla ayıran seziler bilinse, bilinmese, sazandereye gidilse, gidilmese…Giden naptı ki, bilmeyene…
Öylesine, oracıkta… Küçük aralıkta, yaşamdan kopuk…
Sazandere neresi ki, bilene… Boşluk mu, doluluk mu, anlayana… Devam mı tamam mı dercesine yaşama, küçük, inceden bir çalım atar gibi.
Güzün açan güllerin güzelliği, kardelen misali yürekleri yerinden oynatırken, sazanderede ne işin var be hocam. Gidecek yer mi kalmadı? Dereler çağlarken gerçeğin ta orta yerinde üstelik.
Yine de olsun. Git gidebildiğin kadar, nasılsa herkes orada. Orada da olacak. Hep olduğu gibi. Senin dediğin gibi herkes sazandereye bir gün gidecek. Er ya da geç.
Mezar taşında yazdığı gibi sazanderelinin ruhuna Fatiha…
Bize de Ankara’dan sazandereye selam iletmek düşüyor. Buraların puslu havasında neler yok ki ama kime ne? Sazanderedekilere ne?
Hava nasıl oralarda bari onu deyiver mi desem? Demeden başka bir yazıya mı geçsem?
Bilge Karasu Hocamın ruhuna bir Fatiha da bizden olsun…
Reyhan Gazel
10 Şubat 2013 Pazar
"ÖTEKİLER"
Bizim çocuklar, öteki çocuklar… “ Bu ifade açık söylenmese bile maalesef bir çok
insanın beyninin hep bir taraflarında duruyor. Beyinlerdeki “öteki insanlar”
duruşu, çocuklarımızın gerçek taleplerini, haklarını, alması gerekenleri
almasında ciddi sıkıntılara yol açıyor. Öteki olmayan çocuklar için yapılan tüm
uygulamalar, “yapılması gerekeni” yansıtırken, “öteki çocuklar” için yapılanlar,
konuyu kapatma niteliğinden öteye geçemiyor.
Her “öteki çocuk” birisinden bir şey talebinde bulunurken, beyinlerdeki “gerek var mı ki?” duruşlarını yaşamak zorunda kalıyor. Gerek olduğunu anlatmak için verilen ciddi çabaların karşılığı, genellikle yıpranmış yürekler olarak karşımıza çıkıyor. Sokakta gezebilme isteği bile bu duruşla gereksiz olarak karşılanabiliyor. Dahası ne olsun?
Sokakta gezebilmek isteyen her “öteki insan” karşılaştığı her garipsenen bakışla, kendisini kötü bir şey yapmış gibi hissedebiliyor. Dahasını sokağa çıkmamakta buluyor. Çünkü sokağa çıkmadığında sorun da çıkmıyor. Ama yüreğine bunu asla anlatamıyor.
Oysa ki, yaşamın içinde her insanın, öteki olmaktan öte, “bir insan” görülmesi çok mu zor? Farklı yaşantının içinde olmasında ise anlaşılamayacak hiçbir şey yok. Çünkü Allah “Öteki insan” ı öyle yaratmış. Konuşamasa da, yürüyemese de, işitemese de bu “öteki insan” ın kendi isteğiyle yaşantısına girmemiş. Ya böyle doğmuş ya bir gün böyle yaşamak zorunda kalmış…
Elinde olmayan, kendi yaratılmış haliyle yaşama tutunmaya çalışan her bir “öteki”, her an cezalıymış gibi yaşamak zorunda kalıyor. Toplum ona bu durumu uygun gördüğü için, cezalı olmadığını anlatamıyor. Dinlenmediği için, görülmediği için, kimse neler yaşadığını anlamayı seçmiyor. Herkesin anlayacak o kadar işinin arasında galiba “bir insanı” anlamanın yeri yok diye düşünmek gerek. Çünkü her an yaşanan gerçeklerden bahsediyoruz.
Elini kullanamayan, elini kullanamadan yaşamak zorunda kalan bir insanın “elleri olmadan” nasıl yaşayabildiğini kimse düşünmek bile istemiyor. Düşünmek bir tarafa bir insanın elinin olmadığı durumda yaşamak zorunda kaldığı toplumsal sıkıntılarının çözümünü de çözümsüzleştiriyorlar. Bari onu yapmayın demek gerek burada. Görmüyorsunuz bari engel olmayın da ellerinin yerine başka organlarıyla yaşayabilsin insanlar.
Yaradana inat yapılanlar, Yaradana rağmen yapılanlar… Tüm bunların özeti bu aslında. Başka söze ne hacet.
Reyhan Gazel
Her “öteki çocuk” birisinden bir şey talebinde bulunurken, beyinlerdeki “gerek var mı ki?” duruşlarını yaşamak zorunda kalıyor. Gerek olduğunu anlatmak için verilen ciddi çabaların karşılığı, genellikle yıpranmış yürekler olarak karşımıza çıkıyor. Sokakta gezebilme isteği bile bu duruşla gereksiz olarak karşılanabiliyor. Dahası ne olsun?
Sokakta gezebilmek isteyen her “öteki insan” karşılaştığı her garipsenen bakışla, kendisini kötü bir şey yapmış gibi hissedebiliyor. Dahasını sokağa çıkmamakta buluyor. Çünkü sokağa çıkmadığında sorun da çıkmıyor. Ama yüreğine bunu asla anlatamıyor.
Oysa ki, yaşamın içinde her insanın, öteki olmaktan öte, “bir insan” görülmesi çok mu zor? Farklı yaşantının içinde olmasında ise anlaşılamayacak hiçbir şey yok. Çünkü Allah “Öteki insan” ı öyle yaratmış. Konuşamasa da, yürüyemese de, işitemese de bu “öteki insan” ın kendi isteğiyle yaşantısına girmemiş. Ya böyle doğmuş ya bir gün böyle yaşamak zorunda kalmış…
Elinde olmayan, kendi yaratılmış haliyle yaşama tutunmaya çalışan her bir “öteki”, her an cezalıymış gibi yaşamak zorunda kalıyor. Toplum ona bu durumu uygun gördüğü için, cezalı olmadığını anlatamıyor. Dinlenmediği için, görülmediği için, kimse neler yaşadığını anlamayı seçmiyor. Herkesin anlayacak o kadar işinin arasında galiba “bir insanı” anlamanın yeri yok diye düşünmek gerek. Çünkü her an yaşanan gerçeklerden bahsediyoruz.
Elini kullanamayan, elini kullanamadan yaşamak zorunda kalan bir insanın “elleri olmadan” nasıl yaşayabildiğini kimse düşünmek bile istemiyor. Düşünmek bir tarafa bir insanın elinin olmadığı durumda yaşamak zorunda kaldığı toplumsal sıkıntılarının çözümünü de çözümsüzleştiriyorlar. Bari onu yapmayın demek gerek burada. Görmüyorsunuz bari engel olmayın da ellerinin yerine başka organlarıyla yaşayabilsin insanlar.
Yaradana inat yapılanlar, Yaradana rağmen yapılanlar… Tüm bunların özeti bu aslında. Başka söze ne hacet.
Reyhan Gazel
7 Şubat 2013 Perşembe
Medya Aracılığı ile Toplumsal Angoisse
Angoısse, sıkıntı, psişik ya da fiziksel bir huzursuzluktur. Psikolojik olarak
paniğe kadar varabilecek bir güvensizlik durumu olarak yaşamın içine yerleşir.
“Angoısse” durumunu hisseden insan, bu durumun nedenini bilemez. Sadece sonuçlarını yaşar. Yanı başındaki insan da aynı durumdaysa, bir başkası da, öteki insan da, beriki de… Toplumsal angoısse başlamıştır artık. Bu sonucu ortaya çıkaranların kalitesi, şiddeti, faktör sayısı sonucun da akıbetini belirler.
Türkiye son yıllarda ciddi bir toplumsal “angoısse” durumunda. Sokaklarda bile rahatça yürüyemeyecek kadar sıkıntılı, yüzü gülemeyen, huzursuz insanların çokluğu bana bunları yazdırıyor. Açlıktan ölmek üzere olan Afrikalı bir çocuğun görüntüsünü ağlayarak izleyen insanlarımızın, çoğu çocuk ve kadın binlerce insanın gökyüzünden bombalanmasını havai fişek gösterisi gibi izlemesi bunun en büyük sonucudur. “Ölüm” gibi gerçek bir olgunun “medya gösterisi” ne dönüşmesine izin verebilecek kadar mı huzursuzuz? Ne oldu da ölümü bile tepkisiz, biraz şaşkın, belki de zevkle izleyebildik?
Yoksa yaşadığımızı düşündüğüm toplumsal “angoısse”, bizi “gösteri toplumu”na mı dönüştürdü?
Yoksa, medyanın tüm zihinleri felç eden bir etkisiyle mi karşı karşıyayız? Yanılıyor olabilir miyim?
Zihinleri felç ettiğini düşündüğüm bu etki, medyanın taktik gerekçelerle, güçlü seçkin kişilerle yarattığı bir ortaklıktır. Bu ortaklık doğal olarak, seçkinlerin çıkarlarını korumak üzerine kurulmuştur. Bu noktanın görülememesi için zihinsel felç etkisine yani toplumsal “angoısse” ye ihtiyaç olduğu açıktır.
Etkisizleştirilmiş insanlar doğal olarak, incir çekirdeği misali küçük sıkıntıları tartışarak yaşarken, söz konusu ortaklık başarıya kadeh kaldırmaya başlamıştır bile. Herkes kendi iç huzursuzluğu ile yaşarken ortaklıkla ilgili bir sorun görmez, yaşamaz, dile bile getirmez.
Daha öte sonuç, yaşadığımız ve yaşayacağımız gelecektir. Bundan kaçış yok. Her şeyin gösteriyle sergilendiği, özel yaşamların toplumsal sorun gibi zihinlerimize yerleştirildiği ve iç huzurumuzu unutturan ortaklık, medya ile evlerimizin içine girerken bize de “günaydın yeşil ovalar, güzel insanlar, bir selam da benden olsun” gibi içerikten yoksun, huzursuzluğu gideremeyen bir gerçek kalır.
Sevgiyle ve "agroısse"den uzak bir yaşam dileklerimle...
Reyhan Gazel
“Angoısse” durumunu hisseden insan, bu durumun nedenini bilemez. Sadece sonuçlarını yaşar. Yanı başındaki insan da aynı durumdaysa, bir başkası da, öteki insan da, beriki de… Toplumsal angoısse başlamıştır artık. Bu sonucu ortaya çıkaranların kalitesi, şiddeti, faktör sayısı sonucun da akıbetini belirler.
Türkiye son yıllarda ciddi bir toplumsal “angoısse” durumunda. Sokaklarda bile rahatça yürüyemeyecek kadar sıkıntılı, yüzü gülemeyen, huzursuz insanların çokluğu bana bunları yazdırıyor. Açlıktan ölmek üzere olan Afrikalı bir çocuğun görüntüsünü ağlayarak izleyen insanlarımızın, çoğu çocuk ve kadın binlerce insanın gökyüzünden bombalanmasını havai fişek gösterisi gibi izlemesi bunun en büyük sonucudur. “Ölüm” gibi gerçek bir olgunun “medya gösterisi” ne dönüşmesine izin verebilecek kadar mı huzursuzuz? Ne oldu da ölümü bile tepkisiz, biraz şaşkın, belki de zevkle izleyebildik?
Yoksa yaşadığımızı düşündüğüm toplumsal “angoısse”, bizi “gösteri toplumu”na mı dönüştürdü?
Yoksa, medyanın tüm zihinleri felç eden bir etkisiyle mi karşı karşıyayız? Yanılıyor olabilir miyim?
Zihinleri felç ettiğini düşündüğüm bu etki, medyanın taktik gerekçelerle, güçlü seçkin kişilerle yarattığı bir ortaklıktır. Bu ortaklık doğal olarak, seçkinlerin çıkarlarını korumak üzerine kurulmuştur. Bu noktanın görülememesi için zihinsel felç etkisine yani toplumsal “angoısse” ye ihtiyaç olduğu açıktır.
Etkisizleştirilmiş insanlar doğal olarak, incir çekirdeği misali küçük sıkıntıları tartışarak yaşarken, söz konusu ortaklık başarıya kadeh kaldırmaya başlamıştır bile. Herkes kendi iç huzursuzluğu ile yaşarken ortaklıkla ilgili bir sorun görmez, yaşamaz, dile bile getirmez.
Daha öte sonuç, yaşadığımız ve yaşayacağımız gelecektir. Bundan kaçış yok. Her şeyin gösteriyle sergilendiği, özel yaşamların toplumsal sorun gibi zihinlerimize yerleştirildiği ve iç huzurumuzu unutturan ortaklık, medya ile evlerimizin içine girerken bize de “günaydın yeşil ovalar, güzel insanlar, bir selam da benden olsun” gibi içerikten yoksun, huzursuzluğu gideremeyen bir gerçek kalır.
Sevgiyle ve "agroısse"den uzak bir yaşam dileklerimle...
Reyhan Gazel
6 Şubat 2013 Çarşamba
SIĞINTI YAŞAMLAR
Sığınılacak bir limanda olabilme ihtimali bile rahatlatır herkesi. Sığınmanın
tadını bilenlere… Sığınarak yaşamayı isteyenlere, sığınılacak birini görebilene,
bulabilene. Kendini unutarak, sığınma isteğini aklında yaşatarak.
Sığıntı kelimesinden rahatsız olanlar arasında bile çok rastlanır, sığınma isteği. Sığınılan kişi sanki kendi gibi kişi değilmiş gibi. Sığınılacak kişinin kendinden farkı varmış gibi, kendini ihmal ederek sığındığını bilmiyormuş gibi… Garip
Herkesin aynı yürekle doğduğunu bilmeyenlerdir sığınma isteği duyanlar. Aynı yüreği daha sıkı yapabilmek için uğraş vermeyenlerdir bu insanlar. Nedenini bilmek acı verir yüreği sağlamlara. Yüreği sağlamlar, sığınılacak kişi olabilmek için değil, kendileri için uğraş verdiklerinden… anlayamazlar.
Sığıntı kelimesinin kulakları tırmalayan duruşu, yaşamın içinde sığınanları rahatsız etmez. Belki çaresizlikten belki kolaya kaçmaktan. Kendileri ile uğraşmadıklarından. İnsanın kendisi ile uğraşmasının zorluğunu bilmekten…
Bilinmez, gerçek neden söylenmediğinden… Ama anlaşılır.
Yürek üzerine onca yazıdan sonra hala başarı, başarısızlık konuşmalarının etrafımızda yapılıyor olması, sığınılarak çözüm aranması garipliğin en büyüğü benim gözümde. Uğraş vermeden elde edilmeye çalışılanlara ulaşmanın en kolay yolunun sığınmaktan geçtiğini bildiğimden… Anlayamam, anlayamadım da.
Sığınılacak limanların her zaman etrafımızda olma ihtimali vardır, inkar edilemez. Zorda kaldıkça sığınılır, bunu da bilirim. Ama sürekli de sığıntı gibi yaşanmaz, bunu daha iyi bilirim. Alışkanlığa dönüşmesidir kızdığım, yaşama, yüreğe rağmen…
Kendimiz olarak ayakta kalabilmenin güzelliği yüreklerde kendini bulur, bulabilene. Gizli de değildir, anlayabilene. Kendi gücünü kendi var edenlere sığınmanın kolaylığı sarmamalı yürekleri, yaşantıyı…
Aramak zordur diyenlere inat, kolaydır, daha kolay. Sığınmanın getirdiği yükten daha anlamlı.
Yaza yaza bahar geldi, kışı da bekleriz… Yeter ki yürekler sığınmasın başka yüreklere.
İşimiz ne?
Sığınmayı alışkanlık haline getirmeyenlere küçük bir hediye…
Reyhan Gazel
Sığıntı kelimesinden rahatsız olanlar arasında bile çok rastlanır, sığınma isteği. Sığınılan kişi sanki kendi gibi kişi değilmiş gibi. Sığınılacak kişinin kendinden farkı varmış gibi, kendini ihmal ederek sığındığını bilmiyormuş gibi… Garip
Herkesin aynı yürekle doğduğunu bilmeyenlerdir sığınma isteği duyanlar. Aynı yüreği daha sıkı yapabilmek için uğraş vermeyenlerdir bu insanlar. Nedenini bilmek acı verir yüreği sağlamlara. Yüreği sağlamlar, sığınılacak kişi olabilmek için değil, kendileri için uğraş verdiklerinden… anlayamazlar.
Sığıntı kelimesinin kulakları tırmalayan duruşu, yaşamın içinde sığınanları rahatsız etmez. Belki çaresizlikten belki kolaya kaçmaktan. Kendileri ile uğraşmadıklarından. İnsanın kendisi ile uğraşmasının zorluğunu bilmekten…
Bilinmez, gerçek neden söylenmediğinden… Ama anlaşılır.
Yürek üzerine onca yazıdan sonra hala başarı, başarısızlık konuşmalarının etrafımızda yapılıyor olması, sığınılarak çözüm aranması garipliğin en büyüğü benim gözümde. Uğraş vermeden elde edilmeye çalışılanlara ulaşmanın en kolay yolunun sığınmaktan geçtiğini bildiğimden… Anlayamam, anlayamadım da.
Sığınılacak limanların her zaman etrafımızda olma ihtimali vardır, inkar edilemez. Zorda kaldıkça sığınılır, bunu da bilirim. Ama sürekli de sığıntı gibi yaşanmaz, bunu daha iyi bilirim. Alışkanlığa dönüşmesidir kızdığım, yaşama, yüreğe rağmen…
Kendimiz olarak ayakta kalabilmenin güzelliği yüreklerde kendini bulur, bulabilene. Gizli de değildir, anlayabilene. Kendi gücünü kendi var edenlere sığınmanın kolaylığı sarmamalı yürekleri, yaşantıyı…
Aramak zordur diyenlere inat, kolaydır, daha kolay. Sığınmanın getirdiği yükten daha anlamlı.
Yaza yaza bahar geldi, kışı da bekleriz… Yeter ki yürekler sığınmasın başka yüreklere.
İşimiz ne?
Sığınmayı alışkanlık haline getirmeyenlere küçük bir hediye…
Reyhan Gazel
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
ANLAMAYANLARA NOTLAR Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...

-
Sevgili Dostlar, Dr. Cem Kınacı'yı otizimle bir şekilde ilgilenen hemen herkes tanıyor. Otizmin yaşamımızdan gitmesi için verdiği çaba i...
-
Yıllar, yıllar önce bir şarkı vardı; "Denizleri aşta gel kurbanın olam… Kurtar beni buralardan…" 20’li yaşların başlarında ve âş...
-
Gül Reyhan Gazel’in “Yaşam herkese gülsün” ilkesiyle ele aldığı “Yürek Felsefesi” adlı kitabı okurlarıyla buluştu ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Yaz...