Kelimeler ne kadar renkliydi o fotoğrafta… Sanki dans
ediyordu her biri. Bir yandan nokta bir yandan virgülle salsa pek de anlamlı
durmuyordu horondan sonra. Yine de denemeye değerdi. Deniyordu da.
Bir anda halay başladı. Sürekli hızlanıyordu… Hızlandıkça virgül yerini üç noktaya bırakarak
sırasını bekliyordu. Bu sırada ünlem de halayın hızına yetişebilmek için yeni
bir duyguyu anlatan nokta ile yan yana gelemiyordu. Nasıl gelsin ki! Ünlem, patlayan fotoğraf
karesinin en can alıcı durağı olarak noktaya yetişemezdi; biliyordu. Nokta
kızgınlığı bitirirdi; gerekmiyordu çoğu anda.
Biliyordu gözleri, yüreğini verdiği sözleri. Seçiyordu.
Derinliğin içinden seçilenler öyle inceydi ki… Sıkıca yapışılmış anların
yansıması öyle kolay mı seçilirdi?
Sanki belirsiz
kelimeler yokluyordu görüntüyü... Ve tutundu ansızın görüntünün ötesindeki
yüreğine… Savaşa girer gibiydi gözleri; görebilene… Kimse görmüyordu,
biliyordu, umursamıyordu.
Binlerce yıl
öteden gelen görüntü mü kelimelere ses verecek, yoksa kelimeler mi
seslendirecek; bilemedi gitti.
Kelimeler
sonsuzluktan koşarak gelmemiş miydi? Oysa kelimelerin ruhu da yok; bilirdi.
Yansıdığını anlatırdı sözler. Yankı gibi… Nere yönelirse oydu anlattığı… Bildi,
yürüdü gitti.
Yürüdüğü yolda
her bir taş parçası daha da renklendirdi sözlerini. Baktı ve gördü. Gördüğünü
yazdı, söylemeden çoğu zaman… Gören okurdu zaten.
Gördüğü kendi
gözleri miydi, gözleriyle mi gördü “kendince” olanları… Bunu bildiğinde renkli
cümleler daha da renklendi. Gözleri görüyordu baktığında kelimelere yansıyan
ışığa inat bir bakışla. Ki o bakış bir bakıştan öte baktığıydı her an aynı
dansla; insanı hareketlendiren. “Kendi” gördüğü görülmese de söylüyordu
kelimeler anlayana. Bu yetmiyordu, yetemezdi ki… Vermeliydi yüreğinden yansıyan
sözleri tüm yüreklere… O yürek ki nice taşların ardındakini, altındakini bilen
bir yürek taşıyordu hissettirmeden. Hissettirmeden inatla bir veriş şeklini
kabullendiğinde her şey için çok geçti. Çünkü her şey geçti. Yeniye koştu
kelimelerini alıp.
Başladı anlatmaya
o dakka. Belki anlattığını anlarlardı lakin o da olmadı. Umutsuzluk sardığında
ise yine kelimelere sığındı. Yedirdi yüreğini kelimelere. Yedirdiği yüreğinde birbirine
uzanmış iki melek görülüyordu; görebilene… Meleklerden birinin elinde kupa,
ötekinin elinde de dal bulunuyordu. Tıpkı çocukluğunda gezinip kelimelere
dökmeye çalıştığı kaledeydi dökerken kelimelerini… Saçılanları alabilenlerin
azlığı yorsa da yüreğini, gözleri yine bazı anlarda umutluydu. Gözlerine yüreği
söz geçiremiyordu. Yüreğinin umutsuzluğuna inat gözleri bazen “kendinden”
ötedeydi. Bu nasıl oluyor bile diyemeden düştü yeniden yollara… Düşerken yola,
elinde dans eden kelimelerinin seçilmişleri vardı…