25 Haziran 2017 Pazar

ISSIZ




 

Kelimeler ne kadar renkliydi o fotoğrafta… Sanki dans ediyordu her biri. Bir yandan nokta bir yandan virgülle salsa pek de anlamlı durmuyordu horondan sonra. Yine de denemeye değerdi. Deniyordu da.

Bir anda halay başladı. Sürekli hızlanıyordu…  Hızlandıkça virgül yerini üç noktaya bırakarak sırasını bekliyordu. Bu sırada ünlem de halayın hızına yetişebilmek için yeni bir duyguyu anlatan nokta ile yan yana gelemiyordu.  Nasıl gelsin ki! Ünlem, patlayan fotoğraf karesinin en can alıcı durağı olarak noktaya yetişemezdi; biliyordu. Nokta kızgınlığı bitirirdi; gerekmiyordu çoğu anda.



 

Biliyordu gözleri, yüreğini verdiği sözleri. Seçiyordu. Derinliğin içinden seçilenler öyle inceydi ki… Sıkıca yapışılmış anların yansıması öyle kolay mı seçilirdi?

Sanki belirsiz kelimeler yokluyordu görüntüyü... Ve tutundu ansızın görüntünün ötesindeki yüreğine… Savaşa girer gibiydi gözleri; görebilene… Kimse görmüyordu, biliyordu, umursamıyordu. 

Binlerce yıl öteden gelen görüntü mü kelimelere ses verecek, yoksa kelimeler mi seslendirecek; bilemedi gitti.

Kelimeler sonsuzluktan koşarak gelmemiş miydi? Oysa kelimelerin ruhu da yok; bilirdi. Yansıdığını anlatırdı sözler. Yankı gibi… Nere yönelirse oydu anlattığı… Bildi, yürüdü gitti.

Yürüdüğü yolda her bir taş parçası daha da renklendirdi sözlerini. Baktı ve gördü. Gördüğünü yazdı, söylemeden çoğu zaman… Gören okurdu zaten.

 

Gördüğü kendi gözleri miydi, gözleriyle mi gördü “kendince” olanları… Bunu bildiğinde renkli cümleler daha da renklendi. Gözleri görüyordu baktığında kelimelere yansıyan ışığa inat bir bakışla. Ki o bakış bir bakıştan öte baktığıydı her an aynı dansla; insanı hareketlendiren. “Kendi” gördüğü görülmese de söylüyordu kelimeler anlayana. Bu yetmiyordu, yetemezdi ki… Vermeliydi yüreğinden yansıyan sözleri tüm yüreklere… O yürek ki nice taşların ardındakini, altındakini bilen bir yürek taşıyordu hissettirmeden. Hissettirmeden inatla bir veriş şeklini kabullendiğinde her şey için çok geçti. Çünkü her şey geçti. Yeniye koştu kelimelerini alıp.

 

Başladı anlatmaya o dakka. Belki anlattığını anlarlardı lakin o da olmadı. Umutsuzluk sardığında ise yine kelimelere sığındı. Yedirdi yüreğini kelimelere. Yedirdiği yüreğinde birbirine uzanmış iki melek görülüyordu; görebilene… Meleklerden birinin elinde kupa, ötekinin elinde de dal bulunuyordu. Tıpkı çocukluğunda gezinip kelimelere dökmeye çalıştığı kaledeydi dökerken kelimelerini… Saçılanları alabilenlerin azlığı yorsa da yüreğini, gözleri yine bazı anlarda umutluydu. Gözlerine yüreği söz geçiremiyordu. Yüreğinin umutsuzluğuna inat gözleri bazen “kendinden” ötedeydi. Bu nasıl oluyor bile diyemeden düştü yeniden yollara… Düşerken yola, elinde dans eden kelimelerinin seçilmişleri vardı…

 

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...