İnsan bazen sadece yazmak istiyor. Bazen koşa koşa
bilgisayarın karşısına oturup döküyorsun kimselerin duymadığını… Kimselerin
anlayamadığını… Kendi gürültüsünden yüreğe ulaşabilen insan azlığı…
İnsana büyülü gibi gelen tüm değişim süreçlerinin,
görünmeyen sessiz iletilerini hayatımızın orta yerine koyarken
seslendirdiklerimizin dışında var olan gerçekliği yok saymamızdan az önce gelen
bir vurgu sözlerin tümü. Tam da bu anda bilinçsizce “bölünme” çığlıkları… Sığlıkların
ortasından seslenen bir ileti gibi sanki her şey…
Her şey çok sığ… Yüzeyde yaşanan insan kıpırtıları… Tümü çok
komik. Gülümseyen yüreğin derininden akan onca sözler verir tüm yaşantı
iletisini… Yaşarken “bakarız”. Yüreklerin bilebildiği kadarını yaşadığı onca
komik durumlar söyletir gider umarsızca izleyen yürekleri… Gitsin bakalım,
insanız işte!
Kendi öykümüze sıkı sıkıya bağlı bir hayatın en rutininde
kararlılığımızı koruruz. Ta ki “Her çağ kendi tinsellik tasarısını kendisi için
yeniden bulmalıdır” cümlesinin ağırlığını tepemizde hissedene kadar… İşte tam
da o anda bir şey iter sessizce vurarak: En etkin metaforunu bul! Bulamadın mı?
Arama o dakka… Düşünmeyen bulamaz da…
Aslında bir kişinin tümüyle insan olabilmesi sadece kendi
kararlarına ve bu kararlarına bağlanışına dayanır. Yıllar yılı değer, onur gibi
kendi anlamında yaşadığı erdemlerini, cesaret olmaksızın salt bağımlılıkla
soldurmayacağı aşikârdır. Evet cesaret!
Günden güne verdiği karar yığının içinden çıkıp gelen tetikleyici… Varoluşu
olanaklı kılan cesaret, önemli bir kavram pek içeriklendirilmeden kullanılan…
Moral cesareti daha da vurgulayarak iki kelam daha edelim;
anlayanlara… Başı boş görünmeyen varoluş çakmağı olan en dolusundan enerji…
“Kendimi, kendi değerlerimle, değerlerimin içinden çıkan
moral cesaretimle, zamanın ruhunda beni iten tinsellik anlayışımla var olmayı
seçiyorum…”
Ötesi! Ötesi yok. Taze bitti sözler…
Kelimelerle dans etmek belki de yüreğimin en güzel ve kolay
yaptığı iş. “Olduğu kadar” der geçerim konuyu. Anlayan zaten ordadır. Orası her
neresiyse…
Umarsamam