27 Mayıs 2012 Pazar

Dönülmez Akşamı Döndürmek

Ne gözlerimiz ne yüreklerimiz olması gerektiği yerde değilken, olması gereken yeri bile bilemezken, akşam, sabah, gece, gündüz gelse ne olur ? Küçük evrenler kendi kendine döndükçe, kendini sürekli tekrar ettikçe, sabah olmuş, akşam olmuş kaç yazar?

Yürekler kendini göremedikçe, koca evreni gördüğü yalanı etrafta dolanıyor. Dolanırken kendisini de dolayan cinsten…

Kendine ulaşamayan, yüreğini bilemeyen, kendinde olmayanlara, koca evren kendisini gösterip ne yapsın? En büyük güzellik olan yürekler unutulmuşken anlamı olur mu? “Olmaz” diyorsanız devamını okuyun.

Kuşlar, böcekler, çiçekler derken, koca evrenin büyük kurgusunu göremeyenlere söyleyeceklerim var:

“ Yaşamın içine indikçe derinleşen, inemedikçe yaşamı görmeyi engelleyen yürek susamış. Sevgiye, ilgiye, mutluluğa…Güzel olan her şeye… Güzelle beslenen yürek, güzele hasret kalmış. Çiçeklere, böceklere, kuşlara…Evrenin her tadına…Mutluluğa hasret umuda…Umutların yeşerdiği anlara… Nazikçe donatılan her zerreye…Yerli yerinde olan her cümleye… “

Yaşamın güzelliklerinden büyük bir keyifle bahsedenlerin yüreklerini unuttuklarını bilmek büyük acı. Yüreğin kendisi için büyük acı.

Yüreğin unutulduğu yaşamda, ne acının, ne umudun, ne mutluluğun tadının yerinde olduğu bilmeyenler için söylüyorum.

“Kendi yalancı mutluluğu için başka yürekleri yok sayanlar, başka yüreklerin susuzluğunu görmezden gelenler, kendi mutluluğunu başkalarının mutsuzluğuna dayayanlar… Önce kendi yüreğinizden başlayın. Gerisi gelir. Kendi yüreğiniz gerçek mutluluğu yakaladığında başka yürekler için de yol verecektir. Rahatça üstelik. “

Yürekler yerli yerinde, kendinde, kendi ellerimizde olduğunda yaşam başka bir gözle yaşanır. Deneyin…

Mutluluğa hasret yürekler için…

Ardından



Yüreklerin solduğu akşamın getirdiklerini, başka yüreklerdeki yansımasında yüreklice gördüğümüzde, gidenin ardından ağlayamayız bile. Gözler açılsam mı açılmasam mı dercesine kısık bakarken…gözlerin görüp görmediği belli bile olmazken…gözler bazen yerinde fazlaymış gibi yerinde dururken… ağlasak ne olur, ağlamasak ne olur?

Gidenin ardından kısık bakışların gideni geri getirmeye yetmeyeceği bilindiğinden, gözleri kıssak ne olur kısmasak ne olur?

Yerli yerinde duran dünyaya ait olanların yerine, gideni koyup koymamakta karasız kalınan anlardır bu anlar. Bu anlarda ağlayamadıktan sonra baksak ne olur bakmasak ne olur? Bakan gözlerle görülemeyenlerin yerine tahayyül bile edilemeyenleri, koysak ne olur koymasak ne olur?

Yüreklerin solmasının yaşamdaki karşılığını iyi bildiğimizden, yüreklerin öyle anlarda yerinde olmasını bilmek bile bir şey ifade etmezken, yüreklice düşünmenin zorluğunu bilmek, sözlerin ardına sığınmakla bir olur. Sözlerin yüreklerden çıkmadığını düşünerek rahatça…

Yüreklerin rafa kalktığı anları, yaşasak ne olur yaşamasak ne olur? Yaşamın yüreklerden aktığını bilmek bile bir şey anlatmadıktan sonra…

Gidenin ardından yaşamı anlayabilmek zordur. “Ne oldu da gitti” cümlesi anlamını yitirir…Yürekler boşlukta süzülüp gider, sessizce…İsyanın kelimesi bile ağır gelir. Böyle anlarda yürek ne yapsın?

Kapıların ardında geçen konuşmaların, boşlukta birer saz sesi gibi gelmesi mi bize bunları söyleten? Yüreklerin olmadığı anlarda söylenen sözlerin anlamsızlığı gibi yitip giden acımasızca sızlayan ….Acısa ne olur acımasa ne olur?

Yaşamın yüreklerde yaşadığını bildiğimden rahatım…Yüreklerin başka yüreklerle bütün olduğunda yaşadığını düşündüğümden rahatım…Yüreklice yürekleri yaşamak istediğimden rahatım…Böyle olmasa ne olur olsa ne olur?

Çiçeklerin kokularının anlamını yitirdiği anlardır bu anlar. Koku hissedilmez olur, burun koklamaz olur, dil susar, yürek susar, arada bir boşlukta saz sesi şeklinde konuşmalar duyulur….Böyle gider.

Tüm göçüp gidenlerin ardındakilere…

8 Mayıs 2012 Salı

Bilen, Bilinen, Bildiğimiz...




Yaşam;

bilenin, bilinenin ve bildiğimizin etrafında dönmez mi?

Uzun uğraşlar sonucunda bindiğimiz otobüsün penceresinden bakarken, yaşam daha hoş görünmez mi? Otobüsün neden geç kaldığını bildiğimizden….Bilen olarak, bilinenle ilgilenmek durumunda olduğumuzdan… Trafik karmaşasını gördüğümüzde, yolun gidiş istikametinin de kalabalık olabileceğini düşündüğümüzden…

Hasta bir çocuğun iyileşmesinin ardındaki koşturmanın “insan”ı yorabileceği ihtimalini düşünüp, hasta çocuğu olan arkadaşımıza iyi niyetler göstermez miyiz? Bilen olarak, bilinene bildiklerimizi akıtarak.

Yaşamın orta yerinde yaşananların tümünü görüp, değerlendirip, yargıda bulunmaz mıyız? Göremediklerimizle ilgili, yargıda bulunmaktan kaçınmak ise gerçek tutumumuz olmaz mı? En azından olması gereken… Ya da gördüklerimizin aslında gerçeği yansıtmayabileceğini bilerek, yargılamalardan kaçınmamız gerekmez mi? Bilen olarak kendimizi ortaya koyarak, bilinene bildiğimiz şekilde yaklaşmaz mıyız? Doğru/yanlış demeden… Ya da dememiz gerekirken…

Gökkuşağının tüm renklerini beynimizde düşünüp, yüreğimizdeki hafifletici etkisini hissetmez miyiz? Gökkuşağını konu edinip, kendimizde doğa harikası gökkuşağını bile değerlendirme yetisini bulmaz mıyız?

Bilenlerin kendisini de bir gün bilinen yapıp, bildiğimiz şekle dönüştürmez miyiz? Dedikodu şekline…Bildiğimiz şeylerin bu şekilde ortaya çıktığını söylemeye gerek yoktur umarım. Neyi ne kadar bildiğimizi düşünmeden….

Bilen olarak, tüm evreni karşımıza da alırız yaşam döndükçe. Yaşamın döngüsüne ayak uydurmak ister gibi. Her an değişebilen bilinenlerle üstelik. Bilinende değişimin olabileceğini bilerek…Bilinen bazen küçük bir kuş olurken, bir anda evimizin koltuklarına dönüşür. Kılıflarının değişmesi gerektiğini bildiğimizden.

Yazı da bilinen durumunda karşımıza çıkar zaman zaman. Bilenler olarak emekleri bir çırpıda “bu nasıl yazı ?” diye yırtıp atarak. Emeklere ihanet ederek…

Emeklerin ağırlığının, yargıların, bildiklerimizin yeniden gözden geçirilmesi dileklerimle…

Reyhan Şengün Gazel

Acı

Öykülerinde acı olanları düşlerim hep. Bu düş bazen, içinin gözyaşı olduğu bir öykü üzerine kurulurken bazen de gülümsetir. Acının ötesinden gelen beklenmeyen durumların güzelliği gülümsetir çoğunlukla. Arada bir de, insanı yaşamın içinde daha sıkı var eden direnç getirisi.

Yaşamı, yaşamın içinde kavrayabilmek her zaman hepimiz için kolay olmaz. Bu yüzden her daraldığımızda kendimizi gökyüzünün derinliğine bırakmak, o derinlikte yok olmadan gökyüzünde yaşıyormuş hissini yüreğimize yaşatmak gerekir.

Kendisini gökyüzünde, derinlikler içinde bulan yürek hafifletir yaşama ilişkin yargıları.

Gökyüzünden bakılan pencerede geniş düzlüklerin yanında engebeli boşluklar da daha iyi görünür.

Gökyüzünden yaşama derin bakışta her şey o kadar küçülür ki… Yürek o kadar hafifler ki… O zaman yeryüzü, gerçek duruşuna geçerek yaşama ilişkin sıkı, sağlam duruşu yürekte bulur öncelikle.

Öyküsünde acı olanların kendisini hep yeryüzüne sıkıştırmasını anlayamam bu nedenle. Oysaki gökyüzü tüm acıların yok olduğu, boşlukların doldurulduğu, güzelliklerin daha net göründüğü bulutları yüreğe yerleştirir.

Öykülerinde acı bulduklarım hep serinletir aslında.

Yaşamın kızgın çöllerinde gezinmeyi alışkanlık edindiğimizden mi ne?

Bir insanın acısını hafifletmek için gökyüzünün serinleten etkisinden yararlanmak ne güzeldir.

Yazılarımda acı arayanlara, “gökyüzü"nü daha ilk satırlarda hatırlatmak da serinletici etkinin varlığının baştan kabulü olmaz mı?


Bu yüzden acı olan her şey bana çok yakın. Aynı yaşamın yakınımda olması gibi. Çünkü yaşamın içindeyim. Acı olmayan bir yaşamı hiç görmediğimden herkesin acısı benim acım gibi. Kurtulma isteği de benim düşünsel mesaim… Nedenini söylesem ne dersiniz bilmem ama.

Sanki yaşama amacım. Acılar ve kurtuluş öyküleri… Acıdan kaçış öyküleri, acıyla yaşamaya alışma öyküleri… Kısaca dram içinde ayakta kalma mücadelesi.

Bu duruşum beni yorsa da tüm yorgunlara ithaf etme isteğim beni dinlendiriyor

Reyhan Şengün Gazel

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Değişen Entellektüel Perspektif

Edward Said’in ifadesiyle entelektüel, topluma yabancı, toplumdan ayrışmış bir kişiliği temsil eder. Ayrışmak demek, “seçkin durmak” demektir. Yani, toplumun düşünce kalıplarından uzakta durmayı tercih etmektir.

“Entelektüel perspektif”in varlığını yayması, toplumda yerleşik ideolojik bakış açılarının ötesine geçmesi ile mümkündür. Ayrıca, toplumsal bağlılık unsurlarının, toplumu bir arada tutan tüm yanlı bakış açılarının ve toplumsal gerçekliğin üzerinde olabilme idealini temsil eder.

Gerçekten de insanın, toplumda yerleşmiş olan inanç ve değer yargılarının etkisinden uzak bir perspektife, objektif insani değerlendirmelere sahip olabilmesi ideal bir durumdur. Zaten “entelektüel perspektif”in, kolay yayılmasının nedeni, ideal olana daha da yaklaşma isteğidir.

Ancak, entelektüel seçkinliğin topluma “uzak” duruşu, hiçbir şekilde toplumsal gerçeklerin yok sayılmasını gerektirmez. Tam tersine, farklılıkları zenginlik olarak görür. Çünkü, entelektüelin “uzak” durduğu şey “tek” perspektifin vazgeçilmezliği iddiasıdır.

Entelektüel perspektif değiştikçe, farklı değer yargılarına objektif bakış da daha belirgin olmaya başlar.

Ülkemizde 1960’tan günümüze kadar yaşanan toplumsal değişimi ve bu değişimin getirdiklerini anlamamak mümkün değildir. Yani entelektüel perspektif, geçmişten farklı olarak toplumlara etki eden “tek” yargıdan uzaklaşmaya başlamıştır.

Memleketlerinden çıkarak, siyaset yoluyla topluma etkide bulunmaya çalışan insanlar, bu değişimin en önemli nedenidir. Bu neden aynı zamanda, azınlıktaki seçkin grubun ülkemize “modernlik” getirmek için belli perspektifleri yerleştirmekteki zorluğunun da nedenidir.

Nedenler birbirinin nedeni olurken, sonuç ise günümüzde yoğun olarak yaşadığımız değişimin kabul edilip edilmemesinin getirdiği sıkıntıdır.

Hal böyleyken, insanlarımız da farklı değerlere “uzak duruş” ile değerlerin tümüne “yakın duruş” arasında tercih yapmakta zorlanmamaktadır. Değişimi her an hissettiklerinden…

NOT: Ülkemizdeki 8,5 milyon engelli vatandaşımızın ve milyonları bulan ailelerinin sıkıntılarını biraz daha “yakın duruş” ile çözmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Yaşanan sıkıntıların “insana” ilişkin değerlerle ilgili olduğunu bildiğimden…
Reyhan Şengün Gazel

6 Mayıs 2012 Pazar

GELİNCİKLER ÖLMESİN

Sabahın ilk ışıklarıyla uyanan her yan, güzel bir çift göz karşısındaymış gibi umutla güne “selam” derken, hiç bitmemiş, bitemeyecek kadar sıcaklığı olan küçük bir gelincik ortada ama bir başına duraksıyordu. Bu duraksamanın yüzümüzde uyandırdığı geçici güzellik, kaba bir rüzgârın sessiz çığlığı ile yok olurken, insanın daha bir sevesi gelmesin mi? Sanki tüm yaşammış gibi ortada ama bir başına duran gelincik artık hiç gitmeyecek kadar dimdikti. Nereye gitsin ki?

Gidecek yeri olmayanlar iyi bilir. Ortada duraksamaktan başka hiçbir yerde ayakta kalamayacak olan gelincik, gitmek istese bile gittiği yerde yaşayamayacağını, ayakta ölmesini de hiç kimsenin göze alamayacağını iyi biliyordu. Gelincik ölmemeliydi.

Yer yan koşturanlarla doluyken ölmemeyi bile kendisine iş edinebilecek kadar zorda olan gelincik için, dimdik durabilmenin zorluğu bir yana, kenardan onu süzenlerin iç geçirmesi de işe yaramıyordu. Bir gün birisi mutlaka kaba bir rüzgâra esir edecekti. Bekliyordu.

Solmaması gereken tüm güzelliklerde olduğu gibi gelincikte de durum hep aynı kaldı. Hep bir başına ama duraksayan duruşu, gözlerin önünden olmasa bile yüreklerin ötesinde hep durdu. Duracaktı da. Nasıl durmasın ki?



Gözlerin önünde olmasa bile, yüreklerin ötesinde kalan gelincik zorda dururken, gözünün önünden ayırmayanlar için bilinmezliklerle dolu sıcaklığın içtenliği, her yanı sardı. Nasıl sarmasın ki?

“Gelincikler solmasın! Solarsa yürekler de solar” dercesine akan gözyaşlarına inat, kimseler gelinciğin kaba rüzgâra karşı durabilmesini sağlayamadı. Her bir kaba rüzgâr, derinlerden akıttığı esintiyi gelinciğin tam yüreğine kondururken, düşünmeden estirdi gitti. Nasıl düşünsün ki?

Gelincikler yok olmaya yüz tutarken, serin gelen bir günün ortasında, her yanı sıcak ama bir o kadar da kapsayıcı bütünlüğü ile kendinden emindi. Gelincik de kim?

Kim mi?

Gelincik yüreklerimizin içindeki sevgi... Belki de tüm yaşam, olmadı yaşamın orta yeri, yine olmadıysa daha ne diyelim?

Bir şey demeyelim. Ne denebilir ki?

Gelinciğin orta yerde kendinden emin ama sıcacık duruşunu sevgi olarak bilmeyenlere ne denebilir ki?

“Hiç.”
"Mutsuzluk aniden gelmez, onu hazırlayan nedenler vardır." (Balzac)

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...