9 Ağustos 2010 Pazartesi

MEDYA ARACILIĞIYLA TOPLUMSAL “ANGOISSE”

Angoısse, sıkıntı, psişik ya da fiziksel bir huzursuzluktur. Psikolojik olarak paniğe kadar varabilecek bir güvensizlik durumu olarak yaşamın içine yerleşir.

“Angaısse” durumunu hisseden insan, bu durumun nedenini bilemez. Sadece sonuçlarını yaşar. Yanı başındaki insan da aynı durumdaysa, bir başkası da, öteki insan da, beriki de… Toplumsal angoısse başlamıştır artık. Bu sonucu ortaya çıkaranların kalitesi, şiddeti, faktör sayısı sonucun da akıbetini belirler.

Türkiye son yıllarda ciddi bir toplumsal “angoısse” durumunda. Sokaklarda bile rahatça yürüyemeyecek kadar sıkıntılı, yüzü gülemeyen, huzursuz insanların çokluğu bana bunları yazdırtıyor. Açlıktan ölmek üzere olan Afrikalı bir çocuğun görüntüsünü ağlayarak izleyen insanlarımızın, çoğu çocuk ve kadın binlerce insanın gökyüzünden bombalanmasını havai fişek gösterisi gibi izlemesi bunun en büyük sonucudur. “Ölüm” gibi gerçek bir olgunun “medya gösterisi” ne dönüşmesine izin verebilecek kadar mı huzursuzuz? Ne oldu da ölümü bile tepkisiz, biraz şaşkın, belki de zevkle izleyebildik?

Yoksa yaşadığımızı düşündüğüm toplumsal “angoısse”, bizi “Gösteri Toplumu”na mı dönüştürdü?

Yoksa medyanın tüm zihinleri felç eden bir etkisiyle mi karşı karşıyayız? Yanılıyor olabilir miyim?

Zihinleri felç ettiğini düşündüğüm bu etki, medyanın taktik gerekçelerle, devlet şirket birlikteliğinin, güçlü seçkin kişilerin yarattığı bir ortaklıktır. Bu ortaklık doğal olarak, devletin yöneticilerinin seçkin kimselerden alacakları, aldıkları eleştirileri değil, seçkinlerin çıkarlarını korumak üzerine kurulmuştur. Bu noktanın görülememesi için zihinsel felç etkisine yani toplumsal “angoısse” ye ihtiyaç olduğu açıktır.

Etkisizleştirilmiş insanlar doğal olarak, incir çekirdeği misali küçük sıkıntıları tartışarak yaşarken, söz konusu ortaklık başarıya kadeh kaldırmaya başlamıştır bile. Herkes kendi iç huzursuzluğu ile yaşarken ortaklıkla ilgili bir sorun görmez, yaşamaz, dile bile getirmez.

Daha öte sonuç, yaşadığımız ve yaşayacağımız gelecektir. Bundan kaçış yok. Her şeyin gösteriyle sergilendiği, özel yaşamların toplumsal sorun gibi zihinlerimize yerleştirildiği ve iç huzurumuzu unutturan ortaklık, medya ile evlerimizin içine girerken bize de “günaydın yeşil ovalar, güzel insanlar, bir selam da benden olsun” gibi içerikten yoksun, huzursuzluğu gideremeyen bir gerçek kalır.

Bu değerlendirme, medya aracılığıyla toplumsal “angoısse” yaratan ortaklığa hakaret etmek için değil, “ küçük bir köşe yazarı” nın basit bir akıl yürütmesi olarak görülmelidir.

Reyhan Gazel

1 Ağustos 2010 Pazar

Bu Sabah Güneş Doğmuyor

Bazı sabahlar güneşin doğmadığını hissederiz. Aslında güneş doğmuş, yaşam yeniden kurulmuş, bulutlar olması gerektiği yerde, insanlar koşturmaya devam ediyordur… Ama yüreğimiz güneşi göremeyecek kadar sıkıntıda. Böyle sabahların acı yüzünü yüreklerinizde hissederken neler yaparsınız?

Cevabınızı duyuyor gibiyim. “HİÇ” Evet, hiçbir şey yapmazsınız, tüm insanlar gibi. Tüm davranışlarımızın çıkış noktalarını belirleyen ve bedeni yönlendiren yürek hissizleşince, yüreksiz neler yapılırsa o yapılır. Yani “HİÇ” Yüreksizce yapılanların “HİÇ” olarak düşünülmesi garip olmasa gerek. En azından benim okurlarıma garip gelmemeli. Hala garip gelen varsa bilin ki, okurum olmamışsınız henüz.

Tüm yaşamımızın var olduğu yüreklerimiz yaşamdan tat almadığında, bedenlerin yaptıkları işe yarar mı? Yüreklerin yorulması bir anda da olmaz. Yürek sabırlıdır, bekler, bekler… Ama istenmeyenlerin üst üste geldiğinde kendinden geçer. Kendi gibi olmaz. Olması gerektiği yerinde durmaz. Bir başka şey olmayı da kendine yediremez. Beklerken yıpranmışlığı yaşadığından takati kalmaz ve güneşin doğduğunu bile görmez. Güneş bile bir şey ifade etmez.

Pırıltı içinde karanlıktadır o anda yürek. Kendine de dönemez. Dönse, kendinin gücü güneşi, kendine göstermeye bile yetmez. O kadar dardadır.

Bir hamle güneşe bakar yürek. Güneşin pırıltını derinlerden görmeye çalışır. Hala kendine gelmeye çabası vardır. Ama pırıltıda bile karanlık görür. Beden bu anda bir sürü işle meşguldür. Yüreklerin olmadığı tüm işlerin içinde didiniyordur. Bir oraya bir buraya… Dokunmayın bedene bildiği gibi yaşasın sevgili okurlar.

Bir süre böyle güneşsiz günleri yaşar yürek. Ne yapsın! Tüm evrene aşık olduğundan güzelliklerin bitmediğini bilerek rahattır aslında. Bir an gelecek ve güneşi görecektir mutlaka. O an yürek kendine kendisi sahip çıkar. Çünkü kendinden başka ona güzel dokunacak kimse yoktur. O dokunuş, derinlerden hissettirir kendini. En azından yalnız değildir. Bir kendisi bir de kendisi…

Öyle bir an gelir ki yürek gözlerini daha iri açar. “Görmem gerekiyor güneşi” Görmeye de başlar, ‘görmem gerekir’ derken… Biraz daha zamanı vardır bilir… Ama pes etmez. Evrenin her yanı güneşin pırıltısı kadar göz kamaştırır. Bunu çok iyi bilir, bir kendi bir de kendi olduğu için… Sonra… “ Güneşi görüyorum. Tam karşımda işte. Tüm evreni aydınlatan benim karşımdaki güneş. O öyle bir ışıltı verir ki onsuz olmaz hiç bir şey. Güneşi görmeyenlere üzülürüm. Göremeyenlere de. Görmek bile istemeyenleri hiç anlayamam. Bir an görememek hiç görememekten daha iyidir. Üstelik güneş kaybolup geri geldiğinde daha derinlere girer. Bulduğumuzda çocuk gibi sevindirir bizi. Görün hepiniz güneşin doğuşunu, güneşi, yaşamı, yaşamın tüm renklerini… Hadi…” Aslında o anda yürek güneşi değil bir taşı görüyordur, karşısında taş ona güzel bir bakış atmıştır, gözü ona takışmıştır. Ama taş bile yüreklice bakıldığında güneş tadı verir, bilene, görebilene…

Herkesin güneşi öyle bir açsın ki gözleriniz sadece pırıltı görsün…


Reyhan Gazel

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...