28 Temmuz 2008 Pazartesi

Gazel'den 'Yürek'lere Seslenen Bir Kitap




















ANKARA- Reyhan Gazel'in, yaşamı ve sevgiyi sıcacık bir ''yürek''le anlattığı ''Yürek Felsefesi'' kitabı okuyucularıyla buluştu.

Gazelin, Gün Yayınları'ndan çıkan kitabında, ''yürek'' kavramıyla ilgili denemeler yer alıyor.

Kitabına, ''Benim yüreğim, küçücük bir kuşun kanatlarında uçup dağlara, tepelere, evlere hatta evlerin içine ulaştığı gün gözlerimi kapatabilirim. Kuşlar kadar özgür, dağlar kadar dimdik, ırmaklar kadar değişken, denizler kadar derin...'' sözleriyle başlayan Gazel, bununla, yüreğinin tüm yaşama ve insanlara ulaşmasını kastettiğini belirtiyor.

Gazel, kitabında ''Yaşamda görülecek o kadar ayrıntı var ki aslında. Derdim bunu anlatabilmek. Göklerde bizlere fark ettirmeden kendince uçan bir yalnız kuş bile o kadar anlamlı ki; görebilene... Yaşamı görebilene, anlayabilene...'' diyor.

Kitabında, sadece gördükleriyle yaşayanın, yani ''yaşamı yaşayamamanın'' eğitim sorunu olduğunu belirten Gazel, görüntünün ötesine geçebilmek için insanı öğrenmek gerektiğine işaret ediyor.

''İnsanın en mutlu olduğu anın, yüreklice ortaya çıktığı an olduğunu bilememek zor olsa gerek'' diyen Gazel kitabında, insanın hayata dair mutlulukları, mutsuzlukları, ölümü, güncel konulara dair düşüncelerini ''yürek'' etrafında dile getiriyor.

Kitabının ön sözünde de ''yürek gibi derinlikli bir konuda yazabilmek için, yaşamı olgun bir bakışla, ön yargılardan arınmış bir yürekle kavramak gerektiğini'' vurgulayan Gazel, duygularını şu cümlelerle ifade ediyor:

''(Yaşam herkese gülsün) ilkesiyle yaşamaya çalışırken 'yürek' etrafında dolanmak, dolandığım her an 'yürek'in derinlerine inmeye çalışmak, bunun için çabalamak zor olmadı. Düşündükçe derinleşen bir kavramın içinde dolaşırken, yaşamdan kopmamak için, arada bir yüreğimi yeryüzüne çıkarttım. 'Yürek'e ulaşabilmek için yaşamın oldukça içinden seçtiğim her ilmek, derinleşen bir kavramın yaşamdaki yansımasını anlattı. Böylece yaşama 'yürek'lice bakışın sırrı da ortaya çıkmış oldu.''

1973 Ankara doğumlu Reyhan Gazel, felsefe eğitimi aldı ve eğitim yönetimi alanında yüksek lisansını tamamladı. 1991 yılında Tercüman gazetesinde muhabir olarak iş yaşamına başlayan Gazel, çeşitli gazete ve dergilerde muhabir ve köşe yazarlığı yaptı.

Aynı zamanda felsefe öğretmeni olarak görev alan, 1998 yılında felsefe grubu ders kitabı ile yayın dünyasına adım atan Gazel, halen engellilerle ilgili birçok sivil toplum kuruluşunda aktif olarak çalışıyor.

(AA)

13 Temmuz 2008 Pazar

Oluşumların Anatomisi







Toplumsal oluşumların nedeni, sosyal ve psikolojik hareketlerin yansımasıdır. Bu hareket şekli, toplumların genel tutumlarını oluşturan eylemlerden meydana gelir.

Hızlı değişen, farklı kültürleri içinde barındıran toplumlar, sürekli oluşum içinde olmaya mahkumdur. Oluşumlar, toplumda yeni bir yaşam tarzı, yeni bir yönetim modeli ortaya çıkarabilmek için toplu eylem çalışması yaparlar. Bu öyle bir çabadır ki, her an yeni bir modelle, yeni bir hareketlerle karşılaşmak mümkündür.

Birbirinden farklı, çoğunlukla bağımsız ortaya çıkan oluşumları gözlerken, bu oluşumların kalabalık hareketi mi yoksa sosyal hareket mi olduğunu iyi incelemek gerekir. Kalabalık diyebileceğimiz oluşumlar, kısa süreli ve şiddetli eylemleri kapsar. Bu tür oluşumlar, genel yanlışlardan öte, özel konularda yapılan/yapıldığı düşünülen durumları değiştirme üzerine kurgulanmıştır. Uzun ömürlü planlama yapılması beklenemez. Özel sorunların çözümüne odaklanıldığı için, çözmeye talip oldukları sorunların kitleler tarafından da benimsenmesini isterler. Bunun için dramatik yöntemleri de kullanabilirler.

Sosyal harekette ise, toplumda kötü görülen şeylerin daha iyi olması için kutsal bir savaş psikolojisi içinde ortak eylemler bulunur. Yani, aynı düşünce yapısındaki insanların, belli bir şekille değil ama sürekli birleşmesi söz konusudur. Yani sosyal hareketler, haksızlıklara, beğenilmeyen tüm oluşumlara karşı bir örgütlenme biçimi olarak görülebilir.

Bu gelişimlerden bizim toplumumuzu uzak tutmak mümkün değildir. Oldukça eskilere dayanan kültür geçmişimiz, tarihsel derinliğimiz her an yeni hareketleri ya da oluşumları tetikler niteliktedir.

Ancak, birlikte iş yapma gereği, ortak hareket zorunluluğu insanı bireysellikten öte, makinalaştırmaktadır. Makinalaşma ile insan, içinde yaşadığı toplumu istenilen noktaya vardırsa bile kendi “ben” liğinden çok uzak kalabilir. Yani, kalabalık içinde yalnızlaşır..

Özetle, yeni oluşumlar, sosyal hareketler kitleye hükmetse bile toplumun istekleri, yaşantısı ile insanın kendine özel istekleri arasında sıkışıp kalınmasına yol açar.

Bu yazımda varlığı da yokluğu da dert haline gelen yeni toplumsal hareketlerin anatomisini kısaca analiz etmeye çalıştım. Her an yeni bir sosyal hareket gördüğümüzden önce sosyal analizle başlayarak anlamaya çalışmamızın önemini de vurgulayarak…

Değişen Entelektüel Perspektif







Edward Said’in ifadesiyle entelektüel, topluma yabancı, toplumdan ayrışmış bir kişiliği temsil eder. Ayrışmak demek, “seçkin durmak” demektir. Yani, toplumun düşünce kalıplarından uzakta durmayı tercih etmektir.

“Entelektüel perspektif”in varlığını yayması, toplumda yerleşik ideolojik bakış açılarının ötesine geçmesi ile mümkündür. Ayrıca, toplumsal bağlılık unsurlarının, toplumu bir arada tutan tüm yanlı bakış açılarının ve toplumsal gerçekliğin üzerinde olabilme idealini temsil eder.

Gerçekten de insanın, toplumda yerleşmiş olan inanç ve değer yargılarının etkisinden uzak bir perspektife, objektif insani değerlendirmelere sahip olabilmesi ideal bir durumdur. Zaten “entelektüel perspektif”in, kolay yayılmasının nedeni, ideal olana daha da yaklaşma isteğidir.

Ancak, entelektüel seçkinliğin topluma “uzak” duruşu, hiçbir şekilde toplumsal gerçeklerin yok sayılmasını gerektirmez. Tam tersine, farklılıkları zenginlik olarak görür. Çünkü, entelektüelin “uzak” durduğu şey “tek” perspektifin vazgeçilmezliği iddiasıdır.

Entelektüel perspektif değiştikçe, farklı değer yargılarına objektif bakış da daha belirgin olmaya başlar.

Ülkemizde 1960’tan günümüze kadar yaşanan toplumsal değişimi ve bu değişimin getirdiklerini anlamamak mümkün değildir. Yani entelektüel perspektif, geçmişten farklı olarak toplumlara etki eden “tek” yargıdan uzaklaşmaya başlamıştır.

Memleketlerinden çıkarak, siyaset yoluyla topluma etkide bulunmaya çalışan insanlar, bu değişimin en önemli nedenidir. Bu neden aynı zamanda, azınlıktaki seçkin grubun ülkemize “modernlik” getirmek için belli perspektifleri yerleştirmekteki zorluğunun da nedenidir.

Nedenler birbirinin nedeni olurken, sonuç ise günümüzde yoğun olarak yaşadığımız değişimin kabul edilip edilmemesinin getirdiği sıkıntıdır.

Hal böyleyken, insanlarımız da farklı değerlere “uzak duruş” ile değerlerin tümüne “yakın duruş” arasında tercih yapmakta zorlanmamaktadır. Değişimi her an hissettiklerinden…

NOT: Ülkemizdeki 8,5 milyon engelli vatandaşımızın ve milyonları bulan ailelerinin sıkıntılarını biraz daha “yakın duruş” ile çözmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Yaşanan sıkıntıların “insana” ilişkin değerlerle ilgili olduğunu bildiğimden…

Reyhan Gazel

11 Temmuz 2008 Cuma

Sadece Yüreği görenler







Sadece yüreği görenlere acırız, acımasına da neden acıdığımızı hiç düşünmeden… Bir ansan başka bir insana neden acır? Diye düşünemeden… Birisine acımak kendimizi mi yüceltir? Bilemeden…

Kendimizi yüceltmek için onca başarı örnekleri varken eksikleri olanlara acıyarak yaşamaya çalışmak, yüceldiğini düşünmek… Ne ola ki?

Birisine acıyanlar farkında olarak ya da olmayarak kendisini bir üst sınıfa! koyar. Kendi elleriyle kendisini üste taşır. Kendini taşıdığı üstte gerçekten üstte olduğunu düşünerek yaşamaya çalışması da bundandır. Vah ki ne vah!

Kendisini kendisi olarak değil, başkalarının eksik uzuvlarıyla bir üste yerleştirenlere oldum olası kızarım. Bu kızgınlık geçecek gibi de değil. Allah’ın verdiği eksikliği yine Allah’ın verdiği eksik olmayan yaşamla yer değiştirme isteği, yani, sadece verilenle gerçekleşen yer değişikliği beni kızdırtır. Verilene müdahale olamayacağını bilmeden yapılır bu iş. Bildiğinin düşünülmesi için çıldırtır adeta beni.

Sadece yüreğinin gördüğüyle yaşamaya çalışanlar ne büyük bir lütuftadır bu böyle biline… Azap değil lütuftur anlayana… Acımak, onun yerine üste tırmanmaya çalışmak ne kabalıktır düşünebilene…

Kendini “kendi” olarak tanımayanların işidir bu garip iş. Bu garip işin hiçbir yerde izi de yoktur aslında. İzi bulabilsem emin olun özür de dilerim vakit geçmeden. Ama yok…

Hep yüreği ile görenler bilir yüreğin asıl konumunu. Derdi yürek olduğundan zorlanmaz da. Asıl olanın verilenlerle isyan etmeden yaşamaya çalışmanın verdiği hazzı göremeyenlere bu sözüm. Bunu bilemeden, anlayamadan, eksiklikleri kendine galip durum olarak düşünüp, üste çıkmaya çalışanlardır bu insanlar. Çıktıklarını düşünerek yaşayanlardır tüm bunu yapanlar…

Sadece yüreği görenle, sadece yüreği görmeyen arasındaki yaratılış farkını bilmeyenlere ne desek az. Birine mükafat ötekine zulüm de değildir aslında. Sadece sabır ve güç sınavıdır. Tıpkı efor testi gibi geçebilen ayakta kalır. Geçemeyen öyle yaşamaya devam eder. Yaralı, yaralı… Ağır aksak…

Sadece yüreği ile görenler o kadar çok şey bilir ki, anlayabilene… Derinlerden inceden bir gözdür yürek onlar için. Dokunur ama dokunduğu ile kalmaz, yaşar… Sadece yaşayarak değil, hissederek, yüreklerin içine konarak… Daha ne deyim ki?

Yürekten yüreğe akışların en çarpıcı örneklerinin yaşandığı sadece yüreği ile görenlere küçük bir selam ileteceğim izninizle. Koca koca yüreklere ulaşabildiğim kadar.

Reyhan Gazel

"Ben", "Sen", "O"







Yaşantıya dair akıp giden zamanda “ben, sen ve o” arasında geçenler, geçtiği düşünülenler… Geçtiği düşünülen her şey… Toplum toplum dedikleri bu olsa gerek.

Gün içinde “ben” bazen “o” ile karşılaşırken bazen de “sen” ile birlikte “o” hakkında konuşur. Bu “ben” ler bazen “sen” bazen de “o” olur. Duruma göre, yere göre, konuma göre… Kimse sadece “ben” olarak kalamaz. “sen” olarak da, “o” olarak da. Değişim olmazsa toplum olmaz da ondan. Durum değişimi, konum değişimi, şart değişimi… Değişim bile her zaman değişmeye mahkumdur.

Unuturuz. “Ben” in “sen” de olabildiğini, “o” da… Sanırız ki hep “ben” hep “ben”. Oysa ki biraz sonra “sen” çıkar karşımıza “ben” ken.

Her zaman “sen” de olmaz malum. “Sen” yerli yerinde durmaz ki. Duramaz ki.

Herkes bunu böyle bilse, bildiğini böyle düşünebilse, düşündüğü gibi yaşayabilse… Ah bilse! Bilse de bilmesine yüreğine de yerleştirebilse. “ Yalnız değilim, yanımda onlarca ‘sen’ binlerce ‘o’ var “ diyebilse. Ah diyebilse.

Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için. Birbirimiz için, birlikte yaşayabilmek için. Her zaman toplum olabilmek için. Gerçek toplum olabilmek için… Herkesin kendisini hem “ben” hem “sen” hem de “o” hissedebilmesi için… değişse de kendisini var sayabilmesi için. Varlığını sosyal olarak bulunduğu konumda görebilmesi için…

Bir “ben” var benden içeri… Sözünü sadece kendi “ben” ini güçlendirebilmek için bilse… Ah bilse!

“Ben” değil “sen” durumuna kızanlar bunun yanlış olduğunu yüreğine anlatsa…. Önce kendi “ben” ine sahip çıkabilse… Başkalarının “ben” ininden önce.

“Ben”, “sen” , “o”, hatta “biz”, “siz”, “onlar”… Hepimiz, hep birlikte… Beraber biraz “ben”, biraz “sen” biraz da “o” gerisine ne o ? Ne o olmadı mı? Olsun bu sefer. En azından bence oldu. Derdim yerini buldu. Anlamayanlar için kılavuz da yazılacak. Nerede mi? Tabii ki, yaşamın içinde. Onu da ben yazmayayım.

Reyhan Gazel

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Ağır Yürekler



Şehit Polislere Dua



Bugünlerde iç huzursuzlukla birlikte dış etkilerle daha bir ağır olduk. Öyle bir hale geldik ki, artık yüreklerimiz yerinden kalkamayacak kadar kilo aldı. Hantallaştı, içimize sığmıyor.

Gencecik bedenlerin, yüreklerin daha yaşamın kendi rengiyle tanışamadan yitip gitmesi, neden gittiğinin ifade edilememesi, geriye bıraktıkları… Gölgemizden korkar halde yaşamaya çalışmamız… Ne oluyor bile diyemeden ayakta kalmaya çabalamamız…

Bir haller oldu yine. Gökyüzü yeryüzüne yaklaştığında yaşanan acı tabloyu hissederek ayakta kalmanın yorgunluğu mudur nedir? Birilerinin küçük oyuncular üzerinde yaptıkları büyük tezgahları bilerek ama “bilmeden” yaşamaya çalışmanın ağırlığı da ardında… Ağırız çok ağır.

Yüreklerin kendi hüznü bir tarafa bir de başka yüreklerin hüznünü yaşamaya çalışmanın ağırlığı bu. Bu öyle bir ağırlık ki, hiçbir şey yapamadan bakabilmenin bile ağır geldiği bir durum.

Kuşlar, böcekler, çiçekler derken belki de unuttuğumuz başka yaşamların ağırlığı çöktü yine. Hem de hepimizin üzerine. Hiç kalkmayacakmış gibi derinlerden… İtiyoruz gitmiyor, tıpkı kabus dolu rüyaların diş gıcırdattıran gerilimi gibi.

Ölüm acıdır, herkes için acı. Kimsenin ölümü kimseyi sevindirmez. Bunu bilirim. Ama bazı ölümlerin acısını bile anlatamayız. Nedensiz, gerekçesiz… Ne kendimize ne yakınlarına.

Ağır yürekler daha da ağırlaşırken bir de yaşamın kendi içindeki rutin ağırlıklar bazen çekilmez gibi geliyor insana. Ama, çekiliyor. Her başa gelen, her yaşanan, her yürek acısı çekiliyor.

Biraz üzülerek, biraz sevinerek, biraz ağırlaşarak, biraz hafifleyerek yine de yaşamak güzel. Ağır yüreklerle yaşamaya çalışmak yine de inatla ayakta kalabilmek güzel. Gencecik bedenlerin arkasından huzur duaları edebilmek güzel. Dua edebilmeye şükretmek daha da güzel.

Geriye kalan hüzünle birlikte acının getirdiği sıkıntı olsa da, daha da ağırlaşan yüreklerle hafiflemiş gibi çabalamak güzel. Her isimsiz kahramanın ardından dua ederek yaşayabilmek onların yüreklerine ölümden sonra bile konabilmenin tadını alabilmek güzel.

Terör mağduru gençlere bir dua da bu küçük siteden gitsin. Nur içinde yatsınlar.

Reyhan Gazel

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Medya Aracılığıyla Toplumsal “Angoısse"







Angoısse, sıkıntı, psişik ya da fiziksel bir huzursuzluktur. Psikolojik olarak paniğe kadar varabilecek bir güvensizlik durumu olarak yaşamın içine yerleşir.


“Angoısse” durumunu hisseden insan, bu durumun nedenini bilemez. Sadece sonuçlarını yaşar. Yanı başındaki insan da aynı durumdaysa, bir başkası da, öteki insan da, beriki de… Toplumsal angoısse başlamıştır artık. Bu sonucu ortaya çıkaranların kalitesi, şiddeti, faktör sayısı sonucun da akıbetini belirler.


Türkiye son yıllarda ciddi bir toplumsal “angoısse” durumunda. Sokaklarda bile rahatça yürüyemeyecek kadar sıkıntılı, yüzü gülemeyen, huzursuz insanların çokluğu bana bunları yazdırıyor. Açlıktan ölmek üzere olan Afrikalı bir çocuğun görüntüsünü ağlayarak izleyen insanlarımızın, çoğu çocuk ve kadın binlerce insanın gökyüzünden bombalanmasını havai fişek gösterisi gibi izlemesi bunun en büyük sonucudur. “Ölüm” gibi gerçek bir olgunun “medya gösterisi” ne dönüşmesine izin verebilecek kadar mı huzursuzuz? Ne oldu da ölümü bile tepkisiz, biraz şaşkın, belki de zevkle izleyebildik?


Yoksa yaşadığımızı düşündüğüm toplumsal “angoısse”, bizi “gösteri toplumu”na mı dönüştürdü?


Yoksa, medyanın tüm zihinleri felç eden bir etkisiyle mi karşı karşıyayız? Yanılıyor olabilir miyim?


Zihinleri felç ettiğini düşündüğüm bu etki, medyanın taktik gerekçelerle, güçlü seçkin kişilerle yarattığı bir ortaklıktır. Bu ortaklık doğal olarak, seçkinlerin çıkarlarını korumak üzerine kurulmuştur. Bu noktanın görülememesi için zihinsel felç etkisine yani toplumsal “angoısse” ye ihtiyaç olduğu açıktır.


Etkisizleştirilmiş insanlar doğal olarak, incir çekirdeği misali küçük sıkıntıları tartışarak yaşarken, söz konusu ortaklık başarıya kadeh kaldırmaya başlamıştır bile. Herkes kendi iç huzursuzluğu ile yaşarken ortaklıkla ilgili bir sorun görmez, yaşamaz, dile bile getirmez.


Daha öte sonuç, yaşadığımız ve yaşayacağımız gelecektir. Bundan kaçış yok. Her şeyin gösteriyle sergilendiği, özel yaşamların toplumsal sorun gibi zihinlerimize yerleştirildiği ve iç huzurumuzu unutturan ortaklık, medya ile evlerimizin içine girerken bize de “günaydın yeşil ovalar, güzel insanlar, bir selam da benden olsun” gibi içerikten yoksun, huzursuzluğu gideremeyen bir gerçek kalır.

Sevgiyle ve "agroısse"den uzak bir yaşam dileklerimle...

Reyhan Gazel

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Ayşe ile Hasan ya da diğerleri








Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur zaman içinde develer….. iken pireler…. iken güzeller güzeli bir Fatma varmış. Fatma o kadar güzelmiş ki, Ayşe onu her gördüğünde için için kıskanırmış. Belli edemediğinden kıskançlık sıkıntısı içini her gün biraz daha deler geçermiş.

Kıskançlığın içini kemirdiği günlerin birinde Fatma Ayşe’ye:

“ Ayşe gel beraber oynayalım. Yaşamı çok seviyorum” demiş.

Fatma kızsa da bir şey diyememiş Ayşe’ye. Kabul etmiş teklifini. Başlamışlar oynamaya. Ne mi oynamışlar?

“ İyilik oyunu”

Oyun gereği kim kime daha çok iyilik yapsa iyilikte geride kalan ötekinin tüm evini temizleyecekmiş. Yeterince iyilik yapamamanın cezasını bedeniyle ödeyecekmiş. Ayşe temizlik yapmaktan ve birilerine iyilikten gocunmadığından bu teklifi kolayca yapmış. Her durumda şanslı olduğunu bildiğinden rahatmış.

Fatma’nın huzursuzluğu almış başını gitmiş. Artık yüreği bu sıkıntılı duruma daha fazla direnememiş.

“ Sana dayanamıyorum. Seni hiç anlayamıyorum.”

“ Farkındayım Fatma” demiş Ayşe.

“ Bunun için böyle bir oyun teklif ettim zaten. Belki zorla da olsa birilerine iyi bir şeyler yapmak istersin böylece.”

“ İyilik yapmam için illaki ev mi temizlemem gerekiyor. Ben zaten iyi bir insanım.“

“ Evet öylesin diyeceğim yok ama sen az önce demedin mi bana dayanamadığını. İyilik herkes için yapılmalıdır. Dayandıklarına iyilik yapman yetmez. Asıl büyüklük dayanamadıklarını, belki de sevemediklerine iyilik yapabilmenden geçmez mi?”

Oyun başlamadan bitmiş elbette. Başlayamayan oyunların bile insanın içsel yaşantısında fark yarattığını bilen Ayşe’nin içi rahatlamış. En azından iyiliğin herkese yapılması gerektiğini anlattığını düşünmüş.

Aradan aylar aylar ve hatta aylar geçmiş. Geçen aylar ayları kovalamış. Bizim iki kızımız da iyice serpilip ele güne karşı hazır hale gelmişler. İkisini de isteyen pek çok anne varmış. Oralarda “anneler” beğendiğinden “anneye “ beğendirme yarışması da hızlıca başlamış. Nerede bir “anne” görseler tüm kızlar, özellikle de bizim iki kızımız hemen saçlarını tarayarak ellerinde su testisi ortalıkta gezinirlermiş.

Bir gün çok zengin bir anne kızlarımızdan birisini çok beğenmiş. O ”anne” Hasan’ın annesiymiş. Hasan da güçlü kuvvetli, eli yüzü düzgün, güzeller güzeli bir delikanlıymış. Ama ne yazık ki “anne” sinin her dediğine koşulsuz “evet” dermiş. Ne yapsın kadından korkmak gerektiğini daha küçücükken öğretmişler Hasan’a.

Hasan’ın annesi, Fatma’yı beğenmiş. Hemen oğluna gidip:

“ Oğlum güzel oğlum. Kınalı kuzum. Sana güzeller güzeli, fidan gibi, aklı başında, ay yüzlü bir kız buldum. Onu hemen alacağım. Sen de evlenmek için hazırlan “ demiş.

Hasan annesine sevincini dile getirerek:

“ Annem, güzeller güzeli annem. Sen dersin de ben istemem mi? Kimi uygun görürsen hemen al gel.” Demiş.

Hasan’ın annesi Fatma’yı babasından istemiş. Fatma’nın babası teklife olumlu bakmış. Ne olsa zengin anne.

Fatma zengin birisiyle evlenme telaşıyla çok heyecanlanmış. Hemen Ayşe’ye koşmuş:

“ Ayşe canım Ayşe. Bak beni kimler istiyor. Hemen evleniyorum. Çok mutluyum. Beni kıskanma sakın sana da birisi çıkar elbet.“

“ Güzel Fatma, çıkar elbet. Herkesin kısmeti çıkar. Senin için mutlu oldum.”

Fatma, Ayşe’nin kendisini kıskanmadığını görünce yine huzursuzca yatağına koşup ağlamış. Bir yandan da:

“ Şu Ayşe’yi bir kıskançlığından ağlatabilsem “ dile Allah’a yalvarmış.

Bilmediği bir şey varmış. O da Allah yürekleri en iyi görendir. Her şeyi bilendir. Yürekler yanlış yolda olduğunda yolu çevirendir.

Hasan evlenme telaşı içinde sokakta heyecanla gezerken elinde su testisiyle çeşmeye giden Ayşe’yi görür görmez ellerine hakim olamamış. Eller bileklerden koparcasına titrerken içinden dua etmiş:

“Allahım ne olur annemin alacağı kız bu olsun”

Düğün günü gelip çattığında halaylar çekilmiş, misketler oynanmış. İş duvak açmaya gelince Hasan, heyecanla duvağı kaldırıp gelinin sevdiği kız olmadığını anlayınca çok üzülmüş. Ama ne yapsın?

Aradan yıllar yıllar, hatta yıllar geçmiş. Küçük güzel çocukları olmuş. Bu arada Ayşe de evlenmiş. Onun da küçük güzel çocukları olmuş. Ama hep Fatma’nın gözleri üzerinde yaşamak zorunda kalmış. Fatma onu mutsuz edeceği anı yakalayabilmek için hep didinmiş ama nafile. Ayşe hep mutlu olmuş.

Fakir kocasıyla tarlada ekin biçerken mutluluktan çocuklarını da yanından hiç ayırmayan Ayşe, Fatma’ya oynayamadıkları oyunun ne zaman oynanacağını da bir türlü soramamış. Sormak da istememiş. Sorsa ne olacak ki.

Aradan geçen onca yıl ne Ayşe’yi ne Fatma’yı değiştirmemiş. Yaşlılıklarında da.

Uzun yıllar sonra Ayşe ölmek üzeriyken yaşlı Fatma’yı yanına çağırtmış:

“ Ben senden sadece senin mutluluğunu istedim. Ama sen bana sadece mutsuzluk verdin. Neden?” diye sormak istemiş. Ama soramamış. Çünkü Fatma birkaç gün önce gözlerini kapadığından yanına gelememiş. Ayşe’ye Fatma’nın öldüğünü söyleyememişler. Üzülüp daha erken ölmesinden korkmuşlar:

“Fatma’nın çok işleri var. Gelmek istiyor ama belki yarın” diye oyalamışlar.

Ayşe son nefesini verirken:

“ Fatma arkadaşım. Güzeller güzelim. Keşke sen de benim gibi mutlu ölebilseydin. Geriye mutluluk ile hatırlanan taze bir gelin olarak hatırlanabilseydin. Bari öbür dünyada mutlu olabilesin. Tüm duam bunun için.” Diyerek gözlerini kapamış.

Bu mini mini büyüklere masal da burada bitmiş. Ama bitmeyen bir şeyi de hatırlatarak:

“ Gökyüzünün altında her şey eski…”

Sevgiyle kalın

Reyhan Gazel

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...