27 Mayıs 2008 Salı

Sedat Ağaoğlu





Bir tebessümü mahvetmektir işimiz; gökyüzünü boyamak değil;
Gökyüzünün altında eskidir zaten herşey; gökyüzü gibi.
Görmek ne ki
Görsek kendimizi
Kendimiz kim ki

Merhamet diye bir çay bahçesi vardır içimizde
Biliyorum
Avuç açmış dilencisinin kendimiz olduğunu
Görsek
Ve sevsek
İnsan oluruz belki

İnce belli bir bardakdır yaşam
Bir damladır gökyüzünden gelen
Sıcak ve narin
Dokunsak hissedeceğiz
Elimiz titrek olsun; varsın olsun.

Korku bekler bizi
Bu yüzden mahvetmektir bir tebessümü işimiz
Bu yüzden boş sallanır salıncaklar
Ve çocuklar

Sallamadı beni kimse
Bulutlar bile
Sallamıyor hala kimse
Farklıyım diye

Sallamıyorum kimseyi
Ben bir nefes gökyüzüyüm diye.

SEDAT AĞAOĞLU

9 Mayıs 2008 Cuma

Dar Alanda Geniş Pas





Yollar yolları kovalar, içinde küçük taşlar düzlüğü bozar. Bozar bozmasına da, yürüyene, yürümek isteyene vız gelir. Yol geniş, düz, engebeli ne fark eder. Yeter ki üzerinde yürüyen olsun.

Yollar birbirini kovalarken, birbirini kenardan köşeden tutarken, yaşamın yollara çıkan dar alanda geniş paslaşması yürüyene ne getirir?

Öfke ve sabırla geçen yılların arasına serpiştirilmiş küçük mutluluklar da olmasa, ne küçük taşlar ne büyük/ küçük yollar çekilir. Küçük mutluluklarla yaşamı yaşamaya çalışmanın tadını alabilenlere yazıyorum. Bu tadı bilmeyenlere tek söz yok.

Alan dar olsun, geniş olsun ne fark eder? Yeter ki pas geniş olsun. Olabildiğince uzağa düşsün. Pas, uzak, görülemeyen yerde olmasın. Yerinden bakınca karşıda dursun. Ama taşlar önünde dursun. Pası çıkarırken taşların üzerinden atlamanın keyfine varılsın. Her atlanan taş, dar alandaki geniş pası karşımızda bulundursun.

Pas, pas, pas…Geniş olsun. Ama yol fark etmez, istediği gibi olsun. Yollar zaten dar. “Uzun ince bir yoldayım” der gibi keyifli bir yolculuk olsun.

İster yaşam size gülsün, ister siz yaşama gülün. Yeter ki gülün. Neye olursa olsun. Gülmenin tadını alabilmenin keyfiyle, hatta gıcık gıcık…

Dar alanda geniş pas atabilmenin keyfiyle, deneyin. Arkanıza yaslanıp deneyin. İster gözleriniz açık, ister kapalı… Ne fark eder ki. Yeter ki yürekler görsün. Yaşama bir çalım atar gibi. İnceden, derinden, güzelce, sessizce…

Sözüm; gözünün önünü göremeyenlere, gözlerinin önündeki koca yaşamı yaşayamayanlara…Dar alanları bahane edip, “oynayacağım ama yerim dar” diye yerinde oturanlara, yürekleri yerinden kalkmayanlara…Yerinden kalkan yüreklerini başkalarının ellerine verenlere…

Geniş açıdan yaşamı göremeyenlerle ilgilenmeme kararım yerinde dururken yazdım bu satırları. Yine de “belki” dercesine. Ama biliyorum ki nafile. Napalım umut kapısı iste.

Daha yaşanılır bir yaşam için, dar alanda geniş pas atmaya çalışan tüm engellilerimiz için…

Reyhan Gazel

4 Mayıs 2008 Pazar

Her Gelin Gördüğümüzde...





Bembeyaz gelinlikle karşımızda masum masum duran bir kadın neler anlatmaz ki! Temizliği, saflığı, dişiliği, dokunulmamışlığı… Yüzü de kızarmışsa fazla söze gerek kalır mı?

“İnsan” tanımı gereği bir çok özelliği bir arada taşır. Bu nedenle tanımlama zordur. “İnsan” tanımı yapabilmek için epeyce düşünmek, düşünülenleri toparlamak daha da önemlisi yüreklerin en derinlerinde hissetmek gerekir.

Çünkü tanımlama doğru yapılmadığında karşımıza insandan çok insanlar, “benliği kaybolmuşlar” çıkar. Kaybolmuş benliği ise sadece bir “insanda” değil, hiçbir yerde bulamayız.

Türkiye’ de birçok insanın yüreğini derinlerden sızlatan büyük bir ayıbın yaşanmışlığının hüznü aslında çok derinlerden özellikle kadınları sardı. Temizliğin, saflığın, dokunulmamışlığın sembolü olmuş gelinlik dişilikle birleşince ortaya karşı konulamayan bir tablonun çıkması çok üzdü. Karşı konulamaması ise şiddetle birleşince tablo daha da korkunçlaştı.

Bir insan hem özgür hem tutsaktır aslında. Değerlerin yaşanmasında, yaşantıların gerçekleşmesinde, isteklerin dayanılmazlığı karşısında… Yaşanılması istenmeyen, yaşanmamış olduğu düşlenen vahim olayda da isteklerin dayanılmazlığı karşısında özgürce bir tutum gerçekleşmiştir. Üstelik bu tutum, isteğin ötesinde bir başkasının isteksizliğini şiddetle birleştirmiştir.

Bu vahim olay yaşanmış bitmiş bir olay değildir. Gerçekleşme nedeni çok eskilere dayalı, erkek egemen anlayışın, erkeğin her isteğine koşulsuzca “evet” diyen bir anlayışın sonucu olarak görülmelidir.

İsteklere “evet” denmeme durumunda ise şiddetin pekiştirildiği bir tablodur aynı zamanda. Yumurta tavuk hikayesi gibi, bunların tümünün erkekleri yetiştirmeye çalışan anne yani başka bir kadın eliyle yapılmış olması düşündürücüdür. Yani, kadından çıkan yine kadına dönüyor.

Kısır döngü gibi. Bu nedenle ülkemiz adına kötü sonuçlanmış bu olay ne ilktir ne son olacaktır. Bu düşünceyi yaşantıda görenler için; bizden uzak olsun anlayışı ne kadar anlamlıdır?

Özetle, alışkanlıklarımız bizlerin hem en büyük dostu, hem en büyük düşmanıdır. Ayrıntıya girdiğimizde alışkanlığımız, beklentimiz bizim en büyük düşmanımız haline gelerek zayıflayan insani damarlarımızı baskın hale getirebiliyor. Her gelin gördüğümüzde içimizde yaşanan beklentinin yaşamda karşımıza çıkmasını istemek, düşlemek gibi…

Reyhan Gazel

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...