31 Ocak 2008 Perşembe

Artık Masal Yazayım mı?




Bugün arayan bir kaderdaşım:

“Masal yazmaya başlamışsın” deyince,
“ Ne yapayım, belki derdimi masalla anlatırsam daha iyi anlaşılır, bir de bu yolu deneyim” dedim.

Dil, yazı dili o kadar geniş bir alandır ki bunu ancak yazabilenler bilir. Usta olsun olmasın… Yazmak, hem zor, hem kolaydır. Yazı yazabilenler için her tür yazı kolaydır. İster resmi belge, rapor, tutanak, şiir, masal, düz yazı, betimleme…denersiniz, derdinizi nasıl daha etkili anlattığınızı bulursunuz. Hangi yazı dilinizin daha iyi okunduğunu görürsünüz. Gelen tepkiler sizi yönlendirir. Özellikle mesaj kaygınız varsa. Benim gibi…

Denedim ben de herkes gibi. Hedef kitlem nasıl yazmamı daha çok tercih ediyor? Bu önemliydi benim için. Masal da denemelerim arasında. Denedim tepkiler olumlu oldu. Demek ki doğru yoldayım kendimce. Yani, bundan sonra masal yazarım artık. Kendimce…

Dert adamı söyletir derler ya! Benim derdim bana masal bile yazdırtıyor artık. Durumum pek iyi değil sanırım. Yüreğimin durumu…Masallarla sosyal politika yapmayı, üstelik bu masalları büyüklere yazmayı düşündüğüme göre… Benim derdim büyük olsa gerek değil mi?

Masallardan yıllarca ayrı kalmışlara, kendileri için masal yazan bir dertli ilginç geliyor olmalı.

Bana masal bile yazdırtan derdimin, herkesin derdi olmasını istemem, masal yazmamı tetikliyor galiba. Aslında beni masal yazmaya bile götüren derdim büyük değil inanın. Ama yüreklere taşınmasının zorluğu büyük. Bunu başarabilmek için yazının gücünü daha ne kadar kullanabilirim bilmiyorum. Elim tuşlara gidebildikçe devam etmez umarım.

Yıllarca konuştum olmadı, şimdi her yolla yazmayı deniyorum, bu da olmazsa …Yeni bir yol bulmak gerek şimdiden, çünkü umudumu yitirmek istemiyorum. Yürek taşarken yeni yol bulmak kolay değil, inanın.

Taşan yürekleri taşıyabilmek çok daha zor, bunu daha iyi biliyorum. Hep bildim bunu zaten. Gördüm de çevremde. Bilmek, bildiğini anlatamamak, anlatamadığını sürekli anlatmak zorunda kalmak, yüreklere ulaşamamak, ulaştığın yüreklerde devamını görememek… Ne zor bilir misiniz? Bilirsiniz, bunu biliyorum. Benim okurlarım bunu iyi bilir. Yürekten yüreğe akanları iyi bilir. Nelerin akabileceğini, yürek akışının sadece sözle olmadığını…O yüzden buradasınız bunu da iyi bilirim. Ama devamının nasıl geleceğini bilmiyorum.

Bir insanın başka yüreklere güvenmemenin acısını bilir misiniz? Bunu da bilin isterim. Yüreğinizin acımamasını isteyerek…

Reyhan Gazel

29 Ocak 2008 Salı

Hasretlik Söylemek










Bir varmış bir yokmuş, dağların ardı ardına sıralandığı, bulutların hep açık mavi renk olduğu, güllerin açabilecek en güzel renkte açtığı, çocukların hiç ağlamadığı bir köy varmış. Her şey olması gerektiği gibiymiş bu köyde.Yüzümüzü güldüren masallardaki gibi. Herkesin yüzünde küçük ama anlamlı bir tebessüm bulunurmuş bu köyde. Sözleşmiş gibi herkes gülümseyerek konuşurmuş. Kimse gitmezmiş, hasretlik nedir bilinmezmiş. Giden olmadığı gibi, gelen de yokmuş. Ne gelen ne giden ama mutluluk hep oradaymış. Mutluluğun olmadığı bir yaşamı hiç düşünmezlermiş, düşünemezlermiş. Mutluluk olmadığında nasıl mutsuz olunacağını bilmediklerinden, mutsuzluk kelimesini hiç bilmezlermiş. Hep istedikleri gibi yaşamaya alıştıklarından, istemedikleri de olmazmış, bilmediklerinden. Neyi istemeyeceklerini bilmediklerinden…Ölümü de doğal karşılayıp, başka dünyaya gittiklerine inandıklarından, ölenin ardından ağlamayı bilmeden yaşarlarmış. Yüzyıllar birbirini böyle kovalamış, yetişecek bir zaman dilimi varmış gibi…

Köylünün biri bir gün çalılıkların arasında garip sesler çıkaran bir kuş görmüş. Kuşun canı acıyormuş. Acısından sızlanıyormuş. Hemen kuşu bulan köylü, kuşu evine götürmüş. Ayağından yaralı kuş kıvranırken, köylünün evinde koşturmaca da başlamış. Yaralı kuşu iyileştirebilmek ve acısını dindirebilmek için didinmişler. Kuş inildedikçe içleri ağlamış yüzleri gülümsese de. Yürekleri acıyınca ağlayamadıklarını bildiklerinden kuş sızlandıkça “keşke ağlayabilsek” diye konuşmaya da başlamışlar. Ağlayabildiklerinde yüreklerinin biraz hafifleyeceğini düşünerek…Ama ağlamayı bilmediklerinden sadece konuşmuşlar. Yürekleri küçük bir kuşun yüreğinden akan acıyla dağlanmış.

Küçük kuşun acısı bir türlü dinmemiş, kanatları kıvrım kıvrım acı içinde, yüreği darda ama dimdik inildemeler sürdükçe, köylü ve ev halkı daha bir ezilmiş kuşun acıya direnemeyeceğini düşündüklerinden. Ama küçük kuş direnmiş, direnmiş, yılmamış…Geceyi sabah yaptıklarından, ev halkı yorgun, yürekleri sızıda küçük kuşu okşamaya devam etmişler. Küçük kuş sızısını bir tarafa bırakarak, okşanmanın keyfini yaşamaya başlamış. Acısının bile önüne geçen okşanmanın güzel tadı sarmış küçük kuşun bedenini. Rahatlamış.

Ertesi gün yine geceyi sabah yapan köylü ve ailesi küçük kuşu okşarken onun ayağının kırılmış olduğunu daha net görebilmişler. Yapacaklarının tümünü yaptıklarına inandıklarından bundan sonra tek yapılacak olanın uçamayacak olan küçük kuşun mutlu yaşamasını sağlamak olduğuna karar vermişler. Uçamayan , uçamayacak olan küçük kuşu mutlu yaşatmaya ant içmişler. Nereden geldiği, niye geldiği belli olmayan küçük kuş, yürekten akan sevgiler karşısında huzura kavuşmuş. Uçamasa da mutluluktan uçmak ona yetermiş.

Köylünün küçük oğlu küçük uçamayan kuşlarını sık sık alıp köylülerin de sevmesini sağlarmış. Kucağına aldığı küçük kuşu uçuruyormuş gibi yaparak, onunla kendi mutluluğunu paylaşırmış. Tüm köylüler de küçük oğul gibi kuşun mutlu olabilmesini yürekten istediklerinden, onunla mutluluktan uçmaya hazır oyunları oynarlaşmış. Küçük kuş bir süre sonra uçmanın ne olduğunu unuttuğundan, böyle bir yaşamı yürekten sevmeye başlamış.Başka ne yapsın ki!

Küçük kuşu yaralı bulan köylü, bir akşam uçamayan kuşu kucağında dolaştırırken pencerenin önüne başka bir kuşun konduğunu görmüş. Sadece köylü değil, küçük kuş da görmüş. Küçük oğul da hemen yanlarında… Küçük kuş kucakta boynunu bükmüş, yüreğini bükmüş, kanatlarını büzüştürmüş…Yüreğinin sızısını derinlerden hisseden köylü küçük kuşu tekrar sarmalamış. Küçük gagasına küçük bir öpücük kondurarak…Küçük ama yürekten bir öpücük.

Pencereye konan kuş, küçük kuşu çağırmış, birlikte uçmak istemiş. Küçük kuş daha bir sokulmuş köylünün kucağına. Köylü de küçük kuşun kanatlarına dokunmuş. Yüreğinden geçenleri “ canım küçük yaralı kuşum keşke uçabilsen de arkadaşınla gezinsen biraz “ sözleri ile dilinden akıtmış. Küçük oğul babasının bu sözlerine şaşırmış:

“Baba bizim kuşumuzun uçamadığını bilmiyor musun? Neden böyle söyledin?“
“Oğlum sadece yüreğimden geçenleri söyledim“
“Söyleme duymak istemiyorum”

Küçük yaralı kuş bir kez daha üzülmüş. Boynunu bükerek acısını yüreğine akıtmış. Dili söyleyemediğinden boynunu bükmesi bile anlamlıymış köylümüz için. Daha önce hiç yaşanmamış bir acı kaplamış köylünün evini. Küçük bir yaralı kuşun yaşamlarına gelmesi onlara acıyı yaşatmış. Hiç bilmedikleri acıyı. Sözlerin durduğu, yüreklerin konuştuğu anlarda yapılan gibi sadece susmuşlar. Ne söyleyebilirler ki? Bu arada kuş hala pencerede küçük kuşu bekliyormuş.

Yine geceyi sabah yaptıkları bir günün sabahında, küçük kuşun ansızın geldiği gibi gittiğini görmüşler. Yerinde olmaması daha bir acıtmış yüreklerini. Nereye gidebilir ki? Uçamayan bir kuş nereye gidebilir? Aramışlar ama nafile. Küçük kuş yokmuş hiçbir yerde. Tüm köylü seferber olmuş, herkes haykırarak aramış ama…Sırra kadem dedikleri türden bir durum. Mutsuzluğun kelimesini bile bilmeyenler yaşamaya başlamışlar. Hasretlik söyleyerek…Bir daha yüzleri gülümsese bile yürekleri hiç gülmemiş. Hep nerden geldiğini bilmedikleri, nereye gittiğini bilmedikleri küçük yaralı kuşun hasreti kaplamış tüm köyü, köylüleri, köylümüzü, küçük oğlu…Ne acı…Pencereye konan kuş bir daha gelmiş, bir daha gelmiş… bir daha gelmemiş. Arkadaşını görememek onu da üzmüş. Oysa ki ona kanatlarından bir parça vermek için küçük yüreği çırpınıyormuş. Ama o da öğrenmiş hasretliği, yitip gideni, çaresizliği…

Hiçbir engelli bireyin, yavrunun ardından üzülmemek için, mutsuzluğu bir ömür yaşamamak için onları üzmeyelim… Onlar üzülünce herkes üzülür. İnsan olan herkes.

Reyhan Gazel

Boş Geçen Zamanlar




Bir atın gözlerinde kıpır kıpır dolaşan ışıltının, kelebek dünyasındaki renklerden farksız olduğunu söylemek çok mu zor? Görememek de mi zor? Çiçeklerin, böceklerin dünyasındaki renklerin yüreklerde görülmemesi, görülememesi de ne ola ki? Çeşit çeşit, renk renk…Oysa yaşamın kendisini bulduğumuz yüreklerdeki renk cümbüşü, doğada gözümüzün önüne yansımıyor mu? Görebilene…

Bir insanın kendi yüreğine inememesinin nasıl bir yaşantı getirdiğini hep gördüğümden rahatım. Yaşamın kendisini bulduğumuz yüreklerdeki her bir atomun! keşfedilememesinden rahatsızım. Her yürek için hem de.

Görebilene o kadar büyük bir derinlik katıyor ki! Yaşamı yüreklerde görebilene…Yürekleri yaşama katabilene…kattırabilmek ne zor bilir misiniz? Her yüreğe girebilmek, her yürekten istendiği zaman çıkabilmek…yürek elimizde yaşayabilmek…Yüreklerin farkına varabilmek…yüreklice yaşamda var olabilmek…

Dağlardaki engin durumu çıplak gözle görmenin kolaylığı bir tarafa, hissedebilmek…bulutları kendi renginde bir daha bir daha görebilmek…Gülleri renk renk yüreklere katabilmek…Her yürekte ayrı bir derinliği hissedebilmek… Hissedememek, hissetmeye çalışmamak, hissetmeden yaşamaya alışmak…

Yaşamın renkleri olan her bir insanı engince gözetleyememek zor olsa gerek. Yürekleri hapsederek, düşünemeyerek, hissettiğini yaşayamamak….Farklılıkları farklılık olarak görüp renkleştirememek, farklılıklardan kaçınmak…kaçınınca kurtulacağımızı düşünmek…Herkesi kendimizin renginde görmek istemek…Bu mu yaşam?

Yaşam, yaşayabilmek…yaşamda ayakta kalabilmek, yaşamda yaşamları görebilmek, yaşamların enginlerini yaşayabilmek… Yürekten yılmadan, yüreklice…Çok mu zor? Bir insanın yüzüne bakınca ondan renk ötesi, renksiz bir bakış görebilmek de marifet. Bu marifeti başarabilmek kolay olmasa gerek. Farklı renkleri yok sayarak, kendi rengimizi var kılmaya çalışmak da….

Yüreklerin olmadığı yaşam boş yaşamdır…Yüreklerin yüreklice davranmadığı yaşam boş yaşamdır…Kin, nefret boşa geçen yürek zulmüdür…Gereksizce, var olamadan kinleşerek yaşayabilmek nasıl bir duygudur? Bir bakmışız yaşamın bitmesine az kalmış… O zaman geriye dönüş var mı tekrar renkleri görebilmek için…Kendimizden farklı renkleri…Kırılan yürekleri bir tarafa bırakarak yaşanmış boş zamanları döndürebilir miyiz?

“Dönülmez akşamın ufkundayım, vakit çok geç” sözleri melodili yüreğimize akarken, gözlerimizden yaşlar birer birer ama derinlerden dökülürken, bitmişliği düşünmenin yaşamda karşılığı nedir bilir misiniz? Koca bir hiç…Yitirilmiş, geri gelmeyen zamanlar… görülememiş farklı renkler…Yıkılıp bırakılmış yürekler…


Yaşamdaki her renge selamlar…

Reyhan Gazel

28 Ocak 2008 Pazartesi

Yalandan da Olsa!




Güzelliklerin yüreklerdeki yansıması istediğimiz gibi olmadığında, baş vurduğumuz zararlı / zararsız yol. Yalan da olsa yalandan bir tanım bu. Beğenmediyseniz kafanızı sallayıp geçin… Sanki her şeyin tanımı doğru da, yalanın tanımı doğru olsun. Bu söz de kafa sallayanlara olsun.

Tanımlarını bilmeden, bilemeden her tanım doğruymuş gibi yaşamın içine aldıklarımızın tümünü düşündüğümüzde, yalanın tanımı doğru olmuş, yanlış olmuş hatta yalan olmuş ne olur ki. Yaşamın yalandan yaşandığını bildiğimizden…Bu yaşamın yalan olduğunu düşündüğümüzden…yaşamların çoğunlukla yalan üzerine kurulu olduğunu anlayabildiğimizden…

Yaşamların yalan üzerine kurulu olması, bunu rahatlıkla ifade etmemiz yalan da olabilir, olmayabilir de. Ama biz yalan yazsak da yalan olmayan, olamayan tek şey insanın kendisine söyledikleridir. İçinden, kimselere belli etmeden, edemeden…

Bir başkasına söylenenlere yalan, kendimize söylediklerimize doğru denmesi ne kadar doğru? Sonuna kadar doğru…Kendimizi niye yalan söyleyip kandıralım ki. Gerek var mı? Buna bile gerek duyanlara söylenecek söz sükuttur. Sözün bittiği yerde oldukları için sükut en güzel cevaptır. Kendisini bile kandırmayı düşünenlere başka söze ne hacet!

Bir insan sadece kendisinin dostudur; bilene… Yalandan uzak duran, zararsızca kendisini bilen insanın öncelikle kendisine zararı olmaz, yalandan da olsa. Kendisine niye zarar versin ? Kimin için, kendisine yalan söyleyebilsin! Bir kendisi, bir yine kendisi olduğundan…

Kendisinde güzelliklerin bulunmadığını bilenler, yalandan da olsa yaşamaya alışmıştır. Kendisini yalanla baş edebileceğini düşünerek üstelik. Yalandan var olmanın kendisine verdiği, vereceği zararı göremediğinden. Yalan, yalan, olmadı bir daha yalan…Her şey yalan…Kendisi ile ilgili, kendisi için, kendisinin yerine başka yaşamları da yalan.

Yine kızdığım belli…Kime kızdığım belli değil, hiç de olmayacak. Yaşamı yaşamın içinden görünce kimin olduğunun önemi var mı? Yalanın yaşamda olmadığını söyleyen olmadığından, doğrudur da yazdıklarım.

Yalandan akıllı olmak, yalandan dost olmak, yalandan iş yapmak, yalandan doğru söylemek, yalandan konuşmak, yalandan kafa sallamak…O kadar yalan var ki! Yaşamı var eden, yaşamdan kopamayan bir savunma şekli ile karşımızda dimdik duran yalanlar oldukça, doğruyu bulmak da yalandan kolay olsun bari. En kolayı her şeyin yalan olduğunu bilmek belki de. Böylece doğru varsa da yoksa da rahatlar yürekler. Önemli olan da bu değil mi? Rahatlayan yüreklerle yaşamanın hafifliği her şeye değmez mi?

Yine de doğrulardan şaşmamak gerek. Her şeyin doğrusunu önce yüreklerde yaşamak gerek. Yüreklere yalan olmaz, söylememeye bile çalışmamak gerek. Yalan yüreklere giremeyen yürekten olandır… Yazık olur…

Reyhan Gazel

27 Ocak 2008 Pazar

Şükürler Olsun !




Şükürler olsun ki, sizlere buradan da olsa ulaşabiliyorum. Şükür bizleri kavuşturana. Şükürler olsun bugün de doyduk. Şükür benim çocuğum o arkadaş gibi hasta değil, ne de akıllı benim yavrum…Şükürle ilgili o kadar çok cümle duyuyoruz ki, yaz yaz bitmez. En iyisi gerisini size bırakayım.

Yaşamda şükredecek o kadar çok şey var ki…Şükret şükret bitmiyor adeta. Şükür etmenin ne olduğu bilemeden, şükredip durmak güzel olsa gerek. Her karnımız doyduğunda, her araba kazasından kurtulduğumuzda, her maaş aldığımızda… Bizde olanların başkalarında olmadığını düşündüğümüz her anda. Şükrederek kendimizi rahatlatmak da güzel. Yüreğimiz başka yerlerdeyken bile… Özür dilerim. Yüreğimiz başka yerdeyken olmaz değil mi? Sadece şükrederek yaşayanlara empati kurayım derken sempati kurmuş oldum da.

Yaşam bizleri kendi içinde sınarken, bizden de sadece şükür bekler diyenlere sistemim yazdırtıyor bunları. Yaşamın böyle bir şeyi ihtiyacı olmasa gerek. Her an şükreden birilerine de. Şükür etmek biraz zordur; bilene… Sözüyle şükredip geçenlere ihtiyaç fazlası muamelesi yapayım mı? Yakışmaz elbette. Biz herkesi seviyoruz yine de.

Allah bizleri yaratırken bazılarına bir şeyleri az verirken, bazılarına çok verir. Bazılarının yaşamı iyi giderken bazılarının işleri hep zora girer. Ya da bazen öyle olur bazen böyle… Yaşam bir şekilde akar…Bazen sabır, bazen şükür gerekir. Ya da hep sabır hep şükür gerekir. Nasıl yapılacağını bilenler için söylenecek sözüm yok, olamaz da. Ama sadece sözle sabır ya da şükür edenlere söylenecek sözlerim var:

“ Yaratılırken bizde olduğunu gördüklerimizle insanlığa katkımız olmadıkça, sözde şükürlerin bir anlamı olmaz. Bize verilenlerle iyi şeyler yapmadıkça verilenlerin anlamının kalmaması da bundandır. Verilenler geri alınır ya da alınmaz, bunu ben bilemem, ama bildiğim verilenlerin yerlerini bulamamasının karşılığı mutlaka gelecektir. Yaşamda sabır gösterenlerin de isyan etmedikçe karşılığını alacaklarını bildiğimden rahatım. Tüm mağdurlar adına rahatım. Mağdurlara hep bekleyin, isyan etmeyin demem de bundan.”

Verilir, alınır, alınmaz, verilmez…Bunları sürekli düşünmek olmaz. Ne yaşanacaksa yaşanır, tedbirleri aldıktan sonra yaşanacaklara olumlu / olumsuz katkı olmaz. Bunu rahatça söyleyebilirim. Bir anda yaşamların iyi/ kötü değişebildiğini yaşamda gördüğümden rahatım. Başımıza ani düşen bir saksı ile yaşamı terk edebildiğimizi bildiğimden… Ani bir haberle tüm isteklerimize kavuşabildiğimizden…Bizim dışımızda ama bizimle ilgili tüm yaşam içeriklerini görebildiğimden…

Hiç bir şey insana tesadüfen verilmemiştir. Her bir sınanma, sınav…Ama bize düşen sınandığımızı bilerek verilenleri doğru yerlerde kullanmak, verilmeyenleri verileceğini beklemek…sabırla…şükrederek…Yüreklerimize sahip çıkarak.

Şükürler olsun ki yazabiliyorum, düşündüklerim benimle gitmeyecek…

Reyhan Gazel

Siz Zahmet Etmeyin




Yüreklice yüreğe ulaşmak zordur, bilene…Uzun yıllar çalışmak gerekiyor bunun için. Sabırla, bıkmadan, üşenmeden…Yaşamın içine dair bir çok şeyi bir tarafa bırakarak üstelik. Adeta yaşama yenilmeden ayakta kalarak, her daim didinmek gerekiyor. Yüreğe ulaşmanın tadını öncesinde hissedebilmek bile tüm çabaya değer; görebilene…

Sıkıntıya gelemeden kendisini sadece istediği gibi görenler için, imkansız bir süreç de böylece başlamış oluyor. Yüreğe ulaşabilmenin zorluğu bilindiğinden koca bir kaçışın nedeni de böylece ortaya çıkmış oluyor. Kaybedilen her şeyin güzelliğine rağmen…

Kaybedilenlerin ne olabileceğini bilememek bile o kadar kötü ki; bilene…Yüreğine sahip olabilmenin var oluşa katkısını bilememek de. Ne anlatılıyor ki burada diyenlere bu söz de….

Kendisine sahip olabilmek bir insanın vaz geçilmezi olmasın mı? Bu neden kaçırtsın ki! Bilemem. Ama bilemediğimi her an yakınlarında yaşarım. Sessizce…

Yüreğini kendi ellerinde tutanların nasıl yaşadıkları az da olsa görmek keyif verici. Çokça olmasını isteyerek…

Kendisi yerine birilerinin kendisi için düşünmesini isteyenlere sitemim. “Benim için düşün” diyenlerin aklı neyi düşünüyor ki o arada! Burada ne denmesi gerekiyor?

Sanırım:

“sen zahmet etme ben düşünürüm senin yerine” denmesi mi?
“Ne zahmeti emrin olur”….diyelim bari.

Yüreğine nasıl ulaşacağını bilmeyenlere, yüreklerin ancak insanın kendi içinde olduğu hatırlatmaya gerek var mı? Olmasa gerek. Ama içeride nerede olduğunu belki de göstermek gerek böylelerine. Sağda mı, solda mı? Yoksa ortada bir yerlerde mi? Tamam kızmayın dalgayı bırakalım.

Yüreklerimiz yaşamın orta yerindedir. Her attığımız adımda, her konuşmamızda, her yürek buluşmamızda, her bakışımızda…Yani her yerimizde. Bedenlerin dışında her yerde. Şefkatle uzattığımız her insanın göz bebeğinde, cebimizdeki kuruşu sevgiyle paylaştığımız her yürekte, yerden kaldırdığımız her mağdurun sözlerinde, onlarca para vererek aldığımız her gereksiz harcamada…

Yine de zahmet etmeyin biz düşünürüz herkesin yerine. Yüreğinizi bulacağınız noktayı da zahmetsizce size gösteririz. Yürekten yüreğe akışı anlatan tüm içerikleri de. Nasıl olması gerektiği, olabileceği en iyi şekli de…Siz keyfinize bakın, bizim işimiz bu nasıl olsa. Kendi yüreklerimize hemence ulaşabildiğimizden, yapacak başka işimiz olmadığından…

Yüreklerini bulabilenlere sevgiyle…

Reyhan Gazel

26 Ocak 2008 Cumartesi

Tohum Ortadaysa Yenir




Yaşamın var oluşunu simgeleyen tohum, yaşamın varlık nedeni midir? Tohumların varlık nedeni yaşamı var edebilmek midir? Yaşamı var eden tohumları var eden nedir?

Yaşamın tohumlardan çıktığını kolayca bildiğimizden, tohumların yaşamın orta yerinde bulunmasının kime ne zararı var? Tohumların yaşamı genişletebilmesi için ortalıklarda dolaşmasının, yenmesini kolaylaştıracağını tahmin edememek mümkün değil. Ortada kalan tohumların ulaşılabilir olmasını istediğimizden de değil. Ulaşılabilir olanın savunmasız olmasını anlayamadığımızdan…

Yaşamın belki de hiç düşünülmeyen büyük sırrıdır tohumlar. Tohumların varlığı, nasıl yaşamı var ettiği, yaşamdaki zorlukları…İçinden çıkanlar, içinden çıkıp yaşamda yok olanlar, içinden çıkıp yaşamda etkin olanlar…

Bir şeyin çıkışını sembolize eden tohum, yaşamın küçük ama anlamlı ayrıntılarında yaşamı kucaklayan bir semboldür aynı zamanda. Küçücük bir tohumun var ettiği koca yaşamlar, yaşantılar…Saklanması gereken bir çıkışın da kendisi…Korunması gereken…

Öyle bir çalılık biliyorum ki, küçük bir tohum orayı vadiye çevirir hiç üşenmeden. Yaşama üşenmeden, var ettiklerinin var olma zorluklarını gözünde büyütmeden, incitmeden, sessizce, kimselere duyurmadan…

Hiç göremeyeceğiz kadar büyük bir sessizlikle yaşamı var eden tohumlar, bir gün gelir ortada kaldıklarından yenebilir de. Yaşamın var olmasını istemeyenlerce, yaşamdaki umutları umutsuzlukla yer değişenlerce…

Acı, çok acı…yaşamı anlayamamak çok acı. Yaşamda var olamadan yenilmek çok acı. Güzellikleri oluşturamadan düşmanlarca yaşamdan uzak tutulmak büyük acı…Acı üstüne acı…

Uzakta beliren bir kapının ardındaki büyük yaşam umutlarını görerek, umutsuzca yok oluş anını yaşamak … Bunun karşılığını yaşamda bulamadan yok olmak…Yaşamda tohumların olup olmadığını düşünemeden var olmaya çalışmak…Var oluşun böyle açıklanması…yaşamı kavrayamamak…umutsuzca yenilmeyi beklemek…

“Tohumlar kadar ortadaysan kuşlar yer” ifadesi kuşların kötü olduğunu anlatmadığından, evrendeki devinimi görebilmek için çaba harcamamak…Devinimin çıkış noktasını bilememek, anlamamak için direnmek…Niye…

Her şeye rağmen kendisini değil, yaşamı oluşturmaya çalışan tohumlara selam olsun…Her cinsten, türden, cinsiyetten, varlık nedeninden, bedenden…Ne olursa olsun yaşamı oluşturmaya çalışanlara küçük bir hediye…Boşlukları doldurabilmek ise büyük ödev… Ödevini yapmak isteyenlere.

Reyhan Gazel

24 Ocak 2008 Perşembe

"Kadın"




Yaşamımın geçmiş hiçbir döneminde cinsiyet vurgum olmadı. Olacağını da hiç düşünmemiştim. Çünkü, tüm beynim, yüreğim ”insan” temelinde kurgulanmıştı. Zaman geçtikçe cinsiyet vurgusu beynimde, yüreğimde daha belirgin oluşmaya başladı. Özellikle yaşamın içine daha sıkı girdikçe….

Birbirini tamamladığını düşündüğüm cinsiyetlerin, aslında birbirleriyle rekabet, çatışma ve varlık kavgasında olduklarını görmem kendi cinsiyetimi anlamama yol açtı. Kendi cinsiyetimin bana yüklemiş olduğu misyonuyla birlikte… Kazandığım değil, verilen ve kabul etmem gereken misyon. Çarem yok tabii…Tüm kadınlar gibi.

Kadınlara uygun görülen rolleri birer birer oynamam gerektiği konusunda baskılar belirgin oldukça, en iyi oyuncu ünvanını alıp almama konusunda düşünmek ve karar vermek de gerekti. Karar veremedim hala… Beynimin, yüreğimin temel kurgusu “insan” oldukça da verebileceğimi sanmıyorum.

En iyi oyuncu olma konusunda fikrim net değilken, temelde biçilen rolleri oynamamanın mümkün olmadığını da aynı dönemde görmeye başladım. Asgari müşterekte anlaşarak yaşamla geçinme sözünü kendimce, kendime vererek….

Yaşamın içinden “kadın” vurgusunu belirginleştirmeye çalışanların, yaşamda karşılaştıkları “kadın” lara ettikleri farklı zulümleri bilmek bile acı verici. Geçmişinde “insan” vurgusunu .beyinlerinde, yüreklerinde yaşamayanların “kadın” lara yaşattıklarını bildiğimden…

“Kadın” lar akıllıdır… çok akıllı. Kendilerine yapılan hiçbir zulmü unutmayacak kadar akıllı. Unutmuş görünmeleri bile akıllı olduklarını göstermez mi? İnandırabilmek…Oysa ki, sevgi, güzellik, akıl, yürek gibi beyne hoş gelen kavramların tümünü kendinde barındıran “kadın” lar, ortak bir yaşamdan öte ne istediler?

Yaratılan her bir insana öncelikle“ İnsan”, gözüyle bakılmasının yüreklere bu kadar zor gelmesini hiç anlayamadım. Cinsiyetlere özel vurgu yapılmasını kesinlikle anlayamadım. Kadınlara özel bir varlık muamelesi yapılmasını ise yine anlamaktan çok uzağım. Aklım yaşamı tanıdıkça anladı ama yüreğimle anlayamadım.

Sadece görüntü ile bir insanın yargılanmasını anlamak bile bana zulüm gelirken, bunun anlamaktan öte yaşamda karşımıza çıkmasını içime sindiremedim. Erkeklerin kurguladıkları dünyada “insan” olamadan kadın olarak yaşamak gerektiği fikri de benden çok uzak. Tüm kadınlardan çok uzak. Yaşamda kadın görüntüsü ile var olabilmek ne zor bilir misiniz?

Değerlerinizi yaşayamadan var olmaya çalışmanın zahmetine ne kadar katlana bilirsiniz? Her şeyimiz konuşulur oldu…Değerlerimize ilişkin kıyafetlerimiz bile ülkede gündem oldu. Kıyafetlerimizle değerlerimiz yargılanır oldu. Beğenenler beğenmeyenler şeklinde jüri nerdeyse teklif edilecek oldu. Ne gerek var?

Yaşama kendisi gibi katılan, üreten “insana” büyük ihtiyaç olduğu günümüzde kadın vurgusunun nedenini anlayan varsa beri gelsin. “Kıyafetin istediğimiz gibi olursa gel, yoksa karışmam “… Buyrun…birlikte alışverişe gidelim mi?
Seçelim mi beraber? Etek uzun mu olsun istersiniz, keramet buyurum da alalım istediklerinizi, bir daha bir daha vakit harcamayalım…. Saçlarımız nasıl olsun istersiniz. Siz söyleyin biz yaptıralım.

Hiçbir şey bu kadar kolay değil. Kolay olmamalı. Üretim çağında bunlar konuşulmamalı. Kadına “insan” ca değerlerini yaşama izni verildiğinde daha mutlu olacağımızdan emin olun. Bizim mutluluğumuz toplumun mutluluğudur; bilene…Toplumun gerçek toplum mühendisleri olarak, tüm kadınlar için…

Kadınların önce “insan” olmaları sonra, cinsiyetlerini ve yüreklerindeki değerlerini yaşamalarına yürekten destek olunana kadar, gündem dışı ama yaşamın orta yerinde mücadelemiz sürecek. Bundan emin olunuz.

Görüntüsü ile bir “insanın” değerlendirilmesinin hakkını kendinde bulanlara son söz;

“ Bir “insan” özeldir, tektir. Aklı, vicdanı olan tek varlıktır. Cinsiyet “insanın” dışında ama içinden onu belirleyen özelliklerin tümünü çağrıştırır. Cinsiyetin verdikleri ile “insan” olarak getirdiklerimiz bütünleşince yaşamda var olunur. Yaşam tamamlanır. Kadın ve erkek yaşamın tümünü anlatır. Ortak yaşamın tümünü…Ortak yaşamda birisi değerlerini yaşayabilirken, diğeri sadece içinde yaşatırsa sonuç yaşam için sıkıntılı olur. Yaşam bu adaletsizlikten dara girer. Üretim “insan” olan için varlık nedenidir. Kendisini var edebilmeyle birlikte... Bundan mahrum kalanlar üzülür. Üzgün “insan” ın yaşama katkısı ancak üzüntü olur. Gerisi rol olur…”

Yaşam herkese gülsün…

Reyhan Gazel

22 Ocak 2008 Salı

" Çağdaş Entüisyonistler "




Herkesin her şeyi bilmesi bir tarafa, herkes her şeyi hisseder de oldu. Falcılar işsiz kalırsa şaşırmamak gerek. Herkesin eli yüreğinde hissedip duruyor, neyi mi? Yaşamı, kendisinin geleceğini, başkasının ne zaman terfi edeceğini…

Yaşamın içinde bir sezgiciliktir gidiyor son zamanlarda. Bilerek atılan adımların yerini, hissederek atılan adımlar almış. Bilmeden hissedilirmiş gibi. H.Bergson yaşasaydı ne derdi acaba?

Bergson, anlayış gücünün gerçeği kavramadaki yetersizliğini kendi düşünce düzeni içinde başka bir yetiyle gidermeye çalışmıştır. Onun "sezgi" adını verdiği bu yeti yapısı gereği kişinin iç evreniyle ilgilidir. Sezgi, içten olanı, özde bulunanı görme anlamındadır. Bilen kişinin en önemli özelliği de kendisinde sezgi denen yetinin bulunmasıdır. Akıl dışa dönüktür, sezgi ise içe yöneliktir. Aklın kavrayamadığı "süre"yi sezgiyle bilme olanağı vardır. Gazali de aklın ötesinde bir gücün bizleri doğruya ulaştırabileceğini anlatıyor.

Ben filozofların yalancısıyım. Onlar böyle diyor, biz onlardan öğrenip yaşama aktarıyoruz. Ama “çağdaş entüisyonistler” aktarmakla yetinmeyip, yaşama doğrudan ‘bilmeden’ katıyorlar. Yazık.

Herkesin her şeyi bildiğini düşündüğü günümüzde, her şeyin ‘sezilebildiği’ gündemi çok yeni aslında. En azından yaşamda etkinliği yeni. Değişimi onaylamanın belki de en büyük sıkıntısı. Değişiyoruz ama bazen istenmedik yönde…Bilgiden uzak kalarak, bilmeyerek, bilmediğimizi bilmeyerek, bilemeyerek, daha da vahimi bilmeye zaman vermeyerek…Yerine koyulan sezgi, kolaya kaçmanın ötesinde, çoğunlukla yanlışın da yerini sağlamlaştıran bir güç …

Bilgiyle dolu bir yaşamda sezgilerin kullanılması anlamlıdır; bilene…Bilginin yanına sezginin güç olarak getirilmesi önemlidir; düşünene…İçe dönerek kendi yüreğimizi de yaşama katabilmemiz gereklidir; anlayabilene…Sezgi yerindeyse, olmalıdır; hissedebilene…

Çağdaşlığın ölçütü, bilgiye ulaşabilmekle sınırlandırılırken, bir taraftan bilgiye sadece sezerek ulaşma arzusu pragmatik bir arzudur. Kolay yoldan kendimizi ifade etmenin arzusu. Uğraşmadan, yorulmadan, bilmeden…Sezgilere çevrede inanç varsa tehlikeli de olur. Bilgiye ulaşabilmenin hazzını uzat tutma ihtimaline karşı bir tehlike üstelik. Gelişebilmenin önündeki en büyük tehlike…

Bilgiye ulaşmada yetersiz olanların sezgiye yönelmesi bana bunları yazdırttı, sadece sezgi ile yaşamaya ve var olmaya çalışanların çokluğu beni kızdırdı, gelecek nesillere bilgiden uzak sadece sezilenlerin bırakılma ihtimali beni gerdi… Çağdaş sezgiciler arttıkça da devam edecek.

Bilgilerini sezgiyle süsleyenlere küçük bir hediye…Boşlukları doldurmak da size ödev…

Reyhan Gazel

21 Ocak 2008 Pazartesi

İroni Ne Kadar İnsalcıl?




Herkes biliyor, hem de her şeyi, evrenin sırlarından tutun da, kapı komşusunun evine en son gelen akrabasına kadar. İnsanın ‘ bırakın biraz da biz bilelim ‘ diyesi geliyor böyle anlarda. Ama fırsat kalırsa…

Bilenler bilmeyenlere anlatsın, bir bildiğim var o da ne kadar çok şey bilmediğin, biliyorsan anlatsana, bir bilmecem var çocuklar… Hadi sor…”ama sormayayım nasılsa biliyorsunuz”… Sahi bilmediğini bilen var mı? Pek rastlamadım, belki size denk gelmiştir.

Yaşamda herkes bilgi küpü gibi adeta. Kimsenin bilmediği yok gibi. Bilinmeyen kalmamış gibi. Herkes sürekli bilgi edinmek için didiniyormuş gibi…Herkes her şeyi biliyormuş gibi…Her şeyi bilmek mümkünmüş gibi…Bir biz kalmışız bilmediklerini bilen sanki.

Bilgi edinmek hem kolay hem zordur, bilene…Yaşam telaşında bir çok şeyi kenara itip uğraşmak gerek, düşünebilene…Yaşamda kenara itilenlerin sayısı bilgiye ayrılan zamana oranla daha çoksa, "bilen" bilgiye o kadar yaklaşır, anlayabilene… Tersi durumdakilerin pek şansı olmaz, görebilene…Ama bu durum bir tarafa herkes yine de her şeyi bilir, en azından bildiğini söyler. Yakalanmadığı sürece de devam eder, yaşayana…

Her yerde herkes her konuda konuşabilir, bildiğini düşündüğünden. Dinleyen de bilmiyorsa sorun da çıkmaz. Karşılıklı bilgi alış verişi kolaydır o zaman. Tersi halinde ‘gerçekten bilenin’ durumu zordur. "Bilenin" işin içinden çıkabilmesi, ironinin ne kadar insancıl olduğu sorusuna verdiği cevapla doğru orantılıdır. O anda kararını vermelidir, geciktikçe karar vermesi zorlaşır, sıkılır, bunalır, gerilir. Bilgiye ulaşmak için verdiği çabanın yanında bir de bilmeyenler karşısında sıkıntısını çekmek, yorar.

İroni bazen insancıl da olabilir. Bilmeyeni bilgiye yönelttiği nadir de olsa görülebilir. Denemek gerek. Burada bilmeyenin, ama bildiğini söyleyenin, kişiliği devreye girer.Kendi bildiklerinde ısrarcı ise ironi kavgadan başka sonuç getirmez. En iyisi huzuru kaçırmadan, kafa sallamaktır. Tutar çoğunlukla. Kişi onay görünce rahatlar, etrafına yeniden bilmiş gülücükler sallar, bilen sıkıntıdan ellerini kemirirken hem de. Bu böyle gider.

Sokrates yüzyıllar önce söylemiş: “ Bildiğim bir şey var o da hiçbir şey bilmediğim” Aklınla çok yaşa Sokrates. Bilgiye ulaşmanın zorluğu bir tarafa, evrende bilinmesi gereken o kadar çok şey var ki. Bil, bil… bitmiyor. Bitemez de. Bitse zaten evren de biter. Tüketilemedikçe evrenin kıymetinin artması da bundan. Ama ‘yola erken çıkan yol alır’ yollarda bilgiyi aramaya başlayan da hep kazanır. En azından bilmenin hazzını, bilgiye ulaşmanın güzelliğini…

Bu yüzden K. Jaspers “ Felsefe yolda olmaktır” dememiş midir? Düşünerek yaşama devamı bu kadar güzel sadece bir filozof anlatabilirdi. Düşünmenin bitmezliğini…Bitemezliğini…

Yolda olanlara selamlar…
Reyhan Gazel

Yürekliyi Yüreklice Sev




Yürekliyi, yüreklice sevmenin yürekten karşılığı tüm yüreklerde er ya da geç karşılığını bulurken, yürekten sevildiğini hisseden yürekler daha hızlı çarpar. Yaşamı daha iyi tüketebilmek için, yaşamda daha çok mutlu olabilmek için, daha derinlerden yaşam soluklarını çekebilmek için….

Yürekliyi yüreksizce sevenlerin, yüreklideki hüznü büyük olur. Bu hüzün bedeni öyle bir sarar ki eller bile kalkmaz olur. Beyinden kan gitmez olur, ağız kurur, kalp ‘çapsam mı çarpmasam mı? ‘ dercesine yavaş atar…

Yüreksizi yüreklice sevenlerin yaşamdaki karşılığı, hayal kırıklığı olur. Bu hayal kırıklığı öyle sarar ki, yüreğe bile isyan başlatır derinlerden. O kadar derin bir isyandır ki yürekli kendi yüreğinden ettiği isyanı saklamaya çalışır. ‘neden yüreksizi sevdim?’ isyanı, sarar tüm bedeni, elleri, kolları…

Yürekliyi seven yürekli olunca güller açar adeta tüm yüreklerde. Bu güller hiç solmayacak kadar kırmızı, pembe, sarı, beyaz…tüm güzellikte. Yürekler canlı, dipdiri, ayakta, yaşamın içinde, huzurlu, mutlu…

Sevgi tüm yaşamın enerji kaynağı. Sevginin karşılığı ise yüreklerin açması, yaşama katılması, gülebilmesi, bedenlere güç katabilmesi…Bu öyle bir güç ki, dağları delebilen, yazın kardelen açtırabilen, denizlerdeki dalgayı durdurabilen….

Yürekten gelen sevgi, yaşamın küçük evrenlerdeki beklenen karşılığı olarak tüm yaşamın içinde önemli bir konumda yer alırken, tüm evreni de savaşsız bir yaşama götürebilecek kadar anlamlıdır.

Yüreklerdeki sevgi karşılığını yine yüreklerde bulduğunda, keyfine diyecek yoktur. Ne olursa olsun, yaşama güler yüzle bakabilecek kadar yakın, sorunları bir başına yenebilecek kadar güçlü…

Her insanın kendisini bulduğu yürek, kendi yüreği, başkasının yürekleri, hepimizin yüreği ile mutlu geçinmeye koşullanmışken, yüreksizlik yürekliyi kahreder. Bu kahır, yaşama direniş ile başlar, yaşamdan karşılığını yüreklice bulana kadar da sürer.

Bir gün bulur da. Her yürek, başka yürekleri sevmeyi istediğinden…Yüreklice sevilen yüreksiz de olsa, yüreklice sevmeyi yaşadığından…Bir daha yürekten uzak kalmak istemez. Alışır.

Her yüreğin yüreklilerce sevilmesini dilerim…

Reyhan Gazel

20 Ocak 2008 Pazar

Köşe Yazarlarının Yürekleri




Eminim köşe yazarlarının her yönleri tartışılmıştır, yazdıkları, tamah ettikleri, aldıkları para, hatta eşleri…ama yürekleri hiç yazılmadı. Neden? Bunun cevabını şu an okuduğunuza göre ben veremem.

Yürekleriyle var olmaya çalışırken, yazının gücünden yararlananlardır; köşe yazarları. Kendi bildikleri, anladıkları, gördükleri dünyayı yazarak kendilerini gösterirler. Kendilerine ait cümleleriyle, algılarıyla, ruhlarıyla… yazar dururlar ama yürekleri pek düşünülmez. Bir süre sonra kendileri bile yüreklerinin olduğunu unuturlar çoğunlukla. Çünkü hedefleri bildiklerini başkalarının da bilmesini sağlamaktır. Yeni bir şeyi bile öğrenmenin hazzı bunun gerisine düşerken, yürekler ne durumdadır?

Her bildiğini hemen aktarmaya çalışan köşe yazarları, diğer aktaracakları için didinmeye başlarlar. Gündemde bulunan kendilerinin dert ettiklerini, nasıl yazacaklarına koyulurlar. Hedef kitleleri akıllarında net olduğundan zorlanmazlar. Hangi cümlelerle, nasıl yazacakları bile bellidir. Bu böyle sürer.

Bazen üretmek isterler, kendilerini için…mutlu da olurlar. Mutluluklarını okurlarıyla paylaşmak için hemen yazmaya başlarlar. O an düşünmezler, hedef kitle, okurun da böyle bir derdi var mı? diye. Yazarak mutluluğu yüreklerinde yaşarlar. Belki unuttukları yüreklerini. Sonra, ya sonra…birileri bildikleri şeyi yazmadı diye kızarlar, birileri saçmalama derler, birileri hiç okumamakla tehdit ederler, gazete sahipleri hemen uyarırlar, kalıpların dışında yazmaları kızdırır kısaca, şaşırtmanın ötesinde. Ne de olsa hedef kitlesi bellidir ve beklenenler bellidir, yazılar illaki kalıp gibi durmalıdır.

Köşe yazarlarının yüreği ezilir ama ne yapsın ekmek parası, okuru kaybetme tehlikesi…yine aynı , bilindik şekilde yazmaya devam ederler. Küfür bekleniyorsa küfür, övgüyse övgü…

Bir köşe yazarı istediğini yazamamanın sıkıntısını çeker mi derseniz? Bilemem sormak gerek. Ama net bildiğim bu durumun yüreklerdeki huzursuzluğudur. En azından bunu anlayabilirim.

Derdim kalıplarla, beklenenin dışında düşünce üretilmemesidir. Bunun istendiği durumlarda da öncelikle okurların karşı çıkmasıdır. Kendisini tekrar edenlerledir derdim her zamanki gibi. Bu durumun yürekleri geriye atmasıdır; istemediğim…Yeniliklere kapalılık sıkıntı verir gelecek nesiller için, insan için, üreten, üretmeyi bilmeyen, bileni için…Üretemeyen yüreklerin acısını bildiğimden rahatım. Üretebilecekken ürettirilmeyen durumlara kızgınlığım da bundan.

Köşelerden köşe başı haberleri, yazıları okuyabilmek dileklerimle…

Reyhan Gazel

Yüreklerin Menzili




Nereden nereye, ne için, neden, nasıl… yüreklerin geleceğine, yüreklerin kendisinin yol aldıracağını söylemek zor olmasa gerek. İnsanın yüreği kendi ellerindeyse elbette. Ancak, yürek dışarıda orada burada geziniyorsa, o yürek nasıl olsa bir yere götürülür. Bu durumda rahat olmak gerek. Yorulmadan…aman ne güzel, ne kolay…

Yüreği dışarıda yaşamayı hep isteyenler olmuştur. Özellikle yorgun düştüğümüzde. “Yüreğimi birisi alsa da bir yerlere götürse nasılsa iyi bir yer bulur benim için…” Tabii bulunur iyi bir şey de sorun da bu zaten. Bulunan iyi bir yer bizim yüreğimizi mutlu eder mi? Bedenimizi mutlu etse de. Yüreğimizin derinlerden istediğini bedenimiz, beynimiz bile tam bilemezken başkasının elleri nasıl bilebilir? Böyle bir yaşamı yaşamak nasıldır?

Kendimize, kendimizin biçtiği yol yüreğimizin yoludur; bilene… Karşımıza çıkan zorlukları yenebilmenin ağırlığı yüreğimizi sardığında daha yenilmez olmamız da bundandır. Yüreğimiz ancak kendimizdeyken güçleniriz. Başka yürekleri güçlendireceğimize…bir başka yüreğin istediği yere yüreğimizin gitmemesi…ne güzeldir bilir misiniz?

Yüreği yerinde olmayanların, yüreklerinin neden yerinde olmadığı o kadar kolay anlatılır değildir; düşünene… anlamak zordur…böyle yüreklerin menzillerinin anlaşılamaması da bundandır. Adeta serseri mayın gibi…nerede bulunacağı bilinmez.

Kazak almaya giderken, arkadaşımızın tavsiyesi ile çikolata almamız gibi, yüreğimizi başka yüreğin emrine vermemiz küstürür. Öncelikle kendimizi, kendimize küstürür. Yüreğimizi daraltır, huzursuz eder. Küsen yürek, yıpranır, böyle durumların çokluğu yüreğimizi bir daha hiç açılmamacasına kapata da bilir. Yaşama, algılara, bedene, beyine…

Böyle bir yaşamın istenmesini hiç anlayamam. Anlayabileceğimi de sanmam. Kendimize ait değerlerin yüreklerimizde bulunduğunu bildiğimden, bunun inkarının önce yüreğimizde yaşanmasını değerlendiremem. Bir insanın kendisine bunu yapabilmesine hiç katlanamam. Yaratılış nedenimizi bildiğimden…

Yüreklerimizin kendisini her yaşadığı olayda, daha da derinlerden bizlere teşekkür ederek yanımızda olmasını anlayabilmek zor olmasa gerek. Bunu görebilmek de…Dışarıdaki yüreğimizin ne acılar çektiğini yaşamış olmamız gerek. İsteyenin istediği yere götürmesi yüreğimizin kimliğini ne hale getirir?

Yüreklerimize döndüğümüzde gitmek isteyeceği menzili görebilmek, gideceğimiz menzilin bizi mutlu edeceğini düşünmek, bilmek gerek. Bilmiyorsak tüm başarılı insanlara bir de bu açıdan bakmak gerek. Her şeye rağmen ayakta kalanların yaşamına, yüreklerinin sımsıkı, dimdik nasıl durduğuna…derinlerden bir bakış fena olmaz aslında.

Mutluluk peşinde koşmak kolay, ancak mutluluğa kendi yüreğimizle ulaşabilmek güzel. Daha kalıcı, daha anlamlı, daha mutlu edici…değil mi?

Reyhan Gazel

Sosyal Restorasyona Start




Bir kaç aydır Türkiye gündemini meşgul eden sosyal restorasyon ifadesi, beyinlerden sonra tüm yüreklerde yerini alırken bir taraftan da karşı çıkanların, karşı çıkma nedenleri üzerine polemiklere karşı durmaktadır. Duracaktır da.

Avrupa'nın yeniden doğuşunu anlatan kavramı, sosyal restorasyon olarak ifade eden Başbakan Erdoğan, ağır ekonomik krizlerin altında ezilen Türkiye'nin artık sosyal restorasyon döneminden geçmesi gerektiğinin altını da çizmektedir. Elbette ki Başbakan Erdoğan, sosyal restorasyonun bir slogandan öte, ekonomik alt yapısı hazırlanmış ciddi bir stratejik planlamanın sonucunda oluşabileceğini de biliyordur.

Ancak, sosyal restorasyonu sorunsuzca başarabilmek için, ülke olarak karşımıza çıkacak ciddi problemler olacaktır. Bu problemlerin de birçok hassas yönleri… Her şeyden önce, dünya üzerindeki bazı güç odakları bölge üzerindeki etkileri güncelleyebilmek ve arttırabilmek için, her türlü kavmiyetçi oluşumları, ülke içindeki farklılıkları birbirine düşman etmekten geri durmayacaklardır.

Sosyal farklılıkların tümüne, fırsat eşitliğini gerçekleştirmeye yönelik atılacak adımlardaki zorluklara ek olarak, toplumdaki bireysel ayrılıkların toplumsal kabulüne yönelik olumlu bakış sağlayabilmek de sosyal restorasyonun en sıkı problemlerinden birisidir.

Sosyal restorasyonda olmazsa olmaz durumlardan birisi olan fırsat eşitliğini, bedensel, dinsel, yaşamsal… her tür farklılığa rağmen, verebilecek koşulları oluşturabilmek, öncelikle fırsat eşitliği kavramının yüreklerde, beyinlerde netleşmesini gerektirmektedir. Yaşamın devamı için asgari şartların her tür bireye ulaştırılması için sağlam koşulların, sürdürülebilir şartların oluşturulması öncelikle ülke içindeki bireylerin bu durumu kabulünü gerektirir.

Geçmiş dönemlerde eğitimden yoksun bırakılmış, evinde adeta cezalı insan konumuna sokulmuş bir engelli bireye, tüm toplumun eğitim, iş, sosyal kabul verebilmesi o kadar da kolay gerçekleşmez. Yasal düzenlemelerin yerinde ve anlamlı olması bile engelli bireyleri gerçek fırsat eşitliğine kavuşturmaz. Engellilerin de toplumsal kaynaşmadan gerçekten yararlanmaları için öncelikle toplumsal bakıştaki sıkıntının giderilmesi gerekir. Bu kararlı tutumla beklendiği kadar zor değildir.

Meslek sahibi olamamış bir insanın yoğun uğraşlarla meslek edinmiş bir insanla aynı maaşı alması da beklenemez. Ancak, eğitim, iş olanakları tüm insanlara eşit verildiğinde gerçek fırsat eşitliğine ulaşılmış olunur. Çünkü her konuda sosyal restorasyon yapamazsınız. Bunu da bilmek gerekir.

Yıllardır bireysel ya da başka nedenlerle ülkenin bir çok fırsatından yararlanamamış insanların çığlıklarını duyup, bu çığlıklarla mücadele edebilme gücünü kendinde görenlerin eleştirilmekten çok alkışlanması ve desteklenmesi gerekir. Kimin gücü nereye kadar yeterse…

Öncelikle fırsat eşitliğinin tüm yüreklere gerçek anlamıyla sokulabilmesi belki de başlangıç noktalarından birisi olmalıdır. Her konuda sosyal restorasyon yapılamayacağını ancak fırsat eşitliğini beynimize yerleştirerek anlayabiliriz. Asgari şartların hangi noktalarda belirleneceğini, asgarinin ölçütünü, yaşamsal faaliyetlerin öncelik sırasını, bireysel farklılıkları olanların hangi oranda, ölçüde fırsat eşitliğinden yararlanabileceğini ciddi ortamlarda netleştirmek gerekir.

Bir şeyin yokluğunu söyleyebilmek kolaydır, iyi bilirim. Ama yokluğun giderilmesini dile getirmek herkesin bakışını bu yöne çevirir sonrasında ise işe başlamak, herkesin dilinin kuvvetini getirir. Bu nedenle yeni bir şey yapanlar tüm bu süreçleri bilerek iş yapmaya başlar. İşin tüm stratejik planlamasını da öncesinde düşünerek. Planlanmayan süreçlerdeki ani, istenmedik sıkıntıların çıkması durumunda ise hemen yerine acil eylem planları girer, girmelidir. Tüm değişim planlayıcıları, yapma sevdalıları bunu iyi bilir. Bu nedenle rahat olun.

Reyhan Gazel

Bürokraside memleket Havası




Yerliyim yerli olmasına
ilmik ilmik, damar damar
Yerliyim.
Bir dilim Trabzon peyniri
Bir avuç tiftik
Bir çimdik çavdar
Bir tutam şile bezi gibi
Dişimden tırnağıma kadar
Ressamım.
Yurdumun taşından toprağından sürüp gelir nakışlarım
Taşıma toprağıma toz konduranın
Alnını karışlarım.

Bedri Rahmi Eyüboğlu “Yurdumun taşından toprağından sürüp gelir nakışlarım” diyerek memleket sevdasını özetlemiş aslında. Bu güzel, duygu yüklü sözlerin ardından bizlere de yazılanların yürekten yaşanması kalıyor.

Dünya döndükçe aynı noktada durmayan “insan”lar, toplumlar, ülkeler, yaşamlar, kısaca yaşamı var eden her şey de değişiyor. “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” söylemiyle tüm felsefesini inşa eden Antik Çağ filozofu Herakleitos’u da haklı çıkartarak üstelik. Evrenin değişiminden her şey nasibini alır. Kıyafetlerimiz, algılarımız, evliliklerimiz, kararlarımız, eğitim biçimimiz, evlerimizin iç donanımı… Özetle aklımıza gelebilecek her şey değişim sürecinde yerini, olması gerektiği kadar mutlaka alır. Bürokrasi erki de.


Son yıllarda Türkiye’de bürokrat yapısının değişimini hep birlikte yaşıyoruz. Memleketin ücra köşelerinden çıkanların, etkili bürokratik kademelere gelebilmesi değişimin sonucudur. Geçmişte bürokraside etkili kademelere gelebilmenin koşullarındaki değişim, memleketin tüm bölgelerindeki insanları bir gün erk sahibi olabilme ihtimali nedeniyle geleceğe ilişkin motive etmektedir. Her hangi bir köyden çıkıp bürokrat olmayı başarmış bir kişi, bugün kendi köyündeki tüm gençlere, çocuklara olumlu bir model olmaktadır. ‘ Ahmet amcanın oğlu genel müdür oldu, ben neden olmayayım’ anlayışı, memleketin tüm köşelerini sarmaktadır.


Kültür çeşitliliğinin gerçek bir mozaik oluştuğu ülkemizde, her bürokratın yetiştiği kültürden aldıklarını, eğitimiyle birleştirerek oluşturduğu sentezin erke taşınması, dünyadaki değişimin yakalanabilmesine önemli katkılarda bulunacaktır. Memleketin en ücra köşelerinde yaşamış ve zor şartlar altında eğitimini tamamlayabilmiş bir bürokratın, yaşadığı zorlukları bireysellikten çıkartıp toplumsallığa dönüştürmesinin katkıları yadsınamaz.

Memleket havasının erke taşınmasının önemi Türkiye geliştikçe daha iyi görülecektir. Altın kaşıkla doğmayan, her bölgeden, her şarttan gelerek erk sahibi olan bürokratlar, kendi yaşadıkları zorlukları kendi elleriyle toplumun bütününü kapsayacak şekilde çözebilmenin hazzını tüm toplumla paylaşacaktır.

Türkiye’nin gerçek sıkıntılarını yerinde görebilenlerin, sıkıntıların giderilmesinde motivasyonu ve bilgisinin önemi büyüktür. Çözüme götüren kaynakların doğru harcanması da en az sıkıntıların kaynağının bilinmesi kadar önemlidir. Yetiştiği koşulların zorluklarını yüreklerinin derinliklerinden hisseden tüm memleket sevdalısı bürokratlar, sıkıntıların tümünü mutlulukla değiştirerek daha yaşanılır bir ülke için kaynakları da etkili kullanma yoluna gidecektir.

Bu değişimin tüm yüreklerde hissedilmesi dileklerimle…

Reyhan Gazel

18 Ocak 2008 Cuma

Başörtüsünü Bu Defa Benden Okuyun




Yıllardır üzerinde konuşmayan, yazmayan kalmadı. Kimileri kimilerini kızarak dinledi, kimileri kimilerini rahatlayarak okudu…Birileri çıktı konuştu, birileri evinde dinledi, sokakta yaşadı, mahalleliden duydu, konuşulanları dinleyenler bazen kızdı, bazen sevindi… Ama hiç yürekleri dinleyen, yüreklerden konuşanı görmedim, duymadım. Ya da bana denk gelmedi.

Başörtüsü deyince sadece aklıma yıllar öncesinden bir görüntü geliyor. Üniversiteye başörtüsü takarak geldiği için alınmayan ve okumak istediği her halinden belli olan bir kızımız, bir anda sinirlerine, yüreğine hakim olamayarak başörtüsünü adeta başından koparttı attı. Haykırdı, sessizliğini yüreğini bozarak ne yaptığını bilmeyerek, eylem derdinde olmadığını da belli ederek hezeyan içine girdi. Bu manzara yıllarca da gözümün önünden gitmeyecek. O an işin vehametini anladım. Bir genç kızın başörtüsünden koparken çektiği ızdırabı, hüznü, sıkıntıyı… ama okumak için tüm bunlardan ne kadar büyük bir yürek yıkımı ile vazgeçebildiğini…

Belki kişisel olarak hiç gündemimde olmamasına rağmen bu davranış bana yıllarca her düşündüğümde durumun başka boyutlarını da gösterdi. Hem yüreğime hem aklıma…Bu iş çözülmeli…”İnsan” ların kendi değerlerini kendilerinin istediği gibi yaşamasına yüreğimden istek duyduğum için, hiç anlayamadığım başörtüsü ile ilgili sıkıntılar herkesin yüreğinde çözülmeli.

İşin içinde kamusal alan olunca kuralların insanlar tarafından konan şekliyle yaşatılmak istenmesine devam kararını verenler, kamusal alanın kurallarının hiç değişmemesi gerektiğine inananlara sözüm; bir kez daha düşünmeleridir. Bu kuralların değişimle birlikte değişim sürecinde, değişmesi mümkün olmaz mı? Bu katı tutum niye?

İnatla iddia ediyorum; hiçbir kadın sadece simge olsun diye kendi görüntüsünü, kılık kıyafetini değiştirmez. Bir kadına istemediği bir şeyi yaptırmak çok zordur, görüntüsüyle ilgili istemediği bir şeyi yaptırmak ise nerdeyse imkansızdır. Eğer görüntü ya da kıyafet seçiminde bir tarz belirleniyorsa bu ancak kadının kendi yüreğindeki değerleriyle ilgilidir. Kendi istediği içindir. Zorla başörtüsü taktırılan bir kadın bir yolunu bulup zorlayanlardan uzaklaşınca illaki kendi istediği görüntüyle dolaşır. Hiçbir kadına zorla saçlarını kapattıramazsınız. Çünkü, başörtülmesi sadece başın örtülmesi değil, yaşantının da şekillenmesidir. Dinsel yaşantının yaşamın orta yerine konmasıdır. Buna karar vermek ve bu karara uygun yaşamaya çalışmak ancak kişinin kendi isteğiyle olabilir. Kendi değerlerini yaşama katmasındaki istek…

Başörtüsünü takmak ya da başörtüsünü çıkartmak bir karardır, her şeyden önce kişisel bir karar. Yaşam tarzını anlatan, çevreye gösteren bir karar… Yaşantılarıyla ilgili kendi değerlerini kapsayan kararları verenler, yaşamdan uzak durmak üzere bu kararı vermemişlerdir. Tam tersine yaşama "kendileri" gibi katılma kararı almışlar, bir duruş sergilemişlerdir. Üstelik, yaşama katılmamanın sadece başörtüsü takmayla sınırlandırılması anlaşılır bir şey değildir.

Kılık kıyafetlerini istediği yaşam tarzına uygun şekillendiren kadınların da toplumda var olmak istemeleri aslında daha kararlı bir duruşu sergilediği için, takdir edilecek bir durumdur, eleştirilmekten öte. Belli bir duruşu, tavrı olan kadınların varlığının yaşama daha katılımcı bir ortam yaratacaklarının açık olarak bilinmesi gerekir. Kendisiyle barışık, kendisinin istediği şekilde giyinebilmenin rahatlığı, kadınların yüreklerini sardığından daha üretken olmaya da başlarlar. Tüm insanlar gibi…Erkek olsun kadın olsun, açık olsun kapalı olsun ne olursa olsun kendisini kendi ürettiği ya da istediği biçimde var edenlerin üretime olumlu katkısı açıktır. Burada tartışılacak bir durum yoktur. Ancak, insanların koyduğu kalıpların yine insanları üzdüğü günümüzde, bunun bile görülemiyor olması ürkütücüdür.

Başörtüsü değil tüm kılık kıyafet seçimlerine saygı duymak, sadece üretimlerine bakarak insanı değerlendirmek zor olmasa gerek.

Bunların ötesinde insanın kendi seçiminden dolayı yaşamdan uzak tutulmaya çalışılması, insan olmaya aykırıdır. Bunu kimsenin kimseye yapmaya hakkı olmamalı. Bir iş yerinde herkes kendisini beyniyle, becerisiyle var edebilmelidir. Kıyafetlerle değerlendirilen ya da kıyafetlerinden dolayı istenmeyen bir kadının yüreğinin ne kadar yara alacağının unutulmaması gerekir. Kendisini kendi istediği şekilde var etmeye çalışan bir kadının istenmemekten öte, daha çok kabul görmesi gerekliliği yüreklerde yerini bulmalıdır.

Sözüm, sadece başörtüsü taktığı için kamudan uzak tutulanlara değil, kendisini var etmeye çalışan, var etme nedeniyle yaşamdan uzak tutulanların tümünedir. Rahat olun. Bir gün sizi yüreğinden anlayabilenler olacaktır. Sizi sadece insan olarak değerlendirip, görüntünüzün üretiminizin değerlendirilmesine olumlu/ olumsuz katkısının olmayacağı günler emin olun gelecektir. Biraz daha sabır… Herkes için daha yaşanılır bir dünya için beklemeye değer. Ama yılmadan…Üretimle var olduğunuzu gösterebilene kadar…

Son sözüm; hiçbir zaman başörtüsü takmayı tercih edenlerden sıkıntı duymadım. Ama başörtüsü taktığı için sıkıntı yaşayanları gördüm, duydum, üzüldüm. Bir felsefeci olarak, insanların yaşantılarını oluştururken kendi değerlerini yaşamak istemelerini anlayabildiğim için... Bir engelli çocuk annesi olarak, yaşamda istenmemenin acısını çok yaşadım, yaşıyorum da. Ama hep sabırla çalıştım, ayakta kaldım. İstenmemek yüreğimi acıtsa da güçlendirdi. Herkes için mutlu, üretim dolu bir yaşam oluşana kadar da güçlü kalacak. Bunun için yüreğim yerinde… Kim hangi şartlarda çalışmak istiyorsa, katılabildiği oranda yaşama katılmalı. Bu yaşam herkesin, her yüreğin mutlu olması için dönmeye devam ederken…


Her şey yüreğinizce olsun…

Reyhan Gazel

17 Ocak 2008 Perşembe

Naylonda Ateş Söndürenler




Küçücük yaşında yaşamın onca ağırlığını yüreğinde hissedenler, büyüdüklerinde tek ayak üzerinde yürüdükleri evrende, o kadar güçlenirler ki naylonda ateş bile söndürebilirler. Naylonu yakmayacaklarını, naylonla birlikte hiçbir şeye zarar vermeyecekleri bilerek…

Bu bilmişlik, yaşamın tüm sıkıntılarına ayak direme şeklinde kendisini gösterse de aslında yaşama, yaşamın içinden küçük ancak anlamlı bir cevap de verir. Bu cevap, tüm yönleriyle kendisini yaşama gösterirken, bir taraftan her şeye rağmen çalışılabileceğinin cevabı olur. Çalışmak için naylonda ateş bile söndürülür dercesine…

Tüm güzelliklerin ard ardına karşımıza geldiği, gelmese de görmemiz gereken evrende, yaşamın ağırlığını bedeninden önce yüreğinde hissedenlerin zaferidir bu. Diken bahçesinde, güllerin güzel kokularını duyabilmek için gerekirse naylonda bile ateş söndürmek… naylonda ateş söndürebilmek… bunu zararsızca başarabilmek…hiç de kolay olmaz.

Yaşamın ağırlığıyla baş edebilmenin kolaylığı olamaz; bunu bilirim. Ama zorluklarla baş edebilmenin getirisini yüreklerde bulduğumuzu daha iyi bilirim. Böyle durumlarda zorluklara karşı durabilmenin, yüreklerin sağlamlığı karşısındaki kolaylığını da bilirim. Altın kaşıkla doğmadığımdan, diğer doğmayanların ateşle dansını görebildiğimden…

Yaşamın her adımında koca koca ateş toplarının olanca hızıyla ortalığa çıkmasını bekleyenler, ateş toplarının üstlerine gelmesini beklemeden ateşi kökünden yok edebilecek kadar engindir. Yaşamı küçücük yaşlarında gerçek yönleriyle görebildiklerinden, yaşamı anlayabildiklerinden, yaşamın bazen ateş gibi yakabildiğini düşünebildiğinden… hazırlıklıdır. Tüm evren karşısında dursa yılmaz savaşçı gibi dimdik…

Sokakta yürürken bile karşısına ani çıkan süratli bir arabanın tekerlek hızını, kendi adımlarıyla orantıya sokup hesaplayanlardır bahsettiklerim. Bu orantının doğruluğu karşılığında alacakları güven duygusunu hiçbir şeye değişmezler.Yeni bir araba macerasına kadar bu böyle sürer diyemeyeceğim. Sadece ani karşılarına çıkanların araba olmadığını bildiğimden…Yaşamın tüm iyi- kötü sürprizlerini görebildiğimden…

Her şeyde kendi yüreklerini var edebilmenin rahatlığı ile davrananlar, korkmazlar. Kuldan, kulun yapacaklarından, yaptıklarından…Naylonda bile ateş söndürebildiklerinden…zarar vermeden… gerekirse, ateşi ellerine alıp söndürebilecek kadar ellerine hakim olabilmeyi yaşayabildiklerinden…. öğrendiklerinden…

Yaşam zor, yaşayabilmek çok zor, yaşamda kendi değerlerimizi yaşamın içine katabilmek daha zor, ellerimizin ateşe değmemesini becermek çok daha zor, var olmak çok daha fazla zor…ama yüreklerimiz ellerimizdeyken her şey kolay… çok kolay…ateşi naylonda söndürmek bile çok daha fazla kolay…

Yine de ateşsiz bir yaşam dileklerimle…

Reyhan Gazel

16 Ocak 2008 Çarşamba

Yarım Yaşam




Evlerin arasındaki insanlar bazen figür olarak yüreklerimizde yerini bulduğunda, derinlerden figürleştirdiğimiz insanların gözlerini ararız. Buluruz da. Bir insandan öte, insanlar göz yığınları halinde etrafımızda gezerken, nereye gezdikleri değil, gezerken gözlerinin nereye baktığı daha çok ilgimizi çeker.

Yüreklerin gerçek yansımasını bulduğumuz gözler, böyle durumlarda ya tamamen kendisini dünyaya kapatmış, kendi yüreğinin içeriden istediği şeyleri görmekte, bazen de sadece etrafa bakmaktadır göremeden. İkinci durumda yürek, kendisine hapsolmuş sessizce beklemektedir, belki de küskün…

Yaşamın içinde bizlere eski olmayan onca yaşantı varken, istediğimizi istediğimiz kadar, istediğimiz biçimde yaşayamamak yüreklerin en zorlandığı durumdur. Bir yakınımızı kaybettiğimizde, çevremizde bizim ağlamamamızın rahatsızlık verdiğini düşündüğümüzde, acımızı içimize gömerken yaşadığımız durum. Çok mutluyken sürekli gülümsememizden sıkıntı duyacaklara karşı, gülümsememizi içimize gömdüğümüz durum…

İçimize gömülümü onca yaşantı, yaşanmamışlık varken, yüreklerimiz kendisini bize yetecek kadar ifade edemezken, gözler ne yapsın? Bir oraya bir buraya sadece bakar, çaresizce…Ya da kendisine dönüp, kendisini başka dünyaların içinde yaşar, sessizce…

Yüreklere soramadan yaşamamızın gözlerdeki karşılığı, figürleştirdiğimiz insanlarda kendisini daha net göstermez mi? Yaşamı daha iyi anlayabilmek için…Yaşama tam katılabilmemiz için…Böyle bir derdimiz varsa, böyle bir derdin varlığından yüreğimiz haberdarsa…

Gökyüzünün altında her şey eski…yürekler eski, gözlerdeki bakış şekli eski… tek yeni olan, bizim bunu ne kadar derinlikte anlayabileceğimiz…böyle bir durumu dert edineceğimiz…ne kadar dert edineceğimiz…

Tüm bu çabalar “insan” da “insan”ı bulma çabasıdır, bilene… Kendimizi bulma çabasıdır düşünene…koca evrendeki yerimizi aramamızdır, görebilene…varlık nedenimizin ortaya çıkışına vesiledir, anlayabilene…tüm bunları gözlerde bulabilmek ayrı bir çabadır, derinlerden bakabilene…

Yarım kalmış her şeyin acısı büyüktür. Yüreğimizin istediği kadar ağlayamamak, yüreğimizin arzuladığı kadar yaşamdan tat alamamak, yüreğimizin arzuladığı kadar gülememek….sevgimizi gösterememek, doğaya, insanlara…yaşama…yarım yaşamı yaşamak zorunda kalmak yorucudur, önce yüreklerde sonra gözlerde yorgunluk olması da bundandır. Evlerin arasında yürürken gözlerin ya sadece etrafını görmesi ya da sadece yüreğin derinlerden göstermek istediğini görmesi bu yüzdendir.

Yarım yaşamlara diğer yarının tamamlanması dileklerimle… İstediğiniz her neyse…

Reyhan Gazel

15 Ocak 2008 Salı

Paradigmanın Hareketi




Bazen bir bakış bile, sayfalarca yazının gücünden daha etkili olur. Eğer bakış yürekten çıkıyorsa tabii. Dillerin yalanı, bakışların yürek yansımasını bastırabilir mi? Yüreklerin gerçek paradigmaları harekete geçirdiğini bildiğimden rahatım…

Paradigmalar ancak dille harekete geçer diyenlere pek aldırmam. Tüm gerçeklerin yüreklerde olduğunu düşünmem buna yol açar. Yüreklerin sadece sözle değil, bakışla bile kendini ortaya koymasıdır anlatmak istediğim.Yaşamın ayrıntılarını göremedikleri, gerçek paradigmaları anlayamadıkları için, bakışları yaşamın orta yerine koymayanlara kızarım. Yaşamı anlayamamanın yaşama getireceği yükleri görebildiğimden kızarım.

Her şey süt liman görünürken bile bir bakışla felaketlerin yaşanması bana bunları yazdırtıyor. Yüreklerin yaşamda olmaması…dillere özenilmesi…yüreklere ‘çekil’ denmesi…Paradigmaların yaşamdaki önemlerinin görülmemesi…

“İnsan” ı “insan” yapan yerin kendini var ettiği, ortaya koyduğu yüreği olduğunu bilerek davranırım. Herkese, her yüreğe…Herkesin de böyle davranmasını istemem başıma iş açsa da vazgeçemem. Çünkü paradigmam kendisini böyle ortaya koyuyor. Her insanın özel ve tek olduğunu bir tez ya da öğreti olduğunu düşünenlere de kızarım. Bunu söyleyen diller yürekten gelen paradigmanın hareketi olmamalı…Bir yerlerde yanlışlık var.

Bir “insan” a lütfeder gibi, kendine ait değerleri vermek üzere, paradigmasını harekete geçirenlere bir çift sözüm var; insan… insan… var olma nedeni yüreği olan varlık…yüreğindekileri yaşatmak için yaşama beyniyle direnen eşsiz varlık…hatta yüreğini bir kenara atarak değerlerini yaşamaya çalışan özel varlık… Bir başarabilse, paradigmasını yüreğinden gelenlerle harekete geçirebilse üretime de geçecek olan akıllı varlık… Bekliyor… nereye kadar…Kendisinin özel olduğunu söyleyenlerin sözleri bitip yürekleri çalışınca mı? Yazık…

Doğarken ya da yaşamın içinde edindiği kendine ait olanları yaşama katabilmenin zorlukları bir yana, yüreğini boş bırakan “insan”, kendisini yaşayamadığında, yüreğinden gelen paradigmasını harekete geçiremediğinde ne olur? “İnsan”… olur mu?

Bu güne kadar hep paradigmayı bilimsel çalışmalarla ya da felsefeyle birlikte duydunuz… Felsefecilerin ancak kendilerinin anlayacağı kavramsal tartışmaların ortasında dinlediniz. Herkes ileri felsefe biliyormuş gibi üstelik. Oysa ki geçim, yaşama… derdinde olanların yüreklerin, yaşama katılmasını istedikleri paradigmaları aklınıza gelmedi. Gelemez de. Bu insanlar yazamıyor, okuyamıyor, dinlenmiyor… Sadece masaya yatırılıp düşünülüyor, konuşuluyor… Konuşamayanların paradigmalarının yok sayılması da bundan. Kulağı duymayan “insan” bir duyabilse…Ama bakış…Bu yüzden bakışlardaki paradigmaların yaşama kattıklarından bahsediyorum.

Engellilerin paradigmalarını anlayacak tüm okuyanlara selam olsun…

Reyhan Gazel

14 Ocak 2008 Pazartesi

Yürekten Dile




Yürekten yüreğe akanların tümünü, yüreklice anlamaya çalışırken, dillerin, dileyenlerin söyledikleri önemsenmez mi? Akan yürek olunca mutlaka önemsenir. Herkes…

Bir yüreği var edebilmek kolay değildir. Yüreği kendisi gibi, kendisinin istediği gibi var edebilmek en büyük zorluktur. Yüreklerin olmadığı işlerin iyi gitmediğini bildiğimden rahatça söylüyorum. Dillerin söylediklerinin, dillerin dilediklerinin yaşamdaki karşılığının diller ve dilenenler olduğunu bildiğimden…

“Seni seviyorum”… “ Ben de seni…” diyen diller, sevgi dilenmeler yürekten olmadığında diğer yüreğe sadece sözle akar, yürekler başka işlerle meşgulken üstelik. Dillerin, dilenenlerin o anda hükmü vardır ama yüreğe ulaşmadığından hemen söner gider…Nereye gittiği bu yazımızın konusu değil , benim konum hiç değil. Yürekleri yüreklerde aradığımdan…

Diller söyler, diler…Ne söylediğini kulaklar duyar ve karşıdaki kulak/kulaklar…Ya gitmesi gereken asıl yer duyar mı? Yürek duymadığında dillerin, dilenenlerin hükmü kalır mı?

Güzelliklerin, yaşanılması beklenenlerin gerçek yerinin yürekler olduğunu bildiğimden, dilleri hiç dinlemem, duysam da. Yüreğim başka yerlerdedir duyarken bile…Yüreğime gitmeyen uçar gider.

Yürekten çıkanların dillerdeki tadı bir başkadır. Dilenenlerin de. Yürekten olan her şey güzeldir, yaşamın tüm güzelliklerinin bulunduğu yer olduğundan yaşamdaki yeri tartışılmaz. Tartışan da yürekten değil dilden tartışır.

“Ağzı olan konuşuyor” lafı tam da aradığım laf aslında. Konuşan sadece ağız dercesine, konuşmak için ağız olması yeterli der gibi…Ama eksik olan yüreklerin dilleri konuşturması, yürekten dilenmesi…

Yürekten yüreğe akanların karşısında kim durabilir ki! Söylenenlere kim hayır diyebilir ki! Hiç görmedim, göreceğimi de sanmıyorum. Yaşamların ancak yürekten aktığını bildiğimden…

Yürekten dile, yüreğinden dinle, konuş… diyen diller haklı mı sizce?

Reyhan Gazel

13 Ocak 2008 Pazar

Bu Sabah Güneş Doğmuyor




Bazı sabahlar güneşin doğmadığını hissederiz. Aslında güneş doğmuş, yaşam yeniden kurulmuş, bulutlar olması gerektiği yerde, insanlar koşturmaya devam ediyordur… ama yüreğimiz güneşi göremeyecek kadar sıkıntıda. Böyle sabahların acı yüzünü yüreklerinizde hissederken neler yaparsınız?

Cevabınızı duyuyor gibiyim. “HİÇ” Evet, hiçbir şey yapmazsınız, tüm insanlar gibi. Tüm davranışlarımızın çıkış noktalarını belirleyen ve bedeni yönlendiren yürek hissizleşince, yüreksiz neler yapılırsa o yapılır. Yani “HİÇ” Yüreksizce yapılanların “HİÇ” olarak düşünülmesi garip olmasa gerek. En azından benim okurlarıma garip gelmemeli. Hala garip gelen varsa bilin ki, okurum olmamışsınız henüz.

Tüm yaşamımızın var olduğu yüreklerimiz yaşamdan tat almadığında, bedenlerin yaptıkları işe yarar mı? Yüreklerin yorulması bir anda da olmaz. Yürek sabırlıdır, bekler, bekler… Ama istenmeyenlerin üst üste geldiğinde kendinden geçer. Kendi gibi olmaz. Olması gerektiği yerinde durmaz. Bir başka şey olmayı da kendine yediremez. Beklerken yıpranmışlığı yaşadığından takati kalmaz ve güneşin doğduğunu bile görmez. Güneş bile bir şey ifade etmez.

Pırıltı içinde karanlıktadır o anda yürek. Kendine de dönemez. Dönse, kendinin gücü güneşi, kendine göstermeye bile yetmez. O kadar dardadır.

Bir hamle güneşe bakar yürek. Güneşin pırıltısını derinlerden görmeye çalışır. Hala kendine gelmeye çabası vardır. Ama pırıltıda bile karanlık görür. Beden bu anda bir sürü işle meşguldür. Yüreklerin olmadığı tüm işlerin içinde didiniyordur. Bir oraya bir buraya…Dokunmayın bedene bildiği gibi yaşasın sevgili okurlar.

Bir süre böyle güneşsiz günleri yaşar yürek. Ne yapsın! Tüm evrene aşık olduğundan güzelliklerin bitmediğini bilerek rahattır aslında. Bir an gelecek ve güneşi görecektir mutlaka. O an yürek kendine kendisi sahip çıkar. Çünkü kendinden başka ona güzel dokunacak kimse yoktur. O dokunuş, derinlerden hissettirir kendini. En azından yalnız değildir. Bir kendisi bir de kendisi…

Öyle bir an gelir ki yürek gözlerini daha iri açar. “Görmem gerekiyor güneşi” Görmeye de başlar, ‘görmem gerekir’ derken… Biraz daha zamanı vardır bilir…Ama pes etmez. Evrenin her yanı güneşin pırıltısı kadar göz kamaştırır. Bunu çok iyi bilir, bir kendi bir de kendi olduğu için…Sonra… “ Güneşi görüyorum. Tam karşımda işte. Tüm evreni aydınlatan benim karşımdaki güneş. O öyle bir ışıltı verir ki onsuz olmaz hiç bir şey. Güneşi görmeyenlere üzülürüm. Göremeyenlere de. Görmek bile istemeyenleri hiç anlayamam. Bir an görememek hiç görememekten daha iyidir. Üstelik güneş kaybolup geri geldiğinde daha derinlere girer. Bulduğumuzda çocuk gibi sevindirir bizi. Görün hepiniz güneşin doğuşunu, güneşi, yaşamı, yaşamın tüm renklerini…Hadi…” Aslında o anda yürek güneşi değil bir taşı görüyordur, karşısında taş ona güzel bir bakış atmıştır, gözü ona takılmıştır. Ama taş bile yüreklice bakıldığında güneş tadı verir, bilene, görebilene…

Herkesin güneşi öyle bir açsın ki gözleriniz sadece pırıltı görsün…

Reyhan Gazel

12 Ocak 2008 Cumartesi

Yürekten Akanlar




YÜREKTEN AKANLAR


Bir insanın en mutlu olduğu an, hangi andır? Bir insan, mutluluğunu göğe yükselttiği anda yaşadıklarını nasıl anlatır? İnsan kendini var ettiğini düşündüğü an ne yapıyordur? İnsan gerçek mutluluğunu hangi an yakalar?

En büyük mutlulukların yaşandığı an, gözler nasıl bakar? Gözler bakarken yürek nerededir? Yürek ne zaman ortaya çıkar? Davranışlarımızın içeriyi yüreği ortaya çıkarır mı? Yürekler görülebilir mi? Görülmesi gereken yürek midir? Yürek görülmese ne olur?

Yürekler düşünüldükçe sorular da birer birer dökülür; dilden, yürekten… Dökülmese ne olur? Yürek dökülmese yok mudur? İlla ki dökülmesi mi gerekir? …..

Yüreklerin varlığının yaşamda karşılığını bulması gerçekten zor bir iş. Yüreksizce yaşamaya alıştığımızdan mı ne? Kendimizi görüntümüzle var etmeye alıştığımızdan mı ne? Kurtulamadığımız yüreksiz bakışların etkisi neden azalmaz? Yaşam bu kadar kolay mı? Yaşayabilmek de…

İnsanın en mutlu olduğu anının, yüreklice ortaya çıktığı an olduğunu bilebilmek zor olmasa gerek. Yürekten yapılan tüm yaşam işlerinin, kendimizi var edebilmeye bir adım yaklaştırması mutlu etmez mi? Hem de çok mutlu…Yüreğimizin açığa çıkması bizi yorsa da…dışarıdaki yüreğimizin dış etkilere açıklığı bile canımızı acıtamazken…Asıl canımızın yüreklerde olduğunu bildiğimizden…

Bir insan doğduğu anda değil, yaşayabildiği anda gerçekten “var” olur. Bu öyle bir var oluştur ki, kendini tüm değerleriyle yaşama sunduğu andır. Bu sunuş, yürekten yüreğe güzel bir giriştir, bilene…Bu an insanın mutlu olduğu andır. Kimseleri gözü görmeden, kendi için mutlu olduğu, belki de tek andır. Kalıpların dışında, robotizmden uzak…Kendisi gibi, var oluş nedeni ile…

Yüreklerimizin konuştuğu an, gözlerimiz bir başka derin bakar. Tüm yüreklerin içine rahatça girerek, yürekleri, yüreklerin orta yerinde fethederek… Yüreklerini ortadan deldiren tüm yürekler, buna karşı koyamaz. Teslim…Ama bu teslimiyet zarar vermez. Yürek, hiçbir yüreğe zarar veremez. Yürek rahatlar, rahatlatır…Bu rahatlıkla gözlere gönderilen ışıltı, pırıl pırıl donatır tüm evreni; küçük evrenleri, büyük evreni…

Gözler pırıl pırıl evrenleri gözlerken, yürek olması gerektiği yerde “insandadır” “insanın kendisindedir. Dışarıda olsa bile… Dışarıdaki yüreği korumak, pırıl pırıl bakan gözlerdeki yüreği harekete geçirir. Yürek dokunur diğer yüreğe…Öyle bir dokunuş ki, karşılıklı var olmayı getirir devamında. Yürek ortadayken, kendindeyken güçlenir. Sağlam yürek kendine gelir. Kendi gibi olur, değerleriyle… Hem içindeki hem dışındaki eylemleri yönlendirmek isteyerek.

Eylemlerin yönlendirildiği anlarda yürek kıpır kıpırdır. Kendisini eyleme dökebilmek için sabırsızlanır. Eylemler engellendiğinde ise, en mutlu anlar, en mutsuz anlara dönüşür. Bu böyle gider… Yaşam öyle ya da böyle, öylesine devam eder…Yaşarken ölümü tadarak…

Yaşam tüm yüreklere gülsün…

Reyhan Gazel

11 Ocak 2008 Cuma

"Güzel" Nasıl Yaşar ?






“Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca” cümlesi ne de güzel özetlemiş tüm yüreğimden geçenleri. Siz de benim gibi düşünüyorsanız ne duruyorsunuz o zaman….

Geçmiş yazılarımı düzenli okuyanlar ne demek istediğimi anladı aslında bu satırları okurken. “Güzel” i nasıl tanımladığını da…Satır aralarında bir kadından bahsetmediğimi bilerek üstelik…

“Güzel” yüreklerdedir, görebilene…Yüreklerin temizliğidir anlayabilene…Temizlik, ruhların saflığıdır hissedebilene…Saflık iyiliğe çıkar düşünene…Düşünen “insan” a kıymet verendir yüreği sağlam olana…”Güzel” yüreği sağlam olandır, bilene…Safça yaşamın içinde var olandır, temiz hislerle kendini kurgulayandır, düşünebilendir yüreklice…

“Güzel”, evrendeki tüm “güzel” lerden haberi olandır. “Güzel” e ulaşmak için yürekleri ağır olandır. Ağır yürekle kıpır kıpır gezendir her yanda, yüreklerin içinde…Yüreklere konmayan “güzel”e “ güzel” demem herkes gibi… Tüm yürekliler gibi…

Bir başkası açken tok uyumayı aklından bile geçirmeyen; “güzel”dir. Sokaklarda gezemeyenlere inat sokaklarda salına salına gezen “ güzel” değildir, olamaz da. Mağdur evinde ağlarken gülebilen hiç değildir. Acılarını yüreğinde, kimselere hissettirmeden yaşayabilendir; “ güzel”

“Güzel”, sabah sıcak yatağından kalktığında ilk aklına “insanlar” için yapacakları gelendir. Yürekten yapılanların iyiliğe çıktığını bildiğinden rahattır. "Kendini" öteleyip, yürekleri sıcacık sarmaya çalışandır. Ötelenen "kendinin", yürekler ısındığında geri geleceğini anlayabildiğinden hep rahattır. Her kötülüğün iyiliğe çıkacağına inanandır, yaratandan ötürü. Yaratanın kötülerle onun adına uğraşacağını bildiğinden huzurludur.

“Güzel” güzelliklerin tümünü yaşayandır. Güzelliklere daha çok yakınlaşabilmek için didinendir. Oturmayan, koşandır, yaşama yetişmek için. Yaşamı ardına alabilendir. “Güzel”, güzel güzel gülendir, herkese…

“Güzel” kalabilmek için hep yenilenendir. Yüreğini sürekli ısıtarak. Isınan yüreğin, sıcaklığını herkesin hissetmesi için…Yakın durur, kaçmaz, sever, sevilir, hep…Uykuda bile…

Herkesi aynı sevendir, ayrım yapmadan… Mağduru daha çok sever, muhtacı kendi bulur. Evinde ağlayanlara yürekten ağlar. Sokaklara daha derinlerden bakar. Gözlerin içine girer, gerçeğin sadece orada olduğunu bilerek…Gözlerden yüreklere iner…Asıl ulaşılacak yer yürektir onun için. Yürekler yalansızdır, bilir…

“Ben güzele güzel demem güzel benim olmayınca” cümlesi artık bir başka değil mi? Bir gün herkesin “güzel” olacağı günler uzakta mı sizce?

Reyhan Gazel

10 Ocak 2008 Perşembe

Allahın Emanetleri




ALLAHIN EMANETLERİ


Daha küçücük yaşımda sokakta bir mağdur görünce yüreğim ılık ılık akardı. Ardından dünyamın kararması ve yemeden içmeden kesilmem de bundandı. Kimseler bilmezdi neden yemediğimi. Çevremin tüm çırpınışları da boşaydı böyle durumlarda. Aç otururdum. Mağdur insanın ruh halini daha iyi anlayabileceğimi, bu şekilde destek olduğumu düşünürdüm.

Yıllar geçtikçe mağdurun tanımı da, durumu da değişmeye başladı yüreğimde. Geçmişte sadece aç ve dilenen insan olarak düşündüğüm mağdur, yerini dilenmeyen, aç da olmayabilen insana bıraktı. Dilenenlerin iş olarak düşündüğünü gördüğümden… Gerçek mağdurun kimseden bir şey isteyemeyeceğini anlayabildiğimden… Sadece açlığın değil bir çok olumsuzluğun mağdur olarak içeriklendirildiğinden…

Mağdur kimsenin mağdurluğunun kültürel etkilerle de şekillendiğini görmek en büyük yıkımdı yüreğimde. Kültürü kısaca yaşam tarzı olarak düşündüğümüzde, insanların kendi yaşam tarzlarında olmayanlarla yaşamı etkilemeye çalıştıklarını düşünmek bile acı verirken …Duygusu tamamen yok sayılarak dışlananların yok sayıldığını görmek, büyüsem de yüreğimi küçücük bir çocuk gibi ağlattı.

Yolda yürürken görülen ekmek parçasının öpülerek taşınması gözlerimi yaşartırken, nimetin en büyüğü olarak düşündüğüm engelli insanların tepilmesi, hor görülmesi daha çok ağlattı yüreğimi. Ekmeğini öpen, engellisi tepen millete bir şey diyememek de.

Mağdurun acısını bir başına yaşamasını tercih edenlerin toplumda söz sahibi olması dağladı geçti…”Gözümün önünden çekil” ifadelerinin gözlerde okunması yaktı. Kendine ait olmayan yaşantıları yok saymayı düşünenlerin varlığı rahatsız etti.

Muhtaçlığı mağdurlukla beraber düşündüğümde, muhtaç olanların mağdur görüntüsünde olmasının beklenmesi üzdü. Mağdurun sadece sokakta dilenenler olmadığını anladığımdan beri içim daha yanık. Muhtacın mağdur görüntüsüne tahammülü olmadığını bildiğimden…Kime muhtaç olabilir ki insan? “İnsan insanın külüne muhtaçtır” nasıl bir “insan” anlayışıdır anlayamam.

Mağdur insanın muhtaç olduğunu görememek en büyük ayıptır. Mağdurun bir insandan bir şey istememesi ise en zor durum. Bekleyip isteyememek... Sadece Allahtan istemek…Kula kulluk yapmamak, kuldan istememek yetmez mi?

Yaşam insanı sınar. Yaşamın içinde sınar. Acımasızca hem de. Her yapılanın karşılığı vardır mutlaka. İyiliğin de, kötülüğün de. Ama niyetleri yaşam kendi içinde sınayamaz. Niyetleri sınayacak sadece Allahtır. Mağduru muhtaç rolünde düşünüp kendini, verici olarak görenleri, gösterenleri niyetlerde buluruz. Niyetleri anlayabilirsek…

Sınanan niyetler ise yaşamda karşımıza çıkar. Kendisini verici gösterenler de alıcı bularak çıkar elbet bir gün.

Aklın ve vicdanın bileşimi olarak yaratılan her insan, bu bileşimi doğru yönetemediğinde yaşanan durumların başlıklarıydı yazdıklarım. Anlayabilene…

Reyhan Gazel

9 Ocak 2008 Çarşamba

5 Dakikanızı Buraya Alayım!




Güldür güldür gelen davulun sesi kulakları tırmalarken, zurnayı duyar mısınız? Arada bir silkinip duymamanız için bir neden var mı? Aralarda kaybolan ama dikkat kesilince duyulan zurna neyi tamamlar? Yokluğu neyi yok eder?

Davullu zurnalı bir açılışın temsil ettiği tarzın sizi ne kadar anlattığını bilemem ama, bildiğim bana çok şey anlatmasıdır.

Kültür karmaşasından sıyrılıp, yaşama kendi iç döngüsüyle bakabilmenin derinliği davulla zurnayla karşılanmayacak kadar farklı görünse de, kendi içindeki ahengini bildiğimiz davul- zurna bileşimi, yaşamı gerçek yüzüyle anlatır. Bir sesli, iki sessiz, iki sesli, üç sessiz, çok sesli, sessiz…Bir ileri iki geri, üç geri, iki ileri…Biri öne çıkarken diğeri kendi halinde, kendi halindeki öndeyken diğeri sadece…Tıpkı tüm yaşam gibi… İnsan gibi… insanlar gibi…

Bir anda başlayan davul sesi tüm yaşamı kaplarken, zurna da ona eşlik ederken herkesi alıp götürür başka diyarlara. Bu dünyadan çıkartıp çok gerilere, çok eskilere… Günümüzün dışına, zamanın gerisine… Bu dünyada duyulan sesler, bugünden çıkartır insanı, geçmişe götürürken… Etrafta kendinden geçerek koşturanlar, davulun zurna ile bileşimini klip çevirir gibi tepkilerle karşılarken, yürekler de kıpır kıpırdır. Davul kıpırdar, yürek oynar. Sonra bedenler…

Zurna aralarda renk katar sisteme. İnceden inceye kendi kendine çalar. Durduğunda dünya durmuş gibi gelir bir anda, yürekleri hareketsiz bıraktırarak. Tekrar sahne aldığında zurna daha çok duyulur olmaya başlar. Hiç bitmesin istenir. Çünkü davul tek başına baş ağrıtmaya başlamıştır artık. Ancak birlikte olduklarında anlam katarlar. Yürekler ikisini duyunca, ahengi hissedince yine kıpır kıpır olur. Bedenler de…

Odaya giren yabancının davul mu zurna mı olduğuna zaman karar verir. Kendi içinde an ve an farklı melodileri herkese göstererek… Herkesin ayrı bir renk olduğunu bildiğinden… Bekler…Kimini öne çıkartırken kimi geride bekler ama sesi, hareketi yok edilmeden. Birden ses öne çıkar inceden ama derin. Sonra alçalan ses yine kendini alçaklardan var etmeye devam eder. Yok olduğunda zaman durur. Renklerden birisinin eksikliği sanki tüm renklerin yok olduğunu anlatır. Odadan dışarı çıkınca başka bir karmaşa göze çarpar. Oradaki ahenk başka davul zurnanın çaldığı melodi gibidir. Başka telden… O da kendi içinde ahenk. Arasına girmek, uyum sağlamak kolay değildir.

Basit bir davul - zurna ilişkisinin tüm yaşamı anlatması kolay anlaşılır bir şey değil. Bunu kabul ediyorum. Ama zor da değil, bunu da siz kabul edin. Davulu kendi içinde değil, zurnayla birlikte düşünmek birlikteliklerin niteliklerini, renkleri oluşturduğunu göstermez mi? Renklerin birisinin yokluğu durumunda, yaşamın eksildiğini anlamak anlaşılır olsa gerek.

Kabul ediyorum, zorladım yürekleri. Yaşamı…Ama siz de kabul edin zorlamak gerek… Daha iyi anlayabilmek, yaşamın içinde var olabilmek için… deneyin… Yaşamın kendi içindeki ahengi derinlerden yakalayabilmek için deneyin. Ne kaybedersiniz ki!

Davullu zurnalı bir yaşam dilerim…Ahenk içinde…
Reyhan Gazel

8 Ocak 2008 Salı

Robotizm




Kültürü profesyonel yaşayabilmenin önemi, dillerde olmasa da yüreklerde bütün hızıyla yaşanırken, kamusal alandan yoksun kalanların, yok sayılanların ve güçsüzlerin, yaşamın içinde var olabilmesi için,duruşunu değiştirmemekte ısrar eden bireylerin sayısı oldukça fazladır.

Kültür endüstrisinin, beklenmediği kadar büyük hızla “değişim” adı altında yüreklere bir tutam soğuk su serperek sunduğu hazır kültür kalıplarında, evlere hatta evlerin içine kadar rahatlıkla girebilmesinin etkisi ve mağdurun tarif edilmesindeki rol, “aynılık” kavramı paralelinde modernlik olarak sunulmaktadır.

Oysa ki, parmaklarımızın izleri bile birbirinden farklıyken, “insan” olarak yaşamda var olma şeklimizin aynı olması beklenir mi? Yaşamımızın aynı olması olabilecek bir şey mi? Paradigmamızın, algılayış durumumuzun, beden durumumuzun… Bu liste uzar.
“İnsan” olarak birbirimizden farklılıklarımızla ilgili düşünülecek, konuşulacak, yazılacak bir durumun varlığının olmadığı bilinirken, bir taraftan birbirimize benzer olmamızın istenmesi de ne? Yaşamda, mahallede, hastanede, postanede…Farklılıklarla yaşamayı bilmediğimizden mi?

Bir kalıptan çıkmış gibi davranmamızın beklenmesi, bir kalıptan çıkmış gibi yürümemizin istenmesi, konuşmamızın istenmesi… Ne kadar anlamlı? Sunulan hazır kalıpların kültür endüstrisinin sonucu olduğunu göremediğimizde, sunulan sistemin içine rahatça girebilmemiz kendimize “uzak duruş” şeklinde belirginleşmeye başlamaktadır.

“Robotizm” i hep düşündüm. Yaşarken, yaşamın içinde yaşamı anlamaya çalışırken…

”Aynılık” kavramıyla birlikte düşündüm. Gözümün önünde bir robot; düşündüm, düşündüm…Sonra insanlara bakınca, yaşamın içinde davranışları irdeleyince yine düşündüm. Aynı davranışları ardı ardına farklı insanlarda görünce, bir kez daha düşündüm. Başka işlerin içindeyken bile hep aklım bu işlerdeydi. Sonra düşündüğümü özetledim; “ROBOTİZM”

Tepkilerin aynılığı beni düşündürttü. Tepkilerin benzerliği üzdü. Yapılanların, yorumların birbirinin devamından öte, tekrarı kızdırdı. İnsanın robotlaşması sıkıntıya soktu. Kalıplarla düşünürken, bireysel ayrılıkların farkında olmamak, olamamak canımı acıttı. “Robotizm” dediğim gizli hastalığın yaygınlaşıyor olması ürküttü.

Değişen şartlar karşısında, toplumca çareler aranarak, uyum sağlamak adı altında bazı tedbirlerin alınmasını, alınmasının istenmesini kabul etmiyor değilim. Ancak, değişen şartlara uyumlulukla birlikte bireysel ayrılıkların göz ardı edilmesiyle, prototip insanın yaratılmasının beklenmesine itirazım var. Prototip insanın yaratılmasıyla, yaşamın orta yerinde farklılıklarıyla yaşamaya çalışan insanların hoşnutsuzluğunu anlayabilmek zor olmasa gerek.

Kültür endüstrisine paralel olarak beliren “ modern insan” modeli, elimizin altına hazır kalıplarla sunulurken, akılcılık ve insan etkinliği çerçevesinde düşünülmesi gereken bireysel ayrılıklar, “Robotizm” ile birlikte tüm yaşama sunulmaktadır. Kültürü profesyonel yaşamak isteyenlerin “ insan” vurgusunu bilerek davranması, “Robotizm”in en büyük düşmanıdır. Benzerliğin “insan” için geçerli olmadığını bilerek, yaşamı, yaşamın içinde, “ insan”ı, “ insan” da görerek…
Bir çok kitapta modern insan özelliklerinden sayılan “zamanla ilgili olmanın, başarı güdüsünün, aile ilişkilerinin zayıflamasının, geleneksel kişinin mistik dindarlığının…” yaşamın içinde “Robotizm”i benimsemeyenlerce reddedilmesi yadırganacak bir durum değildir. Ayrıca, “Robotizm”in modernleşmenin tek boyutlu gelişmesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

“Robotizm” i belki ilk defa duyuyorsunuz, belki duydunuz, belki içinizden hep geçirdiniz. Bunu bilemem. Ama şunu iyi biliyorum ki, “insanı” kendinizce yorumladığınızda hep tanımladınız, belki neyi tanımladığınızı bile düşünmeden. “Aynılık” temellendirmesi yaparken, benzer eğilimleri düşünmeden uygulayanları görüp kızarken, bireysel ayrılıkları bildiğinizden ve herkesin bilmesini istediğinizden….

“Bir ‘insan’ tüm evrendir yürekten görene. Yürek aldatmaz; anlayabileni… Kandırmaz bir an bile…Yürek ağlamaz, evrenin tümünü bildiğinden. “Ağlama” der usulca gözlere, “ağlama daha görecek güzellikler var bulalım birlikte “ ama gözlere anlatamaz derinlerden akıttığı tüm güzellikleri. Yürek göremez diyenlere inat, yürek en uzağı görendir, bunu böyle bilene… Gördüğünde ise ağlayan gözlere anlatamadıkça, yürek çekilir insanın küçük evreninden. Çekilirken de kapanır kendine öncelikle. Bir daha hiç açılmamacasına.”

Yaşamda hiçbir “yüreğin” yok sayılmaması dileklerimle...

Reyhan Gazel

3 Ocak 2008 Perşembe

Kızgınlığa Kızanlar





KIZGINLIĞA KIZANLAR…


Savrulup giden yılların sızısı ne kadar büyükse, yürek o kadar ağırlaşır. Yüreği ağırlaştıran sızıların baş tacı olan kızgınlıklar, sevgiyi yaşayamayan yüreklerde bulunduğundan yaşamda oldukça sık karşımıza çıkar. Çoğu insanın sevgiyi yaşayamadığını bildiğimden….

Sevgisiz yaşanan yaşamın insanı kızdırdığını, kızgınlığın da kızgınlığı getirdiğini bilmek rahatlatmaz. Kızgınlığın kendi kendine, sevgisiz ortamlarda yetiştiğini bildiğimden…

Kızgınlığın insana ait temel duygulardan birisi olduğunu bilebilmek bile rahatlatmıyor. Her an, her durumda, her yerde karşımıza çıktığını gördüğümden…Beklenmedik anlarda, ansızın…Sevgisiz yaşayan tüm yüreklerde…

Sevgiden kopmuş insanlara hep acırım. Yaşama tüm güzellikleriyle birlikte bakamadıklarından…Kızgınlığın bile yaşamın içinde kızgınlıkla cevap verilemeyecek kadar anlamlı olabileceğini anlayabildiğimden…

Kızgınlığın yürekleri birbirlerinden uzaklaştırması, yaşamın içinde en sık rastlanan durumdur, söylenenlere inat. Oysa ki yaşamda kızgınlık yerindeyse ve sevgi ile karşılığını buluyorsa, yaşamı daha da güzelleştirmez mi? Bize kızana gül uzatmak çok mu zor?

Kızarız, kızana…Her kızan gerçekten kızıyormuş gibi…İnsana sevgisizliği veriyormuş gibi… Sevgiyle yeşeren yüreklerde yaşanmayacağını bilerek, rahatım…

Bir gül kadar kıymeti olmayan yüreklerin, güle gösterilen özen kadar değerli görülmemesi kızdırır, bilirim. Ama kızdırana kızmayı anlayamam. Kızanların bazen iyi duygular içinde olduğunu düşündüğümden… Kızanlara gülümsemenin değerini yaşamın içinde gördüğümden…Kızanları utandırdığını yaşadığımdan…

Sevginin olmadığı her yerde kızanların da, kızana kızanların da, bulunabileceğini bilmek huzur verir. Her kızana kızmamanın büyüklüğünü de aynı zamanda.

Yaşamın içinde her şeyin birbiriyle örtüşen anlamları olduğunu düşünmek rahatlatır. Yaşama bakışı, mutluluğa kavuşmayı…tüm güzellikleri getirdiğini gördüğümden…

Kızgınlığa kızanlara küçük bir hediye…Her kızana kızmamak gerektiğini hatırlatarak… Gerisi size kalmış…

Reyhan Gazel

     ANLAMAYANLARA NOTLAR   Biliyorum. Kimsenin kimseyi duymayı beceremediğini biliyorum. Niye, bilmiyorum. Bilmek bile istemediğimden...